Dünya Bizim'den İlyas Kartal Steven Ziwing'in konu ile ilgili eserini cdeğerlendiriyor.
"Bizans’ın Düşüşü”, İnsanlığın Yıldızının Parladığı anlar kitabının içinde yer alan bir bölüm. Ayrıca bir kitap olarak da basılmaktadır. Stefan Zweig’in tarihsel olaylarla ilgili kimilerini biyografi formatında kaleme aldığı pek çok eser mevcut. Bizler onu daha çok romancı kimliğiyle tanıyor olsak da olaylara kendi bakış açısını katarak yazdığı bu türde eserleri en çok çevirisi yapılan, basılan ve okunan eserleri arasındadır. Bizans’ın düşüşü bizler için bir hayalin gerçeğe dönüşmesiyken karşı taraf için bir yıkım olmuştur. Şüphesiz bu yıkımın enkazında birçok hikâye birikmiştir. Bu kitapta da Stefan Zweig’in kendi bakış açısıyla oluşturduğu hikâye yer almaktadır.
İstanbul'un ya da Konstantinopolis'in fethi ve aynı zamanda Bizans'ın düşüşü sadece Türk ve Müslüman tarihi açısından değil Avrupa ve hatta dünya, bununla beraber Hıristiyanlık tarihi için de son derece önemli bir olay. Üzerinde çeşitli tartışmaların bulunduğu fetihle bizim açımızdan Orta Çağ kapanmış Yeni Çağ açılmıştır. Tartışma esasında çağların bitişi ve başlangıcı ile ilgilidir. Bir yanda İstanbul’un fethi ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun yani Bizans’ın yıkılışı vardır. Bunlardan hangisinin çağı değiştirdiği de ayrıca bir konudur. Bu hususta Batılı tarihçilerin bir kısmı coğrafi keşifleri, bir kısmı da Rönesans’ı dikkate almaktadır. Bizans’ın yıkılışı ağır gelmiş olmalı.
Biz bu kutlu fethe bizim açımızdan yeterince bakmış olmalıyız. Biraz da karşı tarafın yani az çok tahmin etsek de kaybedenlerin neler düşündüğünü öğrenmek istemez miyiz? Galip gelmek bazen bunu zorunlu kılar. Yoksa başarının idrakine varamaz parantez içinde zaferin sevincini yaşayamazsınız. Tüm sevinçler karşı tarafın hisleri tahmin edilerek daha fazla yaşanır çünkü. Aynı durumda olmamanın verdiği ayrıca bir sevinç de cabası. İşte bu kitap bu duyguları bizlere yaşatmaya aday bir eser.
Yazar, İstanbul ve Bizans için tehlikenin Sultan Mehmet'in babası Murat Han'ın vefatı ertesinde tahtın sahibi olmasıyla ortaya çıktığını söylüyor. Çünkü en iyi eğitimleri almış bu şehzade kendisinden önce sultanlık yapmış tüm isimlerden daha hırslıydı ve İstanbul'u almayı hepsinden daha fazla istiyordu. İstanbul imparatorluk hayallerinin de dönüm noktası olabilecek koskoca bir şehir ve Kutsal Roma'nın son temsilcisiydi. Şüphesiz olası bir fetihle manevi yıkım düşmanlar için onulmaz yaralara sebebiyet verecekti. Fatih bunu da biliyordu. Fakat 1451 şartları tam olarak öyle değildi. Sultan İkinci Murad Han son derece güçlü ve dirayetli bir sultandı. Onun vefatıyla tahta oturan Mehmet’in baş edilebilir ve hatta zayıf bir sultan olacağı düşünülüyordu. Bunun için mutluydular da. Fakat büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaklardı.
Bizans dört bir yandan kuşatılmıştı
Fethe giden yolda Türklerin sağladığı birliği Haçlı cenahı da bu fethin gerçekleşmemesi için sağlamak zorundaydı. İşte Ortodoks Bizans ile Roma'nın Katolikleri bu sebepten bir araya geldi. İki cihan bir araya gelse bir araya gelmeyecek unsurlar Türk tehlikesine karşı önlemler almak için birleşmek durumundaydılar. Fatih Sultan Mehmet'in Anadolu Hisarı'nın karşısına yaptırdığı Rumeli Hisarı niyetini de apaçık belli ediyordu. Boğazdan geçen gemiler Türkler tarafından durdurulmaya başlamıştı. Yani İstanbul dört bir yandan kuşatma altındaydı ve yaklaşan kaçınılmaz sona karşı bir şeyler yapılmalıydı. İşte imparator Konstantin'in Roma'ya yaptığı kiliseleri birleştirme fikri bu korku motivasyonuyladır. Bu hususta belirli bir mutabakat sağlanmış olsa da içeride bu işten çok da hoşlanmayanlar vardı. Grandük Notaras'ın "Şehirde Latin külahı görmektense Türk sarığını yeğlerim" sözü her şeyi açıklıyor aslında. Onu bu duyguya yönlendiren Dördüncü Haçlı Seferi sırasında İstanbul'un Latinlerce istila edilmesi ve hunharca yağmalanması idi. Fakat o da bu birleşmeye kerhen de olsa rıza göstermek zorunda kalmıştır. Bunu salt Latin düşmanlığıyla açıklamak doğru olmaz. Osmanlı idaresinin insancıl ve Batı dünyasının çok çok sonra ancak teorisini kabul ettiği insan merkezli ve hoşgörülü yönetim anlayışı Notaras'ı bu fikre yönlendirmiştir. Avrupa bilhassa mezhep aristokrasisinin ve bu aidiyete bağlı olarak yapılan zulümlerin odağında kıvranıp durmuştur. Nihayetinde bu hiç sonlanmamış da bir meseledir. Sadece aktörlerin yeri değişmekte ve ayrım bazen mezhep, bazen ırk, bazen renk ve bazen de din üzerine uygulanmaktadır.
Stefan Zweig iki inancın birleşmesini Doğu ile Batı'nın birleşmesi olarak görüyor. Herhalde Doğu da bizim Batı da bizim demenin bir başka çeşidi bu olsa gerek. Ayrıca yazar bu birleşmeyi tek çare olarak gördüğünü ve olması gereken ve hatta geç bile kalınmış bir bütünleşme olduğunu izah ediyor. Ama korkuları da beraberinde geliyor ve bu kırılgan birliktelik içerideki tepişmelere daha fazla dayanamıyor, ortadan yarılıyor. Bunun neticesi Konstantin'in kendisine söz verilen yardımları alamaması ve ancak birkaç kadırga ve birkaç yüz askerle yetinmek zorunda bırakılması olacaktır. Ama tüm bu olumsuzluklar bu kutlu fethi ve mucizevî zaferi küçültmek için kullanılamaz. İstanbul daha önce olsun o dönemde olsun alınması çok güç savunulması nispeten daha kolay olan bir yer olmuştur.
Fetihten önce Fatih devlet adamlığının gereğini yerine getirerek gerek fetih sırasında gerekse de sonrasında kendisine yönelik bir tehdit oluşmaması için hem Macarlarla hem Sırplarla hem de Venedik ve Cenevizlilerle babasının imzaladığı saldırmazlık antlaşmasını devam ettiriyor. Bu arada yine babası zamanından kalan Konstantin ile de antlaşması mevcut. Stefan Zweig, bu antlaşmanın bozulmasını Fatih Sultan Mehmet'e bağlıyor. Hatta edilmiş yemine rağmen Mehmet'in ikiyüzlü bir tavır sergilediğini ifade eder. Meselelere tek taraflı ve at gözlüğüyle bakmanın ve tarihi olayları zamanın ruhuna göre okuyamamanın neticesi bu olsa gerek. Stefan Zweig keşke ölmeden şu basit gerçeklikleri öğrenme ve idrak etme şansını yakalasaydı. Öncelikle Fatih içeride kendi sultanlığını yetersiz gören ve her yönüyle bir tehdit unsuru haline gelmiş bir Karamanoğlu tehlikesiyle mücadele etmek zorunda kalıyor. Bunu gören Bizans, bir süredir elinde bulunan Orhan'ın fidye tutarını iki katına çıkarmayı talep ediyor ve aksi takdirde babası tarafından akrabalığı bulunan Orhan'ın Osmanlı tahtında hak sahibi olacağını beyan ediyor. Sene 1451'dir. Yani Fatih'in tahta çıktığı sene. Bu andan itibaren fetih hazırlıklarının başladığını söyleyebiliriz.
İstanbul en büyük hasarı Haçlı seferleri sırasında yaşadı
Dışarıdan Bizans'a bakıldığında çok güçlü surlarla çevrili olduğu görülür. Daha evvel Araplar, Türkler ve başkaları da burayı çok istemelerine rağmen fetih hususunda başarılı olamamışlardı. Şehir bu süreçte tabii ki yıprandı ama şehrin asıl yıpranışı Haçlı seferleri sırasında oldu. Yazar bundan pek bahsetmiyor ama neredeyse her seferde ve bilhassa Dördüncü Haçlı Seferinde şehir yağmalanmış, tarumar edilmiştir. Bu sağlam surlar hem içeriye güven veriyor hem de içeri girmek isteyen dışarıdakilere farklı plan ve projeler hazırlama mecburiyeti getiriyordu. Fatih biliyordu ki kendisinden önce defalarca kuşatılmış fakat alınamamış bu şehrin hususiyetleri çok farklı ve ona göre hazırlık yapmak gerekiyordu. Rumeli Hisarı inşa etmeler bu yüzden.
Bir de bu kalın surlara bir çare bulmak lazımdır. Bu noktada Macar asıllı Urban tabir yerindeyse transfer edilip bünyeye katılır. Urban, (kitapta Urbs ya da Orbs deniliyor) küskün bir dökümcü. Döktüğü o ölümcül cehennem toplarıyla fetihte çok önemli bir rol oynayacak ve İstanbul'u cennetle tanıştıranlardan biri olacaktır. Şüphesiz ki o cennete nail olmak İslâm’ın nuruyla şereflenmekten başka bir şey değildir. O ana kadar bu surlar sayesinde ayakta durabilmiş bu şehir artık işini çok daha ciddiye alan bir fatih tarafından tehdit edilmekteydi ve surların delinebileceği ve aşılabileceği psikolojisi tüm şehri ve Bizans’ı sarmıştı. Türk tarafı ise fethe günbegün daha fazla inanmaktaydı. Bu durum bizim için Necip Fazıl Kısakürek’in “Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes / Ey kahpe rüzgâr artık ne yandan esersen es” dizeleriyle somutlaştırılabilir. Çünkü başarıyorduk, surları delmeyi başarıyorduk.
Yazar genel olarak birlik olmanın, bütün olmanın önemine vurgu yapıyor. Kendisi Yahudi bir ailenin çocuğu olmasına rağmen iki dünyanın varlığını kabul etmiş vaziyette. Bazı hallerde Doğu ile Batı arasında devam eden savaş iyi ile kötünün savaşına dönüşüyor. Stefan Zweig oyunu Batı’dan yana kullanarak Bizans’ın düşüşünü gözyaşları içinde anıyor. Ona göre Bizans’ın bu kez de kurtuluşu Türklerin ve Müslüman dünyasının ait olduğu yere gönderilmesi için bir fırsat olabilirdi. Zweig’in de medeniyet fikri ve tasavvuru Batı dünyasının hep bir elden Doğuluları kendilerine ait olmayan yerden uzaklaştırma vizyonuyla paralellik arz etmektedir. Bu nedenle tüm kitap boyunca yazarın şart ekine bağlı olarak türlü türlü hayıflanmalarına şahitlik ediyoruz. Bir türlü gelmeyen yardımlar Zweig’in tabiriyle Bizans’ı kaderine terk etmiştir. Bunu fırsat bilen Türkler ise karalardan gemiler yürüterek ve şehri dört bir yandan kuşatarak kimsenin nefes almasına izin vermeden zafere koşmuştur.
Fatih Sultan Mehmet’in komutanlığına övgüler
Yazar bazen Fatih Sultan Mehmet’in üstün komutanlık dehasını, yönetim kabiliyetini ve kazanma arzusunu takdir ediyor ama başarıları gölgelemeyi de ihmal etmiyor. Bizim açımızdan bu fetih Peygamber Efendimiz’in Hadis-i Şerifi’nde bahsettiği kumandanını bekliyordu sadece. Yani fetih kaçınılmazdı. Muhakkak gelmeyen yardımlar, eksik askeri teçhizat, öngörülemeyen planlar, kötü taktikler ve hücumlara verilemeyen karşılıklar da etken ama en büyük etken Türklerin ve dolayısıyla Müslümanların bu fethi Fatih Sultan Mehmet özelinde ısrarla istemeleridir. Yazarın kitabın sonunda bir sebepten açık unutulan Kerkoporta kapısı denilen ve yayaların şehre girip çıkmakta kullandıkları bu kapıdan Osmanlı askerlerinin girdiği iddiası çok eskilere dayanmaktadır.
Zweig neredeyse bu kapı açık unutulmasaydı fetih gerçekleşmeyecekti demeye getirmektedir. Baştan belirtelim ki böyle bir olay yaşanmamıştır. Yani bunu doğrulayacak hiçbir veri yok elimizde. İstanbul’un elden çıkışını, Bizans’ın düşüşünü, kutsal Haç’ın yerlere çalınışını küçücük bir kapıya bağlamak tarihsel değil politiktir. Nitekim tarihçilerimizin tamamı bu konuda Batılı tarihçilerden ayrı düşünmektedir. Bu yaklaşım fethi küçümsemekle beraber iki taraftan bu uğurda ölen binlerce insana da büyük saygısızlıktır. Başta Fatih Sultan Mehmet Han olmak üzere askerlerinin kahramanlıklarını da göz ardı etmek doğru olmayacaktır. Ayrıca çağ açıp çağ kapatmak insanüstü enerji ve motivasyon gerektirmez mi?
İşin bir de Ayasofya boyutu var. Bu kutsal mabet, bu Justinianus’un ulu mabedi neredeyse bin sene evvel inşa edilmiş ve türlü türlü belalardan kendisini korumayı başarmıştır. Fakat şimdi şehrin surlarını hiç olmadığı kadar yıpratan Türklerin tehdidi altındadır. Yazar bunun için de duyarsız müttefiklere sitem ediyor. Hiç olmazsa Ayasofya için, din için diyor gelin diye. Artık şehrin düşeceği belli olunca Hıristiyan dünyası için Ayasofya’da son ayin gerçekleştirilecektir. Fethin sembolü olan Ayasofya Camii beş yüz seneye yakın cami olarak kaldıktan sonra kendi ellerimizle müzeye dönüştürülmüştür. Bu da belki Batı dünyası için küçük fetih olarak tanımlanabilir.