Hilâfet

İlk İslam cemaati olan sahabilerin, sünnet-i zevâid ve dönemsel faktörlerin de etkisi ile geliştirdikleri yönetim biçimi olan hilâfetin dinî bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Dolayısı ile Hilâfetin kaynağı din değil, siyasettir.

Hilâfet

İlahiyatçı yazar Mehmet Gündoğdu yazdı;

Hilâfet Nedir?

Halef, Halife, Hilâfet, Muhalif, Muhâlefet kelimeleri: Arapçada arka manasına gelen (خلف  ) mastarından  türemiş, birinin yerine gelen, birinin arkasından gelen,  birisini arkadan takip eden manasını taşırlar. Bir yönetici kendisinde öncekinin arkasından geldiği için, Halife; muhalifler, iktidarı arkasından takip ettikleri için Muhâlefet denmiştir.

Hilâfet ya da halifelik terim manası: Hz Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkan siyasi niteliklere sahip olan yönetim makamıdır. Bu siyasi makamın başında yer alan kişilere Halife adı verilir.

Hilâfetin kaynağı

“Hilâfet dinî olmaktan öte dünyevî bir meseledir. Şianın iddiaları aksine İtikatla da bir ilgisi yoktur.  Şöyleki;

Fakihler (Hanefiler) sünnet tasnifinde sünnet-i hüdâ ve sünnet-i zevâid tabirlerini kullanarak sünnete mahiyeti itibariyle farklı bir bakış açısı getirmişlerdir. Buna göre:

1-Sünnet-i hüdâ: Yerine getirilmesi dinî bir emir ve gereklilik olan sünnetlerdir. Peygamber efendimizin peygamberlik vasfı ile yaptığı sünnetlerdir. Ezan ve kâmet, bayram ve Cenaze namazları gibi dinin şeâirinden olan hususlardaki sünnetler sünnet-i hüdâ kapsamındadır.

2- Sünnet-i zevâid: Hz. Peygamber’in, Allah katından bir ayet, vahy/tebliğ veya Allah’ın dinini açıklama niteliği taşımaksızın insan olarak yaptığı davranışlara “zevâid sünnet” veya “âdet sünneti” denilir.

Hz. Peygamber’in yönetim, devlet başkanlığı, ordu komutanlığı, tarım, ticaret işleri, tıbbi tedavi usulleri, ailede baba, dede,vb. giyim kuşam ve yeme içme tarzı, kişisel yaşamı, bu bölüme girer.  Bu kapsama giren hiç bir eylem ve davranışların kaynağı din değildir.

Bunlara uyma ve uygulamada dini bir mükellefiyet/zorunluluk yoktur. Zaten “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” hadisinden de bu ayrım anlaşılmaktadır. Bunu anlatmaktadır.

Hilâfet kavramı, ilk defa Hz. Peygamber’in (sav) vefatı sonrası Benî Sakîfe olayından sonra ortaya çıkmıştır. Hulefâ-yı Râşidîn döneminde oluşturulan bu müessese, tarihsel şartlar ile dönemin ihtiyaçlarına uygun olarak yapılandırılmaya çalışılmış siyasi bir kurumdur.

Hilâfet, Siyaset, iktidar ve devlet/yönetim işleri, sünnet-i hüda, dinî farz’lara, Vacip’lere göre oluşturulmuş bir kurum değildir. İlk İslam cemaati olan sahabilerin, sünnet-i zevâid ve dönemsel faktörlerin de etkisi ile geliştirdikleri yönetim biçimi olan  hilâfetin dinî bir bağlayıcılığı bulunmamaktadır.

Eğer öyle olsaydı; Sahabenin önde gelen siyasi aktörlerinden, Sad bin Ubade, Hz Ebu Bekir, Hz Ömer, Hz Ali, Hz Osman, Hz Âişe, Abdullah ibn Zübeyr, Ebu Süfyan, Muaviye, Hz Hasan, Hz Hüseyin gibi ileri gelenleri arasında şavaşa varacak kadar ihtilaflar çıkmazdı, siyasi mücadeleler yaşanmazdı.

Ezcümle, Hz Osman’a, hilâfetinin altıncı yılından sonra yaptığı icraatlarına muhalefet ve tepkilerin kaynağı, Hz Ali ile Hz Âişe’nin, yine Hz Ali ile Muaviye’nin ihtilafları, dini değil siyasidir. Dolayısı ile Hilâfetin kaynağı din değil, zamana ve şartlara göre değişen siyasettir.

Kur’an’da yönetim biçimi ve devlet yapısı

Kur’an, belli bir yönetim biçimi ve devlet yapısını ön görmemiş, bu konuda ayrıntılı ilkeler koymamıştır. Dolayısı ile İslamda kutsal bir devlet anlayışı veya yapısı yoktur.

Kur’an’da sadece yöneticilerinin uygulaması gereken adalet, emanet, istişare, ehliyet maslahat vb. temel ilkelere işaretlerde bulunulmuştur. Yöneticiden/Kral’dan değil kurallardan bahsetmiştir.

Hadislerde de devlet yönetiminin keyfiyetine dair kesin ve bağlayıcı hükümler bulmak mümkün değildir. Meselenin kesin kurallarla tespit edilmemiş olması, yönetim biçiminin, her dönemin insanlarına bırakıldığını göstermektedir.

Nitekim fıkıh usulcüleri de; “hakkında nass olmayan konularda, Hz. Peygamber’in (sav)  zevaid kapsamındaki sünneti,  davranışları, sözleri uygulamaları ve dört halifenin devlet başkanı olarak yaptıkları dönemsel idari uygulamalar bağlayıcı nitelikte, yapılması gerekli nihai uygulamalar değil, dönemin siyasetinin bir gereği örnek olarak değerlendirilmelidir” şeklinde görüş bildirirler.

Hilâfetin kuruluş süreci

Hilâfet Hz. Peygamber’den sonra sahabe tarafından uygulama ile şekillendirilmiş bir kurumdur. Buna göre ilk dönemde konunun zaruri boyutlarına yönelme tutumu sahabenin geçmiş tecrübeleri üzerine bina edilmiştir.

Onun için Hilâfetin kuruluşu, cahiliye döneminde Arapların yönetim yapılanmasına benzer şartlar paralelinde gerçekleşmiştir.

Nitekim Sakîfe’de Sa’d b.Ubâde etrafında oluşan toplantı bunun kanıtıdır. Hz. Ebû Bekr’in Sakîfe’ye varmasıyla Kureyş vurgusu baskın çıkmıştır. Kureyş’in İslam öncesi dönemlere uzanan prestiji hilafet açısında daha sonra meşruiyet şartına dönüşen hatta bağlayıcılık ekseninde işlenmiştir.

Hz. Ali’nin seçim sonrası dikkat çektiği üzere, (Hz Muhammed’den önce Mekke yöneticisi Ebu Tâlib’in mirasçısı olması hasebiyle) kabile prestiji hususu aslında Kureyş’in iç unsurları arasında da söz konusu idi.

Ancak ilk halifenin seçimi sırasında Hz Ebu Bekir’in, Hz. Peygamber’in en yakınında olma ciheti öne çıkarılmış, Kureyş mensubiyeti gibi aidiyetler de buna destek yapılmıştır.

Bundan dolayı Sahabe arasında Sa’d b. Ubâde’nin Halife namzetliği usul açısından yadırganmış değildir. Çünkü onun İslam öncesi kabile önderliği, İslam döneminde de etkin olarak sürmüştür.

Pek çok açıdan yeniden kururumsallaşma faaliyetine girişen bir toplumun örf ve adetlerinden tamamen soyutlanmasını beklemek gerçekçi olamaz. Bu durum doğal olarak hilâfet için de geçerlidir.

Hilâfet kurumu, tamamen Hz. Peygamber’den (sav) sonra şekillendirilmiştir. Bir bakıma Hz. Peygamber’in (sav) irtihali ile sahabe bu meseleyi kucağında buluvermiştir. Hz. Ebû Bekr’in halife olarak seçilmesiyle sonuçlanan sürece bir bütün olarak bakılırsa üretilen çözümlerin pratikliği, toplumsal hafızaya uygunluğu ve gerçekçi şartları karşılayıcı olduğu görülür.

Hilâfet işi dini feraizden olmadığı bilakis siyasi bir mesele olduğundan Hz Ömer hariç Hulefâ’yi Raşidîn’in hilâfet seçimlerinde bazı  sorunlar çıkmış, ancak zorda olsa çözüme kavuşturulmuştur.

Ayrıca Halife seçimi konusunda Hulefâ-yi Râşidîn döneminde birbirinden farklı yöntemler ortaya konulmuştur. Bu yöntemlerin tamamında dini feraiz değil, Medîne halkının oluru yani biatı/oyları, meşruiyetin temeli sayılmıştır.

Birinci Halife’nin seçimi beyat/ oylama yöntemi; İkinci halifenin vasiyet/ öneri yoluyla seçilmesi; Üçüncü halifenin şûrâ/ seçiçi kurul tarafından; Dördüncü halife seçimi de mevcut karışıklık ortamında yine Medîne halkının biatı ile tamamlanmıştır.

Hulefâ-yı Râşidîn dönemi boyunca halife seçimi mevzusu uygulamada yaşanan sıkıntılar açısından bakılacak olursa (şia hariç) dini, fıkhî, itikadî bir değerlendirmeye konu olmamıştır. Aynı durum halifenin yetkileri, denetleme mekanizmaları, halifenin görev süresi gibi ilgili durumlar için de geçerlidir.

Başta Emeviler, Abbasiler, ve Osmanlılar, dönemlerinde hilafetin babadan oğula miras yolu ile geçmesine dönüştürülmesi ve nihayet 1924’te hilafetin kaldırılması sırasında TBMM’ de yapılan müzakerelerde, hilâfetin dini,  itikadi bir mesele olmayıp siyasi bir kurum olduğu ortaya konmuştur.

Hocalarımıza söylüyorum, hilâfet konusunda en son gelinen nokta “Halifelerin yeryüzünde Allah’ın gölgeleri” olduğu anlayışı dinin, itikadın hangi prensibine uygun Allah aşkına!

Sonuç itibarı ile; İslamda, kutsal bir kurummuş gibi Hilâfet çığırtkanlığı yapanların aksine; Hilâfet kurumu dinî mükellefiyetler çerçevesinde İslamın olmazsa olmazı değildir.

Bilakis yönetim, adı ne olursa olsun her dönemde,  yaşayan  Müslümanların bilgi ve tecrübelerine ve tercihlerine dayalı, ihtiyaçlara göre değişebilen, insanların temel hak ve özgürlüklerini temin eden,  insanlara en çok faydalı siyasi sistem olmalıdır.

Yine döneminin ihtiyaçlarını göz önünde bulunduran herhangi bir siyasî sistem/yöntem, Müslümanların dünyevî ve uhrevî işlerini yerine getirme hususunda (İslamî temel ilkelere bağlı kaldığı sürece), kabul edilebilir bir yönetim sistemidir.

Günümüzde Kur’an’ın genel yönetim ilkeleri (adalet, emanet, istişare, ehliyet, maslahat) açısından bakıldığında, işin aslını bilen din alimleri tarafından, Demokrasi ile idare, bu zamandamüslümanlar için en uygun yönetim biçimi olduğu  ifade edilmektedir.

Vesselam.

Kaynak:TDV, İslam Asiklopedisi, “ Hilafet” mad;  Diyanet, İLMİHAL-II, Yönetim Biçimleri, s,260; Mustafa SARIBIYIK / Şarkiyat Mecmuası Sayı 23 (2013-2) 169-185 171