İmam Buharî ve Müslim’de geçen bir hadiste Hz. Peygamber (S.A.V.) “Mü’min aynı delikten iki defa ısırılmaz” buyurmuştur. Asırlar öncesinden gelen bu uyarı günümüz Müslümanları için altın değerindedir. Başımıza gelen kötü bir hadiseden ders çıkarıp benzer bir kötülüğe maruz kalmak Efendimizin (S.A.V.) uyarısını dikkate almamak demektir. İnsanın tecrübelerinden ders alması onun feraset sahibi olduğunun bir göstergesidir. Sosyal medyada çok sık kullanılan bir paylaşımda geçtiği gibi sürekli aynı şeyleri, daha doğrusu aynı hataları yapıp farklı netice beklemek akıllıca bir davranış değildir.
Yine asırlar öncesinde Antik Yunan filozof Herakleitos da benzer şekilde dünyanın durağan ve değişmez olduğu iddiasına karşın, “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” diyerek varlık âleminin sürekli aktığını ve değiştiğini ileri sürmüştü. Yani, bu sözü küçük ölçekte insana indirgersek, edinilen tecrübenin kişiyi değiştirdiği şeklinde anlayabiliriz. Burada da eğitimin önemine dikkat çekmek gerekir. Öğrenilen bilginin gelecek nesillere aktarılarak insanlarda davranış değişikliği getirmesi beklenir. Fakat nedense bizim ülkemizde edindiğimiz tecrübeleri ve bilgileri sonraki nesillere aktarmakta başarılı olamadığımız gayet açıktır.
Ülkemizin bir deprem ülkesi olduğunu belki yediden yetmişe kadar hepimiz biliyoruz ama gereken tedbirleri almamakta nedense ısrar ediyoruz. Üstelik kaç defa başımızdan büyük afetler geçtiği halde, depreme dirençli binalar, evler ve şehirler kurma zorunluluğumuza rağmen eski adet ve alışkanlıklarımızdan vazgeçmiyoruz. Hala fay hatlarına yerleşim yerleri inşa etmekten geri durmuyoruz. Sel geldiğinde önüne katıp götüreceğini çok iyi tahmin ettiğimiz halde dere yataklarına evler yapmaya devam ediyoruz. İmar barışları ile yasal hale getirdiğimiz binalarımızın bir imza ile güvenli yapılara dönüşeceğini zannediyoruz. Siyasetçisinden, sokaktaki vatandaşına kadar bir sorun varsa ilk adımı önce karşımızdakinden bekliyor, fedakârlık yapılacaksa da ilk olarak başkalarından başlanması gerektiğine inanıyoruz. Deprem gibi afetler hepimizi birbirimize eşitliyor ama yine de uyuma numarası yapmaya devam ediyoruz.
17 Ağustos 1999'da meydana gelen depremden sonra medyada yer alan her konuşmada 17 Ağustos’un bir milat olduğu ve bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı özellikle dile getirilmişti. O günleri yaşayanlar hatırlayacaktır, depremle ilgili bir farkındalık oluşmuş ve bazı yasal düzenlemeler bile yapılmıştı. Fakat kısa bir süre sonra insanlar artık nerelerde fay var ve ne büyüklükte bir sarsıntıya sebep olabilir gibi konularla ilgilenmeyi bıraktıkları gibi sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam etmişlerdir. Bugün depremin kapıda olduğu ifade edilen sadece İstanbul’un nüfus artışı bile bunu anlatmaya yeter. 2000 yılında 8 milyon 800 bin nüfusa sahip olan İstanbul’un bugün resmi olarak 16 milyon gayri resmi olarak 20 milyon civarında olması başlı başına 17 Ağustos depreminden ders çıkarılmadığının delilidir. Zaman zaman sosyal medyada İstanbul’un ilçelerine ait olduğu söylenen yerleşim yerlerinin uzaydan çekilmiş fotoğrafları paylaşılıyor. Bu fotoğraflar içine düşülen çıkmazın ne kadar büyük olduğunu göstermeye yetmiyorsa yapılacak nedir soruyorum sizlere.
Hal böyleyken bırakın hiçbir şeyin eskisi gibi olmamasını, birkaç yıl içinde gerçekten olması gereken birçok şeyin olmadığını, birçok şeyin yapılmadığını ve hayati konuların görmezden gelindiğini, hiç dikkat edilmediğini gördük.
Afetlerden bireysel olarak etkilenenler açısından belki hayatları önceki döneme göre değişmiş olabilir. Hayata bakışları, ilişkileri ve beklentileri farklı bir yöne evirilmiş olabilir. Eskiden önem vermedikleri şeyler daha önemli hale gelmiş, ya da değer verdikleri şeylerin o kadar da mühim olmadığına karar vermiş olabilirler. Kişisel tecrübeleri onlarda bir farklılık meydana getirmiş de olabilir. Pek az kişi bu dünyanın kısa olduğu ve haz merkezli bir yaşam sürülmesi gerektiğini düşünebilir. Fakat büyük bir çoğunluk “yarın ölecekmiş gibi” sonraki dünyaya hazırlık yapmayı tercih edebilir.
Ancak mesele toplumsal, daha doğrusu siyasal alana geldiğinde işler değişmektedir. Devletler kendi vatandaşlarının temel haklarını korumayı öncelikli vazife edinmelidir. Bireylerin temel hak ve özgürlüklerinden olan barınma hakkı devletler tarafından her hal ve şart altında sağlanmalıdır. Ama bu hak sağlanırken evlerinin belirli standartlara göre inşa edilmesi için gereken yasal, hukuki düzenlemeleri de yapmalıdır.
İnşaat sektörü ülkemiz için ekonomik olarak lokomotif olması üzerine planlar yapılmış durumdadır. Yani özellikle mevcut iktidar inşaatı ekonominin merkezine yerleştirmiştir. 1980’leri tekstille, 1990’ları turizmle geçiştiren Türkiye, 2000’lerde ise inşaat üzerine bir ekonomik model inşa etmiştir. Bu sürecin ülkemizi eskiden beri bir “müteahhitler cumhuriyeti” haline getirmesine bu kadar fırsat verilmemeliydi. İnşaat sektörünün bu öncü konumu onu dilediğince davranmaya ve istediği tavizleri koparmasına sebep olmamalıydı. Son yaşadığımız acı tecrübeden sonra iktidar kendi sorumluluklarını saklayabilmek adına tüm eleştirileri üzerine çekebilecek bir paratoner olarak müteahhitleri öne sürmesi de kabul edilebilir değildir. Kullanılan malzemenin kalitesi veya işçilik gibi hususlar binaları inşa eden müteahhitlerin sorumluluğunda olabilir. Fakat binanın inşaat sürecinde ve bittikten sonra kontrollerinin yapılması ve iskân verilmesi bakanlıklardan tutunuz, yerel yöneticilere kadar hem siyasetçilerin hem de bürokratların inisiyatifindedir. İmar izinlerinin çıkmasından inşaat esnasında alınan beton numunelerinin teftiş edilmesi aslında zincirleme bir sorumluluk silsilesine de işaret etmektedir. Burada tek bir suçlu aramak yerine bu silsilenin birbirlerinden sorumlu olduklarının farkına varılmalıdır. Gerçi “afet bilinci”ne sahip olmayan bireylerin ne kadar sorumluluk alabilecekleri de şüphelidir. Dolayısıyla mesuliyet bireylerden alınarak devletin otoritesine verilmelidir. Fakat devletin de bireylerden oluştuğu göz önüne alınırsa bu sefer de bireylerin ahlaki değerlere sahip olmaları ve vazifelerinin gereğini yapmaları beklenir.
Bu ülkede herkesin her şeyi bildiğinden yola çıkarak bu bilginin neden “davranış değişikliği” meydana getirmediği sorgulanabilir. Pedagoji biliminin kişilerde davranış değişikliği meydana getirmesi olarak tarif ettiği eğitim, bireyin yeni bir şey öğrendikten sonra eskisi gibi davranmayacağı varsayımına dayanır. Zümer (39/9) suresinde de buyurulduğu gibi, bilenlerle bilmeyenlerin aynı olmayacağı, yani aynı şekilde davranmayacakları şeklinde yorumlanabilir. Burada kastedilen bilgi ister mühendislik bilgisi, isterse fıkıh bilgisi olsun sahip olan kişinin onu öğrenmeden önceki gibi yaşamaya devam etmesinin beklenemeyeceği gayet açıktır. Nasıl bir mü’min aynı delikten iki defa ısırılmazsa veya aynı nehirde iki defa yıkanılmazsa o tecrübeye yani bilgiye sahip kişi de değişim göstermelidir.
Eğer ülkemiz insanlarının yaşadıkları tecrübeleri veya edindikleri bilgileri çabuk unuttukları iddia edilecekse belki onlara bu hatıralarını hatırlatacak semboller oluşturulabilir. Mesela, Berlin şehir merkezinde bulunan Kaiser Wilhelm Hatıra Kilisesi buna örnektir. Kilise binasının inşaatına Wilhelm’in doğum günü olan 22 Mart 1891 günü başlanmış ve 4 yıl sonra da ibadete açılmıştır. Fakat 23 Kasım 1943’te bir hava saldırısında bina isabet almış ama tamamen de yıkılmamıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra bu binanın yıkılıp yeniden inşa edilmesi fikri 1950 yılına kadar tartışılmıştır. Tek bir kişinin kararından ziyade istişare ve fikir alış-verişleri yapılmış ve yeni proje için yarışma düzenlenmiştir. Nihayet gelinen noktada kilise binasının bir kısmı yıkılmış kulesi bırakılarak yeniden inşa edilmesine karar verilmiştir. Burada önemli olan husus kulenin sembolik olarak Berlin şehrinin merkezi olmasından öte bir savaşın yol açtığı yıkımın gelecek nesillere aktarılması ve öğretilmesidir. Son afetten etkilenen şehirlerimizde de bir an evvel enkazın kaldırılarak yeniden inşa sürecine girme ısrarına karşı çıkılmalıdır. Belki her şehirde merkezi konumda olan bir alan veya bir parsel mümkün olduğunca dokunulmadan bir hatıra daha doğrusu bir ibret olarak bırakılabilir. O parsel üzerinde işçilik ve fay üzerinde olmasından dolayı tamamen yıkılarak göçmüş, kolonlarının sağlam olmamasından dolayı yana yıkılmış veya daha az hasarlı binalar hem bugün yaşayanlar hem de gelecek nesillere inşaatlarda ne kadar dikkatli olmaları gerektiğini hatırlatabilir. Her gün mezarlıkların önünden geçtiği halde ölümden ders almayı çoktan bırakmış bir halka bu tür hatırlatmalar umulur ki faydalı olacaktır.
Sonuç olarak hiçbir şey eskisi gibi olmayacaksa bu senin, benim, onun çabalarıyla birlikte olacaktır. Hep birlikte sorumluluk almakla çözüm mümkün hale gelecektir. Şayet böylesine bir afet bile bizleri kendimize getirmeyecekse, o zaman millet olarak hep birlikte "hâleti nez'e düştüm gel yetiş imdâdıma" şarkısını mırıldanmaya başlayabiliriz. “Haleti nez” ne demek mi? Benim yazmaya yüreğim yetmedi. Onu da siz bulun.