İşimizi Allah’a havale ettik; çünkü biz “tatil”deyiz. İran asıllı düşünür merhum Daryus Şâyegân, “Onlar (gelişmiş ülkeler) gibi yapabileceğimiz fikri hiç aklımıza gelmedi” diyordu, bundan 44 yıl önce kaleme aldığı Le regard mutilé (Yaralı Bilinç) adlı eserinde... “Onlar gibi yapabileceğimiz fikri hiç aklımıza gelmedi. [Şöyle düşündük hep; daha doğrusu, her şeyi en iyi kendilerinin bildiği safsatasına asırlar boyu bütün Müslüman toplumları inandırmayı başaran çoğu ulemamız bizi şöyle düşündürttü:] Neyi yapmak? Bu kadar boş meşguliyetlere mi bulaşmak? Yenilik mi yapmak? Kutsal Gelenek’ten mi kopmak? Küfrün daniskası olurdu bu. Hem biz ne de olsa çabamızı nihayetine erdirmiş, tatile girmiştik...” Bu yüzden “dünyada olanlarla kafamızda olanlar arasında uçurumlar oluştu.”
Aynen öyle oldu. Müslüman toplumlar, daha İslam’ın 2. asrının başlarında İmam Azam Ebû Hanife’nin –Kur’an ve Sahih Sünnet’ten ilham alarak Müslümanların önüne açtığı akıl (re’y) yolunu, güzel ve yararlı çözüm üretme (istihsan) yöntemini bırakıp, İmam Şâfiî’nin başını çektiği dogmatizm yolunda yürümeye ve zaman ilerledikçe tarihte donmaya başladılar. Ve İslam ümmeti, Şâfiî nasçılığı ile Eş‘arî cebirciliği (kaderciliği) üzerine programlanan Nizamiye medreselerinin kurulmasıyla “tatile girdi”, benim Fukiyama’dan ödünç aldığım meşhur tabirle “632 tarihin sonu” dedi.
Bunun zorunlu sonucu olarak, gerek fikrî gerekse teknik alanda saplantı derecesinde bir yenilik (bid‘at) korkusu tarihimizi, kültürümüzü kuşattı ve bunların tesiriyle zihnimizi geçmişe kilitledi. Şâyegân’ın dediği gibi “yenilik yapmaktan korkup, başkalarına karşı edilginleşince, başkalarının eline kalınır. Kaçınılmaz olarak başımıza gelen de bu oldu.” Bizden önce yenileşme sürecine girmiş ve yeniliğin nimetleriyle zenginleşip güçlenmiş olanlar, –bizler farkında olalım veya olmayalım- en az yüz elli yıldır bizi istedikleri gibi evirip çeviriyor, gerek gördüklerinde bizi birbirimize öldürtüyor, üzerimize projeler üretiyorlar. Ama asıl sorunumuz başka; asıl sorunumuz, beden olarak bu çağda, zihin ve ruh olarak bin yıl öncesinde yaşıyor olmamızdır.
Kendi irademizle adım adım yenileşmeyince dışarıdan dayatılarak “yenileştirilmekte” olduğumuz için, sağlıklı ilerlemenin; –mesela- çağdaş, kültürümüzle barışık, estetik ve huzurlu kentleşme, bilimsel şartlara uygun binalar yapma gibi yeniliklerin tedbirlerini adım adım alma alışkanlığını da kazanamadık. Kendi irademizle bilinçli yenileşmeyince, “dünya” kavramını da yanlış anladık, yanlış yaşadık. Buna paralel olarak ahlakımızı da dindarlığımızı da hoyratlaştırdık. Peygamberinin dilinden “rahmet dini” diye nitelenen İslam’ı, onun mensupları için zahmet dini gibi algıladık. Özellikle 1999 sonrasında bütün ilgili bilim insanlarının yırtınmalarına rağmen Millet ve Devlet olarak küçük hesaplarımızı aklın ve bilimin ikazlarına tercih ettik. “Sabır, takdir, tevekkül, rıza” gibi –hepsi de yerinde, makamında ve zamanında anlatılıp yaşandığında teselli, rahmet ve huzur getiren- dinî erdemleri, vicdanlarını hırslarına esir etmiş soyguncuların, talancıların berat belgeleri yaptık.
1300 yıl önce mazlum ve mağdurları böyle sözlerle yatıştırmaya kalkışan sahtekârlara karşı, dönemin en büyük ilim ve gönül insanı Hasan-ı Basrî, “Yalan söylüyorlar Allah düşmanları!” demişti. Çünkü sözleri ve halleriyle mazlumları bırakıp zalimlerin yanında yer alanlar “Allah’ın düşmanları”dır.
***
Geldiğimiz noktada hepimiz, fani hesaplarımızı bırakıp, yeni dünyaya –Protestanlık gibi yeni bir din ile değil, hâşâ!- yeni bir din dili ile konuşmak zorundayız. Bütün Müslüman dünyada asıl suçlular, bu yeni dili susturanlardır. Yenileşmenin, bilimin ve dolayısıyla uzun vadede dinin önünü kesenler, sonuçta Müslüman dünyayı doğal ve küresel tehlikelerin nesnesi yaptılar. Bunların başında da İslam dünyasının her tarafına taassup tohumları saçan; Müslümanları fırkalara, mezheplere, tarikatlara bölüp parçalayan; bilginin kendi tekellerinde olduğu yalanını toplumların beynine yerleştiren çoğu cahil sarıklılar veya onların ardılları geliyor. Peygamber’in asrında böyle özel statüler yoktu; konu din ise olamaz da.
Peygamber bile dünya işlerinde kendisinin özel statüde görülmesini reddetmiştir.
İlke olarak din insan içindir ve asla insanların aleyhine, kötülüğüne yorumlanamaz, anlaşılamaz ve anlatılamaz. Din, onu insanların kötülüğüne yorumlayan, özellikle de o dinin bağlılarını yanıltacak, mutsuz edecek veya birbirine düşürecek şekilde anlatanların ellerine bırakılamaz.
Artık “bir daha asla!” diyelim ve Hakk’a sığınıp gereğini yapalım. O zaman afet rahmete vesile olur.