Cumhuriyeti kuran irade, Osmanlı sisteminin korkuya ve tehdide dayandığını, bu yüzden “korkak, zelil, sefil, rezil”, insanlar yetiştirdiğini öne sürmüştür. Biz bu iddiaya karşı “estağfirullah” demek ihtiyacını hissediyoruz!
Çünkü Cumhuriyeti kuranlar, hiç şüphe yok ki Osmanlı döneminde yetişmişti!
Cumhuriyet sonrasındaki uygulamaların toplumda dalga dalga korku meydana getirdiği, bu korku kullanılarak ülkenin yönetildiği, tesbiti zor olmayan bir hakikattir. Korkunun, sadece halka değil, dönemin ilim ve fikir adamlarına, aydınlarına da yansıtıldığını, daha önceki bir yazımızda Fuat Köprülü örneği üzerinden ortaya koymuştuk.
Bu korkulardan biri de “hilafet korkusu”dur!
Bu konuda o kadar ileri gidenler olmuştur ki, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferini bir felaket olarak gören güya “tarihçi”ler çıkmıştır. Neden? Çünkü hilafet Osmanlı’ya Mısır seferinin sonucunda gelmiştir! Gerçekte, Osmanlı hilafeti önemsememiştir. Hatta Sultan Selim’in hilafeti Mısır’daki son Abbasi halifesinden devraldığına dair iddiaların dayanaksız olduğunu yazan tarihçiler vardır. Diğer bir husus da Osmanlı padişahların halife ünvanını Yavuz’dan önce de kullandıkları bilgisidir. Velhasıl, hilafet, bugün tartışılan anlamıyla 19. yüzyılın sonunda önem kazanmıştır. Bunun sebebi de sömürgeci ülkelerin istilasına maruz kalan Müslüman toplulukların müstakil ve zamanın şartlarında en güçlü Müslüman devlet olan Osmanlı devletine yönelmeleridir. (Osmanlı devleti dünyanın 7. Büyük devletidir)
Abdülaziz döneminden itibaren hilafet önem kazanmaya başlamış, ittihadıislâm kavramı kullanılır olmuştur. Doğu Türkistan’da müstakil bir devlet kuran Yakup Han, Osmanlı halifesinin yüksek otoritesini tanımış, onun adına hutbe okutmuş, para bastırmıştır. Emperyalist saldırıların artışına paralel olarak hilafet kurumuna teveccüh artmış, Sultan Abdülhamîd de bu yönelmeyi siyasî bir koz olarak değerlendirerek İslâm dünyasına yönelik bir siyaset takip etmiştir. Başlangıçta hilafet İngiliz siyasetine ters görünmemektedir. Dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip sömürgeleri olan İngiltere, Osmanlı halifesini bu bölgelerde yatıştırıcı bir unsur olarak görmüştür. Bir süre sonra bu tersine dönmüş ve hilafet İngiliz emperyalizminin bir numaralı meselesi haline gelmiştir. Bunda Hindistan Müslümanlarının “Hilafet hareketi”nin rolü büyüktür. Hindistan hilafet hareketini, antisömürgeci bir hareket olarak Hindu önder Gandi’nin de desteklediği, toplantılarına katıldığı bilinmektedir.
M.Kemal Paşa tarafından Ankara’da yayınlanan Hâkimiyet-i Millîye’nin 5. sayısında (27 Ocak 1920) birinci sayfanın mühim bir kısmını kaplayan “Hilafet ve âlem-i Iṡlâm” başlıklı yazı Millî Mücadele’nin strateji belgesi mahiyetindedir. Yazının Mustafa Kemal tarafından yazılmış veya yazdırılmış olduğundan şüphe yoktur. Bu yazı dönemin siyasetinin anlaşılması bakımından fevkalâde önemlidir. Başlangıçta, o günün önemli dünya meseleleri arasında bulunan, Türkiye’nin mukadderatı, yani Osmanlı Devleti’nin merkez topraklarında müstakil bir devletin varlığı, İstanbul’un bu devletin sınırları içinde kalıp kalmıyacağı, hilafet ve saltanatın devam edip etmiyeceği (Osmanlı Devleti’nin sürüp sürmiyeceği) tartışmalarının belirleyicisi olarak Hindistan müslümanlarının tepki ve teşebbüsleri gösterilmektedir. Londra ve Hindistan’da yükselen “İslâm sesi” daha önce benzeri görülmeyen bir ciddiyetle bizi savunmakta ve Avrupa’nın muhteris siyasetinden hukukumuzun ve varlığımızın teminini tehdit edici bir dille talep etmektedir…
Burada ifade edilen hususlar, Millî Mücadele boyunca çözümü gündemde olan meselelerdir. Düzmece inkılâp tarihi kitapları, bu mevzulardan hiç söz etmez! Mustafa Kemal, Samsun’dan yola çıktığından itibaren hep vatanla birlikte hilafet ve saltanatın kurtarılması için mücadeleye atıldığını ifade etmiştir. Kongrelerde olduğu gibi, bu husus Büyük Millet Meclisi’nde de sık sık dile getirilmiştir. Ankara âlemi islâmın emperyalizme karşı isyanının umumî karargâhı olarak ilan edilmiş, büyük bir İslâm kongresi toplamak için harekete geçilmiş, Mehmed Âkif “islâm şairi” olarak Ankara’ya davet edilmiş ve İslamcılık cereyanın en önemli yayın organı olarak kabul edilen Sebilürreşad Meclis’in bütçesinden basılıp dağıtılmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, İngiliz baskıları karşısında hilafet konusunda bir hayli ayak sürçmüştür. Hatta bir ara, “bu bizi aşar, bütün İslâm aleminin karar vermesi gerekir” mealinde konuşmuştur.
Lozan müzakereleri kesildikten sonra tavır değişikliği dikkat çeker. İngiltere hilafet konusunda ayak diremektedir. Bunu zamana yayarak halletmek Cumhuriyet yönetiminin siyasi bir meselesi olmuştur. Hilafetin kaldırılması konusunda iç kamuoyuna sürekli yalan söylenmiştir. Hilafeti İngilizlerin istediği yalanı o kadar abartılmıştır ki, komik durumlara düşülmüştür. İki tescilli İngiliz ajanının hilafetin kaldırılmaması konusunda İsmet Paşa’ya gönderdiği mektup her nasılsa İstanbul basınının eline geçmiş, bu da İngilizlerin hilafetin kaldırılmamasını istediği yönünde kullanılmıştır. Oysa bu iki İngiliz ajanı dini görüş itibarıyla hilafete karşı gulatı şiiadan kişilerdir!
Hilafet dinî olmaktan çok siyasî bir kurumdur. Mantıken en güçlü İslâm devleti hilafeti temsil eder. Güçsüz hilafet olmaz. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar böyle bir güce sahip olduklarına inansalardı, hilafetten vazgeçmezlerdi. Hilafetin taşınamayacağı bilindiği için böyle bir yola gidilmiş, bunu örtmek için katmerli yalanlar piyasaya sürülmüş ve hilafet etrafında bir korku duvarı örülmüştür.
Aradan neredeyse yüz yıl geçti. Hilafet konusu açılınca sağdan soldan abuk sabuk beyanların ortalığa saçılması bu korkunun devam ettiğini gösteriyor. Hilafet gel demekle gelmez! Höt demekle de gerçekler saklanmaz!