Bizans İmparatorluğuyla (Doğu Roma) Sasani imparatorluğu, 602 yılında başlayan uzun ve son bir savaşa tutuşmuşlardı.
Bu savaşlar Mısır, Doğu Akdeniz, Mezopotamya, Kafkasya, Anadolu, Ege Denizi ve hatta Konstantinopolis'te yapılmıştır.
602 - 626 yıllarında yapılan savaşları Sasani İmparatorluğu kazanmıştı.
626 - 628 yıllarında yapılan nihai savaşları da Bizans İmparatorluğu kazandı; Sasaniler mağlubiyeti kabul etti ve barış anlaşması imzalandı.
Bu iki imparatorluk, yıllar süren bu savaşların sonunda kaynaklarının çoğunu ve imkânlarını tükettiler.
Savaştan sonraki 4 yıllık dönemde, iktidarı ele geçirmeye çalışanlar arasında yaşanan iç savaşlar, Sasani imparatorluğunu daha fazla tüketmişti.
Bu savaşların devam ettiği yıllarda, daha önce hiçbir dönemde önemli bir devlet veya imparatorluk kuramamış olan Arapların kurduğu yeni bir devlet, umulmadık ve beklenmedik ölçülerde her geçen gün biraz daha güçleniyordu.
Fakat ne Bizanslılar ne de Sasaniler bu devleti umursamıyorlardı.
Hz. Muhammed’in getirdiği dine iman eden Araplar hem birleşmiş hem de yeni dinleri İslam’ı, dünyanın dört bir tarafına yaymak için ordular oluşturmaya başlamışlardı.
633 yılında Halid bin Velid komutasındaki İslam Ordusu, gücünü yitirmiş Sasanilere saldırarak ticari ve siyasi başkentleri dâhil Mezopotamya’yı işgal etti.
Sonraki yıllarda da İslam orduları saldırılarını sürdürdü ve 651 yılında Sasani devleti tamamen yıkıldı.
Bizans İmparatorluğunun başkenti Konstantinapol da, İslam orduları tarafından hem karadan hem de denizden defalarca kuşatıldı fakat fethedilemedi.
Sonuçta Bizans İmparatorluğu Toros dağlarına kadar geri çekildi ve açık savaşlara girmeyerek kale savunmalarıyla yetindi.
Kurulan ve büyüyen İslam Devletine tehdit oluşturabilecek bölgelerden biri de Yemen’di.
Yemen de, iç çatışmalarla tükendiği için 575 yılında Sasani İmparatorluğundan yardım istemişti.
Tükenmiş Yemen’in son Sasani valisi 628 Müslüman olmuştu.
Böylece Hz. Muhammed’in kurduğu devlete tehdit oluşturabilecek hiçbir güç kalmamıştı.
Bu “bakış açısını”, Henry Kissinger’ın 2014 yılında basılmış “Dünya Düzeni” kitabından derledim. (Boyner Yayınları, 2016, birinci baskı)
SURİYE İRAN VE RUSYA’YI MAĞLUP ETMEK
2016 yılı Aralık ayında Esad, Rusya, Hizbullah, İran ve İran’ın paralı askerlerinin oluşturduğu koalisyon, Halep dâhil Suriye’nin her yerinde muhalifleri yenmişti; Türkiye’nin ricasıyla ve lütfen, yenilmiş muhalifler ve ailelerinin otobüslerle İdlip’e taşınmasına izin verilmişti.
Böylece büyük bir katliam engellenmişti.
O yıllarda da İdlip’in en güçlü silahlı grubu “El Kaidenin bir uzantısı” olan Heyet-i Tahrir-i Şam (HTŞ) grubuydu.
Birleşmiş milletler ve Türkiye dâhil bütün ülkeler bu HTŞ grubunu terörist olarak görüyordu.
Türkiye, iyi ilişkilerinin hatırına İran ve Rusya’dan İdlip’e saldırılmamasını rica ediyordu çünkü saldırılar, mülteci akınına yol açabilir ve hem Türkiye hem de Avrupa ülkeleri zor durumda kalabilirdi.
Astana Sürecinde İran ve Rusya, Türkiye’ye “HTŞ’yi silahsızlandırma görevi” vermişti. Bu şartla, Suriye ve müttefiklerinin İdlip’e saldırıları minimum düzeye inmişti.
HTŞ öncülüğünde yönetimi devirenler işte bu “silahsızlandırılması şartıyla katledilmekten kurtulmuş” tabir caizse “katliam artığı” insanlardan oluşuyor.
O günlerde, mülteci akınları korkusuyla Türkiye kol kanat germeseydi, bu “Katliam Artığı” gruplar çoktan etkisiz hale getirilmiş olacaktı.
Henry Kissinger üstadın analizi, “katliam artığı bir avuç insanın” “Suriye, İran ve Rusya” ittifakını” niçin yenebildiklerini bize anlatıyor: Tarihin gelmiş geçmiş en güçlü iki devleti bile savaşarak tükenmişse Suriye, İran, Rusya veya bir başkası da “uzun savaşlarla” tükenebilir.
Denilebilir ki, Beşşar Esad, kaçmaktansa Türkiye’yle masaya otursaydı, şu anda yaşanan hiçbir şey yaşanmayacaktı ve Suriye tarihi muhtemelen “bir şiddet dengesi üzerinde sürüklenmeye” devam edecekti.
Mümkündür.
Statüko devam edebilirdi fakat savaşanlar er ya da geç tükenir ve bedel öder.
DEVRİM DÖNEMİNDEN DEVLET DÖNEMİNE
“Katliamdan tesadüfen kurtulmuş ve başlangıçlarında El Kaide sempatizanlığı bulunan bu fatihler”, zaferden sonra aldıkları ve uygulamaya koydukları hakkaniyetli kararlarıyla bütün dünyayı adeta şaşkına çevirdiler.
Dini ve etnik azınlıkların haklarını garanti etmek, özgürlükçü ve hakkaniyetli bir yönetim kurmak, düşman askerlerini affetmek, üzerlerine varil bombaları yağdıran Rusya’ya barış eli uzatmak, vs. gibi “inanılmaz derecede beklenmedik” kararların önceden “planlandığına da, planlanmadığına da inanmak” çok zor.
Her olumlu hareket ve karar, daha olumlu kararlar konusunda beklentileri yükseltiyor ve işleri zorlaşıyor.
Suriye’nin yeni yöneticilerinden neredeyse Belçika ayarında bir demokrasi kurmaları bekleniyor.
Arabistan çöllerinden çıkan bir devlet, daha birinci yüzyılında İspanya’dan Çin’e kadar geniş bir coğrafyayı geliştirdiği hukukla, yani güvenlik, dil birliği, sözleşme hukuku, adil mahkemeler ve ortak para birimiyle, bütünleştirmişti.
Bazı Müslüman tarihçiler, bu başarıyı “Allah’ın bir mucizesi” olarak anlatıyorlar.
İdlip’ten çıkan bir avuç insan da şu ana kadar inanılmaz bir başarı elde etmiş görünüyor.
Hayat, bazen en değme senaristin bile tahayyül edemeyeceği kadar inanılmaz olabiliyor.