"Osmanlı 'Türk' Dünyası'nın, Yavuz Sultan Selim'in, 1500'ün başlarında yaptığı, sosyal ve siyasal açıdan Arap unsuru ile birebir muhatap olunmasını sağlayan Mısır seferi ile tanıştığı hilafet mes'elesi, birçok dinsel çevrenin iddia ettiği üzere, temeli Kur'an itikadına dayanmayıp, bir yönetim biçimi ve içerik olarak 'gereklilik' arz eden bir mevzu kabilinden, beraberinde birçok tartışmayı da getirmiş bulunmaktadır.
Bilindiği üzere "halife" 'sonradan gelen' yani birinin ardılı hükmünde olan kişiyi vurgular ve salt maddi bir temele dayanır. Buna uygun bir örnek vermek gerekirse; Türkçemizde galat-ı meşhur olarak 'kalfa' denilen kişide, ustanın ardılı hükmünde olup halife kelimesinin, dilimize yerleşen farklı bir telaffuzuna işaret eder.
Bu böyle olmakla birlikte, modernizmin yol almasıyla birlikte, Batı’da olduğu üzere, İslam dünyasında da, hayatın her alanında olduğu gibi yönetim konusunda da Müslümanların, öteden beri tevarüs ettire geldiği paradigmaları hiçe sayan 'çağdaş' uygulamalara koşut olarak, yeni biçimler ihdas edilmiş ve hızlı bir şekilde de kabul görmüştü.
Bu kabul görmelerin önemli bir kısmının, kendisi 'yerli' ama anlayış olarak yabancılaşıp Batılılaşan aydınlar ve yöneticiler tarafından her ne pahasına olursa olsun toplum nezdinde temellendirilmeye çalışılıyordu.
Zaten, Tanzimat'la başlayan Osmanlı Batıllaşmasına bir anlam veremeyen Müslümanlar, durdukları zeminin ayaklarının altından çekildiğine şahit olmakla birlikte, -içeriği salt siyasi olarak belirlenmiş olsa dahi- ümmetin birliği olarak gördükleri, hakikaten de öyle görülmesi gereken hilafet kurumunun ortadan kaldırılmaya çalışıldığına şahit oldukları günden buyana bu mevzu hiç gündemden düşmemiş ve bilakis artarak devam etmiştir.
Yerine göre bu öyle bir hal almıştı ki, değil İslam'ın ilk döneminde olduğu bilinen hilafete, temeli, şura ilkesine değil de, salt saltanata dayanan Osmanlı idaresinin kendi geleceğine yönelik bir işlerlik kazandırdığı hilafeti adeta itikadi bir mes'ele olarak kabul ettiği gözlemlenen bir anlayış vuku bulmuştu.
Hilafet sahiden itikadi mi, ya da siyasi ağırlıklımıydı?
Bir defa, baştan belirtmek gerekirse, bu mes’ele nasslara dayalı dinî bir konu olmayıp; üstelik Hz. Muhammed(s)'ın, yaşadığı ve hemen her konuda Müslümanların mehaz aldığı bir vasatta gündeme gelmeyen ve de 'kendisinden sonra' ümmete vasiyet edilmeyip, daha sonraki, siyasi konjönktürde ortaya çıkan hilafetin, salt siyasi bir mahiyetinin olduğunu görmemiz gerekirdi.
Bununla birlikte, hilafetin, -Katolik inancında olduğu üzere ruhani (teokrasi) olmayıp salt siyasi bir yönünün olduğunu söylemek de, onun, dini nasslara dayanmayan, bilakis, dönemi açsından, Müslümanların, bir arada ve 'tek devlet' çatısı altında yaşamalarını salık veren bir düşünce olarak, zihinlerde yer ettiğini söyleyebiliriz. İşe, iddiamız açısından idealpolitik olgu ile baktığımızda; böyle bir şeyin ne bizzat Hz. Muhammed(s), ne dört halife döneminde neşvünema bulmadığı ve ne de bu konunun Kur'an’da zikredilmediği; reelpolitik açıdan bakıldığında ise, baştan beri Şii dünyayı, bir an sarf-ı nazar ettiğimizde, Sünni dünyada, hilafet konusunun, devletin tebaa üzerinde kurmak isteğinin önplana çıktığı görülür.
Müslümanlarca bağlayıcılığı yönü bulunan dinî nasslara dayanmayan, bilakis, 'insan tarafından' üretilen, genele hükmetme, yönetim erkini belli bir kesime deruhte etme esprisi üzerine kurulu bulunan ve yine, 'bir grup, zümre ve şahıs arasında dönüp dolaşması' mantığına dayalı olup çoğulculuğu değil, tekçiliği baz alan bir yönetim şeklinin, dün birçok yapısal arızası olduğu halde, tekrardan ve hem de çoğulculuk kavramının dahi, yeni yorumlara tabi tutulduğu, tutulması gereken bir vasatta, hilafet bize ne söyleyebilecekti; demek gereği duyuyor insan...
Bu tür bir yönetim şeklinin uygulandığı vasatta, "yeryüzünü imar etmesi" esprisine muhatap olan, ama zamanla bu muhatabiyeti, üst'ten ast'a doğru bir silsile içerisinde ıskalayan Müslümanların, ortaya koydukları bu yanlışın karşılığının faturası olarak; Batı'nın, adeta kaderin cilvesi mucibince ümmet coğrafyasının işgal edilmesi, hemen her şeyin tarumar edilmesi sonucunda; Şii dünyada olduğu üzere, Hint alt kıtasında, Mısır'da ve Osmanlı İstanbul'unda, yanlış giden birçok şeyin tespitine ve olası çözümüne yönelik düşünsel ve zihinsel çabalar kendine yer bulmuştu.
Yapılan bu tartışmaların farklı bir tezahürü olarak, cumhuriyetin ilk yıllarında, Seyit Bey tarafından eleştiriye tabi tutulan hilafetin, ilk dönem, çoğu da belli bir İslami bilgi birikimine sahip İslamcı aydın ve entelektüelin, yönetim bağlamında, siyaseten uygun düşecek ve hem de farklılaşan toplumu kuşatıcılığı öngörülen yeni kavramsallaştırmalar içerisinde bulunmaları, işin önemini izah edecek seviyede olduğunu işaret ediyordu.
Kabul etmek gerekir ki, Seyit Bey, eğer hilafet Kur’an nasslarına dayanan bir altyapıya sahip olsa idi, onun hilafete yönelik bir eleştirisi söz konusu olmazdı. Sadece maddi temelli bazı noktaların eksiğine gediğine işaret ederdi diye düşünüyoruz.
Keza "İslam Devleti" söylemi de, böyle bilinmeli ki, dini/ Kur’anî bir nassa dayanmayan ve giderek eleştiriye uğrayan hilafet kavramı ve olgusuna karşılık olarak ortaya atılmıştı. Hilafet kavramında olduğu üzere, İslam devleti kavramı da, salt dini olmaktan ziyade siyasi idi.
O da bir maslahata binaen, var olan yönetimin işlerliği açısından, mevcudu kurtarma ve var olanı elde tutmaya yönelik maddi temele haiz zihinsel bir atraksiyona dayanmaktaydı.
Her ne şekilde ve kalıpta olursa olsun; ister imamet, ister hilafet, ister İslam devleti vs. ortaya atılan tüm bu kavramlar, bir amaca yönelik olarak kendine zemin bulmakta olup haddi aşmamak ve espriyi ıskalamamak şartıyla; meşruiyetini dinden değil de, bilakis, hakkın rızası gözetilerek, yapılan, ortaya konan 'iyi ve hayırlı' işlerden kotarılan ve insan'a da sıcak, içtenlikli gelen uygulamalardan alan tüm yönetim şekilleri, 'Müslüman' için baş tacı olmalı idi...
İletilmiş bilgiler ışığında yönetim olgusuna baktığımızda bu meselenin ontolojik açıdan farklı zeminlerini görebiliriz. Bunlar salt insan düşüncesinin eseri olan, insan muhayyilesine dayanan, edindiği tecrübî bilgiyi daha üst bir formla test etme ihtiyacı hissetmeden yönetsel düşünce biçimleri olan monarşi, oligarşi, demokrasi vs. kategorilerinde değerlendirilebilir.
Bunlar seküler temelli de olsa anlamları, işlevlikleri ve amaçları doğrultusunda değerlendirildiğinde birbirilerinden maksat açısından farklılık arz ederler. Kur'ani ifade ile bunları kategorize ettiğimizde bazılarının marufa dair bir yönünün olmadığı bilgisine sahip oluruz. Zira istişareye, düşünce özgürlüğüne ve çoğulculuğa dayanmamaktadır. Örneğin, monarşi.
Demokrasiye gelince ise, o, seküler temelli de olsa içerisinde en azından çoğulculuk vs. yanları barındırdığından iyiye ve güzele yönelim açısından yüzlerce yıllık insani bedellerle esaslı bir irtibatı bulunduğundan dikkate değer tarafı söz konusudur. Diğerlerinden en bariz farkı ise hem bir yönetim biçimi ve hem de seküler temelli de olsa, insanı durduk yere devlete ram etmeyen bir yaşam biçimi içeriyor oluşudur. Diğerleri salt boyun eğmeciliğe ve tekçiliğe dayandığından alternatif yaşam biçimi üretebilmeyi baştan yok sayıp reddetmektedirler.
Ahmed El-Kâtib’in önerisi; Demokratik Hilafet…
Ahmed el-Katib İslam dünyasına “kendi formüle ettiği bir düşünce skalası içerisinde “demokratik hilafet” yapısını öneriyor.(*)
Sanırız Ahmed El-Kâtib, başlarda, meşru bir amaca mı, yoksa müstevlilerin Ortadoğu’ya yönelik yeni oyunlar adına mı oluştuğu konusunda ne amaç güttüğü bilinmeyen, ama şimdi ne idiğü belli olan DEAŞ’ın devrede olmadığı bir zaman diliminde bu konuyu gündeme taşımış, epey tartışılmış ve o konuya yönelikte bir eseri yayınlanmıştı. Ki, bu eser aynı zamanda DEAŞ’ın “kanlı eylemleri” öncesinde Türkçeye de çevrilip akabinde yayınlanmıştı.
O, Müslümanların hem Batı’ya ve hem de onun önerdiği formlara karşı var olan güvensizliğine ek olarak, kendisinin de içerisinden geldiği Şii dünya ile birlikte, zamanla vakıf olduğu Sünni dünyanın idari anlamda rahatlamasına katkı sunacağını düşündüğü hilafet konusuna yaklaşımına dair görüşlerini kaleme almıştı.
Hilafet konusu ile ilgili en son şunları söyleyebiliriz; yönetim mevzuu, ne Şii ve ne de Sünni paradigmada dile getirildiği üzere “imam ve “halife” figürü üzerinden ruhanilik kılıfına sokulmayacak kadar insani, yani, yaratılanın, yaratıcının kendisine hediye ettiği fıtratından hareketle –var olan hakikati de es geçmeden- ele alınması gereken bir konudur.
Böyle olunca, iş bu minvalde yürüyecekse bir sorun kalır mı?
*)Demokratik Hilafete Doğru
Sünni Siyasal Düşüncenin Gelişimi
Ahmed El-Kâtib
Mana Yayınları
Kaynak: hertaraf.com