Tarih: 06.10.2021 12:05

Hive’den Buhara’ya

Facebook Twitter Linked-in

Aylar sonra ilk kez, omuz omuza ve sımsıkı saflar halinde cuma namazı kılmak, geçtiğimiz hafta Özbekistan’ın Hive şehrinde nasip oldu. Doğu Kapısı’ndan çıkar çıkmaz bizi selamlayan Seyyid Niyaz Şeliker Camii’nin dış avlusunda, yerlere serilen halıların üstüne oturduğumuzda, imam efendi gayet anlaşılır bir dille cemaate vaaz-u nasihat ediyordu. Arapça’sının netliği, sözlerinin arasında okuduğu ayet ve hadislerin ibarelerini dosdoğru telaffuzundan anlaşılıyordu. Namazı da keza oldukça selis bir Arapça ile kıldırdı. Cuma hutbesi ise, şimdiye kadar şahit olduğum en kısa hutbelerden biriydi. Hamdele, salvele, tesbihat ve duanın toplamı ancak 5 dakika kadardı.

Namaz sona erip de kalktığımız zaman, hepimizin zihninden geçen ve dilinden dökülen şey aynıydı: “Sonunda, cemaatle gerçekten cem’ olduğumuz bir cuma namazı kılabildik çok şükür.”

Pandemi şartları, bütün dünyayı olduğu gibi Özbekistan’ı da etkilemiş. İlk birkaç ay tamamen kapanan ülke, sonrasında kademeli olarak yeniden açılmış. Yine de her şey henüz yerli yerine oturmuş değil. Turizm sektöründeki kan kaybının telafisi için, epey uzun bir vaktin gerekeceği anlaşılıyor. Daha önceki ziyaretlerimde insan selinin içinde yüzdüğümüz Hive’de, bu kayıp bütün çıplaklığıyla ortadaydı mesela. 40 kişilik bir ekip halinde bulunduğumuz bu tarihî şehirde, neredeyse tek turist kafilesi bizdik. Tek-tük yabancılara rastlanıyordu, ama genel anlamda sokaklar bomboştu. Esnaf ve seyyar satıcılar, daha güneş batmadan tezgâhlarını toplayarak kepenklerini indiriyordu. Şehrin tadını çıkarmak isteyen misafirlere eşsiz bir fırsat sunan bu tenhalık, elbette ev sahiplerimiz açısından tatsızlık anlamına geliyordu. Hive’nin güney ve batı yönündeki surlarının üzerinden eski şehri (İçan-Kala) izlerken, sessizlik bazen öylesine somut bir hal alıyordu ki, kendimi sanki terk edilmiş bir film dekorunun içinde hissediyordum.

Neredeyse her sokağını adımlayarak, surların çevresini dolaşarak ve türlü entrikalarla dolu tarihî serüveninin çok çeşitli sayfalarını meraklı gözlerle karıştırarak Hive’de geçirdiğimiz dopdolu iki günün ardından, karayoluyla Buhara’ya hareket ettik.

Pazar sabahı erkenden başladığımız Buhara yolculuğumuz, seyahatimizin en zorlu etabıydı. Yaklaşık 450 kilometrelik yolu 8 saatte ancak kat edebildik. Kızılkum Çölü’nde teknolojiden tamamen kopabilmek ve kendimizle baş başa kalmak harikaydı, ancak çoğu noktada tek şeride düşen yolun zahmetine katlanmak oldukça güçtü. Sıcaklık, asfaltın dayanamayacağı kadar yükseldiği için, Hive-Buhara güzergâhına çift şerit beton otoban inşa ediliyordu. Bu durum da, projenin mecburen çok yavaş ilerlemesi anlamına geliyordu. Yolda, kilometreler boyunca kurumaya bırakılmış ve üzeri naylonla örtülmüş beton zemin gördük. Normalde “beton” şehirlerimizde negatif çağrışımlar yaparken, Buhara’ya doğru bata-çıka ilerleyen araçlar için, adeta bir kurtarıcıya dönüşmüştü.

Çok serin -hatta soğuk- bir akşam üzeri ulaştığımız Buhara, her zamanki gibi baş döndürücüydü. Tarih boyunca geçirdiği onca yıkımdan, istila ve işgalden, kaybettiği nice kıymetten ve kaybolan eserlerden sonra, bu şehrin insanı hâlâ böylesine heyecanlandırması gerçekten inanılmaz. 1500’lü yıllarda 200 medrese ve 100 camiyi barındırdığı kayıtlı olan Buhara’daki ilk akşamımızda, ayaklarımız bizi Şeybânî hükümdarlarından Ubeydullah Han’ın (1488-1539) yaptırdığı Kalan Camii’ne (Büyük Cami) götürdü. 1127’de Karahanlı hükümdarı Muhammed Arslan Han’ın inşa ettirdiği 46 metrelik dev minareyle bir bütün oluşturan Kalan Camii, Buhara’daki en büyük abide. Ancak bizi esas heyecanlandıran, artık beş vakit namazın kılındığı caminin sükûnet ve sekînet dolu atmosferi oldu. Genç bir hafızın arkasında yine omuz omuza saf tuttuk, okunan dupduru Kur’ân’ı dinledik.

Şehirdeki rutin grup gezimizi tamamladıktan sonra, herkesin kendine ayırdığı müsait vakitte, ben yine yolum ne zaman Buhara’ya düşse yaptığım şeyi yaptım: Uzak mahallelere ve ara sokaklara yürüdüm. Saatler boyunca, hiç dinlenmeden. Bu yürüyüşler hem yeni keşifler yapmaya hem de haritada daha önce işaretlediğim mekânları yerinde görmeye yarıyor. Şimdiki yürüyüşümde, önündeki dev havuzuyla, gözlerden uzak bir mimarî harikası olan Hoca Zeynuddin Camii’ne de uğradım mesela. Ama sokak aralarında en çok dikkatimi çeken ve beni sevindiren şey, küçük mahalle mescitlerinin hızla restore edilmeye başlaması oldu. Buhara’ya yakışan, hem de çok yakışan bir manzaraydı doğrusu.

Siz bu satırları okurken, Semerkand’ı adımlıyor olacağız. Cumartesi yazısında, Semerkand ve sonraki durağımız Taşkent’ten satırlara yansıyanlarda buluşmak üzere.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —