Geçen yazının sonunda bahsettiğim “taktik gaddarlık”la “ölçülü yıldırma politikası”na Sebastian Haffner, “Hitler’in psikolojik ustalık gösterisi” payesini münasip görüyor: “Bu olağanüstü performans, önceleri ona sıcak bakmayan ya da gelişmeleri takip etmek için beklemeyi düşünenleri -yani çoğunluğu- doğru dozda gözlerini korkutarak yıldırmayı başardı. Ama bunu yaparken bu insanları köşeye sıkıştırarak çaresizliğin getirdiği bir direnişe itmedi, daha da önemlisi, dikkatlerin rejimin daha ziyade olumlu olarak değerlendirilen icraatlarından başka noktalara yönlenmesine de neden olmadı.”
Biz de Haffner’in yaptığı denge tahlili için “olağanüstü performans” nitelemesini kullanabiliriz pekâlâ. Baskı ve sindirmenin dozu, rejimin çoğunlukça övülecek icraatını gölgede bırakmayacak şekilde ayarlanıyordu. Aynı şekilde, şu övülesi icraatın seviyesi, çoğunlukça ses çıkarılmayacak baskı tarzını ve dozunu belirliyordu. İcraata ilişkin propagandayla boyanabiliyorlarsa, gözlerin gaz kapsülü veya başka araçlarla çıkarılmasına gerek kalmıyordu. Veya o kadar kalmıyordu...
Ekonomide işler iyi gittiği sürece baskı artabilir, giderek genişleyen muhalif kesimleri hedef alabilirdi. Alabilir, yani. Hitler iktidarı altı milyon işsizi sıfırlamıştı. Böyle bir şahlanış sürecinde göze batmayan, batsa da bir şekilde katlanılan, hasır altı edilen, görmezden gelinen hukuksuzluk, adaletsizlik ve gaddarlık, işsizlerin hızla arttığı ekonomik çıkmaz dönemlerinde birden beklenmedik kesimlerin derdi haline gelebilirdi. Gelebilir, yani.
Haffner, Hitler iktidarının ilk yıllarında başarılan ekonomik mucizenin bu iktidarın bekâsı açısından ne kadar hayatî olduğunu epeyce vurguluyor. Elbette bu mucizenin “karanlık yönlerini de görmezden gelmemek” koşuluyla: “Ekonomik mucizenin finansmanı, eşyanın tabiatı gereği enflasyona sebebiyet vereceği için, yukarıdan tesbit edilmiş ve işçilerin kabul etmek zorunda oldukları ücretler ve fiyatları elzem kılıyordu. Geri planında toplama kampları olan bir dikkatörlük rejimi için her ikisi de mümkündü: Hitler ne işveren birliklerini ne de işçi sendikalarını dikkate almak zorundaydı, her ikisini de ‘Alman İş Cephesi’nde biraraya gelmeye zorlayabilir ve böylelikle elini kolunu bağlayabilirdi. Yurtdışıyla izin alınmamış işler yapan veya mallarının fiyatlarını artıran her müteşebbisi ya da ücret artışı talep eden ve hattâ iyice küstahlaşıp bunun için greve gitme tehditleri savuran her işçiyi toplama kampına kapatabilirdi. Evet, otuzlu yılların ekonomik mucizesi işte bu yüzden de Hitler’in eseri olarak nitelenmelidir.”
Faşizmin en tepedeki daracık bir zümrenin başka kimseyi umursamayan iktidarı olup olmadığını ve böyle rejimlerin yalnız “ekonomik temel”den hareketle bütünüyle çözümlenip çözümlenemeyeceğini düşünürken ilk elde hesaba katılması gereken olgu: iki hayatî silaha sahip tek-adamın bağımsız iradesi. Bu iki silah, tek-adamın rakipsiz hükmettiği vurucu güç ile, heyecanla ayağa kaldırdığı kitleleri peşinden sürükleyebilme kabiliyeti.
Olgular, benlik tasavvurları
Haffner, ekonomideki “mucize”den farklı olarak, “askerî mucize”nin Hitler’in planlı programlı başarısı olduğu kanısında: 1938’de Almanya, Avrupa’nın en güçlü ordusuna ve hava gücüne sahip hale gelmişti. Bu, şüphesiz Hitler öncesinden gelen çabanın ürünüydü, ama bu çabayı görünür kılan ve kendine mal eden Hitler’di. Silahsız-savunmasız bırakılmış ülkeyi yeniden silahla donatan lider, kendisine şüpheyle bakanları bile memnun etmiş, “millet”in havasını değiştirmişti: “…iktidara geçinceye kadar Hitler’in altından kalkabileceğini kimsenin düşünmediği bir icraattır askerî mucize. Führer’in onu bütün beklentilerin aksine hayata geçirebilmiş olması hem şaşkınlık hem de hayranlık uyandırdı, az sayıda kişi de belki biraz ürktü, (Bu kadar acul bir silahlanmadan sonra ne yapmayı planlıyor?) büyük bir çoğunluğun millî gururu okşandı, ciddî şekilde tatmin hissi duydu birçok insan.”
Bu hissin benzerlerini, tek-adam iktidarlarının attığı askerî adımlar karşısında görebiliyoruz. Toplumlar, silah karşısında hayranlığa kolayca sürüklenebiliyorlar. Satın alınan her mermiyle biraz daha fakirleşmelerine rağmen, devletleri yeni silahlar edindikçe coşkuya kapılıyorlar. Ekonominin canına okuyan milyar dolarlık silah alımları, erkekler dünyasının işsiz kahvelerinde sevinçle karşılanabiliyor.
Yoksulluğu azaltabilecekken silahları çoğaltma yönündeki kararları alırken, tek-adamlar şüphesiz gelişigüzel davranmıyorlar. Kitleleri peşlerinden sürükleme, bazen hipnotize etme kabiliyetlerinin de gösterdiği üzre, nabız ölçmenin çok ötesine geçen maharetleri var: “…Hitler’in icraatı ve başarılarında gelecekte yaşanacak felaketin köklerini görebilmek için olağanüstü keskinlikte ve derinlikte bir bakış, kendinizi bu icraat ve başarıların etkisinden kurtarabilmek için de olağanüstü güçlü bir karakter sahibi olmak gerekiyordu. Hitler’in salyalar saçarak, hırlayarak yaptığı, bugün bir kere daha dinlendiğinde insanı ancak iğrendirecek ya da olsa olsa gülme kramplarına neden olabilecek konuşmaların ardında o dönemde sıksıkla, olgulara dayanan ve dinleyicilerin içindeki itiraz dürtülerini bir anda söndüren bir arka plan vardı. Kitleleri etkileyen, salyalar saçması ve hırlaması değildi, olgulardan müteşekkil bu arka plandı.”
Ben de ekleyeceğim ki, olguların her zaman olgular olması gerekmez; olgu gibi gösterilebilen ya da olguya dönüşmesini herkesin arzu ettiği hayaller aynı işi görür. Bir tür kurmaca hayat hikâyeleri veya icat edilmiş varoluşsal anlamlar da. Doğuştan sahip olundukları varsayılan nitelikler ve bunlara sahiplikten kaynaklanan “doğal” üstünlük ile haklar, bu çerçevede tadından yenmezdirler. Hele belirli bir tekrar dozu aşıldıktan sonra varlığını-yokluğunu, varsa mânâsını-mânâsızlığını kimsenin tartış(a)madığı, bu üstünlüğe ve özel haklara dayalı misyonlar, görevler, hükmetme mecburiyetleri, tekelleştirilmiş propaganda aygıtları yardımıyla iş gören hatip tek-adamlar tarafından, şüphe konusu edilemeyen gerçeklere dönüştürülürler: “Biz şuyuz, şu özelliklere sahibiz, tarihimizdeki şundan ötürü şunları yapmaya hem mecburuz hem de hakkımız var!” Tarih adı altında geliştirilen efsaneler ve destanlar, belirtmeye gerek yok ki, bu ideoloji ve saplantı üretiminde başlıca rolü oynarlar. Hitler, bu tür bir sapkınlığın feriştahını teorileştirmiş ve bununla on milyonlarca cana kıymıştı; ama Haffner’e göre, en azından iktidarının ilk yıllarındaki ekonomik, askerî ve diplomatik başarılarını anlatırken sıraladığı olgular olguydu. Başka tek-adam rejimlerinde gördük ki, bu şart değil. “Hükmetmeye mecburum” saplantısı üretilirken işe yarayan her şey olgulaştırılır.
“O bilse izin vermezdi”
Olgular ve gerçeklikle ilişki, tek-adam rejimleri ele alınırken hep özel başlık açılması gereken husus. Başarıya dair ortaya koyacak olgusu kalmamış tek-adamın dünyasında nelerin -başaşağı- döndüğü, kezâ, başlıbaşına inceleme konusu. Zira Haffner ısrarla vurguluyor ki, Hitler, halk arasındaki yüzde iki buçukluk desteğini yüzde kırka, ekonomik bunalım karşısında öbür partilerin sergilediği “mutlak başarısızlık ve acizlikler” sayesinde çıkardı, “son ve belirleyici yüzde elliyi 1933’ten sonra, ağırlıkla icraatıyla kazandı”. Yani başarı için sahici olgular elzemdi. İktidarı bir defa yerleştikten sonra Hitler’i eleştirmek imkânsız hale gelmişti. Sırf buna yeltenen ceza göreceği için değil: “…biri Hitler hakkında, bunun mümkün olduğu ortamlarda, eleştirel bir kelam etse; er ya da geç bazen yarım ağız bir teyitten sonra (‘Yahudilere yapılanlar benim de hoşuma gitmiyor’), ama her hâlükârda şu cevabı alıyordu: ‘Ama adamın şu yaptıklarına bakın!’ Duyduğu cevap, ‘Ama ne kadar da güzel konuşuyor!’ ya da ‘Ama son parti kongresi de ne kadar muhteşemdi!’, hattâ ‘Ama ne başarıları var, değil mi?’ bile değildi. Hayır, aldığı cevap şu oluyordu: ‘Ama adamın şu yaptıklarına bakın!’…”
Manzarayı bugünün insanları için daha elle tutulur hale getirmek amacıyla, Haffner’in tam bunların arkasına eklediklerini ben de buraya ekleyeyim: “Hitler’in yeni kazandığı taraftarlarının (…) ağızlarından hiç düşürmedikleri bir replik daha vardı. Şöyleydi bu replik: ‘Führer bilse bunu!’ Führer’e iman ile nasyonal sosyalizme dönmüş olmanın iki farklı şey olduğunu bu cümle bir kez daha gösteriyordu bizlere. İnsanlar Hitler’i nasyonal sosyalizmin hoşlanmadıkları yönlerinden -ve hâlâ bir sürü insan vardı bir sürü şeyden hoşlanmayan- içgüdüsel olarak ayrı bir yere koyuyorlardı.”
Bunda tuhaflık yok; insanlar, yeri doldurulamaz, biricik lider hatalarla lekelensin istemiyor. Günümüzün popülist tek-adamları da aynı oportünistçe inanışla, hatalardan muaf tutuluyor. Tuhaf değil ama ilginç olan, lideri çoğu zaman kendi yolaçtığı olumsuzlukların dışında tutma arzusu.
Bunun karşısına, mesnetsiz ve bazen aşırı derecede sorumsuz bir tutum olan küçümseme ve alaycılığı koyabiliriz: Haffner, “Şeytanı sakın ola önemsizleştirmeyin!” deyişini hatırlatıyor: “Sefil ve gülünç yönleri de olan Hitler’i küçümsemenin ciddî şekilde baştan çıkarıcı bir etkisi vardı hep; bugün, Hitler’in başarısızlığı tescillendikten onra bu ayartıcı etki her zaman olduğundan daha da güçlü tabiî ki. İnsanların bu etkiye fazla hızlı kapılmaktan kendilerini korumaları gerekir.”
Sana her türlü eziyeti çektirebilecek güce sahip birinin elinden bu imkânı alma şansın yokken onunla dalga geçmek her zaman vahşi hayvanı dürte dürte sinir edip etrafında dolaşmakla kıyaslanabilecek kıvamda enayilik olmayabilir, bazen de cesaret gösterisi sayılabilir. Günümüzde tek-adamları hicveden mizahı daha çok kapağı başka ülkelere atmış muhalifler yapabiliyor. Bunun ülke içindeki muhaliflere de moral verdiği, cesaret aşıladığı âşikâr. Ancak tek-adamların elinden kudretlerini almanın tek yolu peşlerinden sürükledikleri kitlelerin onlardan yüz çevirmesiyse alaycılık ve küçümsemenin uygun yöntemler olmadıkları, hattâ genellikle amaçladıklarının aksine sonuçlar doğurdukları belli.
Yazarımız, Bismarck ve Napolyon Bonaparte ile Hitler’i karşılaştırır. Haffner’e göre ilk ikisi devlet adamıdır, Hitler değildir.
Sebastian Haffner, anayasalı, yasalı, kurallı devlet organizasyonunu “yıkma”nın ve yerine ancak kendisinin birarada tutabileceği parçalı, kaotik bir yapıyı geçirmenin tek-adam rejimi için nasıl elzem olduğunu, Hitler’in yükseliş sürecinde bunu nasıl “sessizce” gerçekleştirdiğini pek güzel anlatır. Nasyonal Sosyalistlerin vurucu gücü SA’ların yanısıra bizzat partinin nasıl işlevsizleştirildiğine dikkat çeker. Parti-devletinin bütün unsurları, geleceğin potansiyel lider adaylarının özel destek aradığı, tek başlarına iktidara talip olamayacak, ancak Führer’in otoritesi altında biraraya getirilip eşgüdüme sokulduklarında devlet mekanizması diye adlandırılabilecek ve devlet iktidarından payına düşen kudrete sahip olabilen ayrı ayrı birimler halindeydi; “Yani topyekûn bakıldığında sadece Hitler’in şahsının birarada tuttuğu ve onun ortadan kalkmasıyla bütün çıplaklığıyla gözler önüne serilecek bir devlet kaosu. Ve bu kaos bizzat Hitler tarafından yaratılmıştı...”
Keyfîlik için devleti parçalama
Tek-adam iktidarlarının aslî -ve çoğu zaman yegâne- hedefinin kendilerinin varlıklarını sürdürmeye (“bekâ”), pratikte, o tek-adamı başta tutmaya dönüşmesi, işte, koskoca devletlerin kaotik yaşantılardan kurtulup devlet mekanizması olarak iş görebilmek için liderin otoritesine ve birleştiriciliğine muhtaç hale gelişinde kendini gösterir: “…Hitler bilerek ve isteyerek, en farklı müstakil muktedirlerin herhangi bir sınır olmaksızın birbiriyle rekabet içinde olduğu, yollarının kesiştiği, yanyana ve karşı karşıya durdukları ve bütün bunların tepesinde de sadece kendisinin olabildiği bir statüko yaratmıştı. Sadece bu şekilde, sahip olmak istediği, bütün yönlerde sınırsız, mutlak hareket özgürlüğünü sağlama alabilirdi.”
Açık ki, böyle bir statüko, başta devlet kurumları, organları, herkes için geçerli yasaların, hukukun, adaletin soluk alabileceği bir ortam oluşturmaz. Tek-adamın böyle bir statüko isteme sebeplerinin başında bu gelir: keyfîliğin iktidarına geçiş. Öte yandan, dünyevî ihtirasları için “güçlü devlet”e ihtiyaç duyan tek-adam açısından bu statüko risksiz de değildir. Tek-adam için keyfîlik şart fakat riskli.
Risk göze alınacaktır, vaktiyle de alındı, çünkü Hitler “…tamamen doğru olan şu hisse sahipti: Her türlü anayasal düzende, en güçlü anayasal organın dahi yetkileri kısıtlanır. Anayasal bir devletin en güçlü adamının bile önüne, en azından sorumluluk ve yetki alanları bariyerleri çıkar, anayasa onun herkese ve her şeye emretmesine imkân vermez ve yine en azından devletin onsuz da işlemeye devam etmesini sağlamak için gerekenler yapılır anayasal düzende.”
Tanıdık bildik sular
Tek-adamın, iradesini sınırlayabilecek bütün kural, kurum ve işleyişlerden kendini kurtarma gayreti yalnız hukuk-adalet, kurumsallık, kuvvetler ayrılığı alanlarında sonuçlarını gördüğümüz bir yıkıcı faaliyet değildir. Sınırsız-dizginsiz keyfîlik, tek-adama siyasî düzlemde de mutlak başına buyrukluk sağlayabilmelidir. Hitler, “bağlayıcı kararlardan hiç hazzetmezdi (…) sadece siyasî gücüne devlet nizamıyla sınır konmasından değil, iradesine sabit bir hedefin tesbitiyle sınır konmasından bile korkuyordu”. Tek-adam rejimlerinin ne ülke içine ne de dışarıya yönelik olarak güvenilir, istikrarlı, tutarlı politikalara sahip oluşları, büyük ölçüde, tek-adamın başı sıkıştığında karar -ve politika- değiştirebilme imkânını sürekli elde tutma ihtirasının ürünü. İç ve dış politikada tutarlılık sağlayabilecek kurumların zaten tepedeki tek-adamın birleştirici otoritesi olmaksızın birlikte iş göremeyecek halde oluşu, sigortasızlığı, dağınıklığı pekiştirir. Hitler, nihaî hedef olarak zaman zaman telaffuz ettiği “Büyük Cermen İmparatorluğu” için coğrafî sınır çizme zahmetine girmemişti. İnsanı sınır mınır her türlü ayrıntı işten kurtaran “Türk’ün Cihan Hakimiyeti…” gibi formüllere ise muhtemelen o dönemin Alman mükemmeliyetçiliği izin vermemişti.
Haffner, Hitler’in meşhur Lebensraum (Hayat Alanı) iddiasının hiçbir zaman, siyasî ve askerî hedefe dönüştürülecek şekilde somutlaştırılmadığına dikkat çekiyor: Hitler’in kafasındaki “yeni imparatorluk”un, “…olsa olsa sürekli olarak ilerleyen ve belki Volga’da, belki Urallar’da, belki de ancak Pasifik kıyılarında duracak bir ‘savunma sınırı’ olacaktı”. Bu nedenle, “Alman ulusunun içsel olarak hazırlı olması gereken ‘hep bir sonraki adımdan’ sözeder Führer”.
Burada iyice tanıdık bildik sulardayız: “…sabit ve yerleşmiş olan hareketli hale getirilmeli ve yuvarlanmaya başlaması için ilk ivme verilmeli, her şey geçiciliğe göre ayarlanmalı ve bu geçicilikten hareketle tamamen otomatik olarak sürekli değişim, büyüme ve genişlemede ısrar etmeli.” Böyle söyleyince o kadar tanıdık bildik gelmedi mi? O halde devamını okuyalım: “Alman İmparatorluğu bütünüyle bir fetih aracı haline gelebilmek için devlet olmaktan vazgeçmeliydi”. (Haffner’in burada anayasalı, modern bir devlet tanımından hareket ettiğini belirtmem herhalde gerekmez.)
“Fatih” ile “devlet adamı”
Başlıbaşına makale sıkletindeki bu cümlenin ardından yazarımız, Bismarck ve Napolyon Bonaparte ile Hitler’i karşılaştırır. Haffner’e göre ilk ikisi devlet adamıdır, Hitler değildir. Bismarck “erişilebilir olana ulaştıktan sonra bir barış politikacısına dönüşmüş”tür, “tıpkı Hitler gibi fatih olarak başarısız” Napolyon’un devlet adamı olarak icraatlarıysa “bugün mevcudiyetini sürdürmekte”dir; “hem de devletin şeklinde o günden bugüne yaşanan bütün değişikliklere rağmen”. Hitler için, “bir devlet yapılanması oluşturamamıştır” hükmünü veriyor Haffner, “onun on sene boyunca Almanları etkilemiş, dünyanın nefesini kesmiş icraatları kalıcı bir önemi haiz değildir ve iz bırakmamıştır - sadece bir fekaletle sonuçlandıkları için değil, zaten hiçbir zaman bir nihaîlik düşünülerek gerçekleştirilmedikleri için de. Hitler salt icraat performansı açısından belki Napolyon’dan da güçlü bir atletti, ama hiçbir zaman bir şey olamamıştı: Bir devlet adamı.”
Buradaki çelişki çarpıcı! Çünkü kendini “devlet”le özdeşleştirmemiş fetih heveslisi tek-adam muhtemelen yoktur. Ne yapıyorsa devleti yüceltmek için yaptığını iddia etmemiş tek-adamsa kesinlikle yoktur. Ancak keyfî iktidarlarının bekâsı uğruna kurumları yıkan, bireylerden bağımsız kurallara dayalı devlet işleyişini ortadan kaldıran tek-adamlar, geride kendilerinden sonra yıkılmaya ve, eğer becerilebilirse, yeniden kurulmaya mahkûm devlet yapıları bırakıyorlar. Bu bağlamda “fetih medeniyeti”, haklara ve sosyal güvencelere sahip olmak, adalet mekanizmasına güvenmek isteyen ortalama yurttaş için bir tür kölelik düzeninin adıdır.
* * *
Sebastian Haffner’in, dünyanın bütün kitaplıklarında özel yer sahibi olmayı hak eden kitabı Hitler Üzerine Notlar’a dair okuma notlarımı aktarmaya burada son veriyorum. O kadar bereketli kitap ki, üzerine daha on yazı yazılabilir; e, bir noktada durmak gerek. Tam durduğumuz noktada Haffner Hitler’in başarı eğrisini “muhatap olduğu rakiplerin değişmesi-dönüşmesine” bağlamaktaydı. Görüldüğü üzre, kitap, bugüne uzattığı çizgilerin bolluğuyla da hayli kışkırtıcı.
Bitirirken, Hitler konusunun Türkiye siyaseti için özel önem taşıdığını hatırlatmak isterim. Sırf MHP’nin iktidar ortağı oluşundan ötürü değil. Bizde, devlet katında etkili olup da bir şekilde Hitler’in pratiğini olumlamayan kimse var mıdır, çok şüpheliyim. AKP öncesi Türkiye’nin yönetici partisi Millî Güvenlik Konseyi’nin, ekonomisiyle, kültürüyle, topraklarıyla, dağı taşıyla, hattâ milletiyle ülkeyi “devlet” diye bir öznenin kullanacağı toplam güç (“millî güç”) sayan devlet teorisinin formüle edildiği yayınına (Devletin Kavram ve Kapsamı) göre, “Hitler’in Almanya’yı ve Almanlığı çok sevdiği” ve her ne yaptıysa “onları dünyada en üstün ve egemen kılmak amacıyla yaptığı” bir gerçektir. AKP Türkiye’sinin -Ahmet Davutoğlu tukaka edilene kadar- dünyaya açılan penceresi meşhur “Stratejik Derinlik”te de soykırımcı Hitler, II. Frederick, Bismarck ve II. Wilhelm’in yarattığı birikimden “yenilmez armada” çıkarır ve “olağanüstü askerî zaferler” kazanır, ancak çeşitli hataları sonucu bunları hebâ ederken görülür.
Her dönemde kendini devletin sahibi veya devletten sorumlu sayan zevatın ağzından dökülenlerin açıkça ilan edilemeyen, fakat örtünün altından her tarafının gözükmesinden de rahatsız olunmayan bir Hitler sempatisi barındırması bir yana, Nazi liderinin ırkçı soykırımcı kılavuz niteliğindeki eseri Kavgam, memleketimizde dönem dönem en çok satan kitap olmuştur. Nihayet, yaygın Yahudi düşmanlığının yarattığı kirli zeminde, “Hitler az bile yapmış” gibi câniyâne laflar uluorta sarf edilebiliyor, soykırımı alkışlayan pop şarkıcısı bu yüzden yaptırımla karşılaşmıyor, popülerliği bile azalmıyor.
Haffner’in kitabını didikleyerek yazdığım beş yazının sizde kitabı (yazarın öbür şahane kitabı Bir Alman’ın Hikâyesi ile birlikte) okuma isteği uyandırması dileğiyle bu seriye noktayı koyayım.
P24 Blog