HDP 23 Şubat’ta 4. Büyük kongresine gidiyor.
Kurulduğu andan itibaren 7 Haziran 2015’te parti olarak girdiği ilk seçim dâhil, beş yılda dokuz seçime girdiğini düşünürsek ortaya çıkan sonuca daha mı insafla yaklaşmalıyız demeden edemiyorum.
‘Şu anda iktidarı ayakta ne tutuyor?’ sorusuna ‘tek bir seçenekle yanıt verin’ desek, herhalde kuşkusuz ve banko HDP cevabı verilir.
Kendisini haklı gördüğü her alanda hataları için mazereti bol olan iktidarın, mazeret üretmediği tek mecra, HDP ve temsil ettiği ortak korku alanı.
Gerçekten de; spordan çevreye, sanattan eğitime, ekonomiden dış politikaya, dövizden doğal afetlere, istisnasız her alanda falsolarla dolu icraat yekunu, iş tek bir noktaya kitlendiğinde şaşmaz saat gibi işliyor.
Bu herkesin bildiği üzere 2015’ten itibaren hemen her öğünde yenebilen muz misali 3 öğün servis ediliyor.
HDP’nin 2015’te ‘Erdoğan’ı Başkan Yaptırmayacağız’ sloganı ile özdeşleşen genç lideri Demirtaş, genç yaşına rağmen Türk siyasetinin en uzun süre hapis yatan parti lideri olma rekorunu çoktan kırdı.
Demirtaş, Kürt siyasetinin en kriminal özelliği haiz siyasetçisi olamayacağına göre, belli ki AKP siyasetine cepheden karşı koyması ve 2015 Haziran’ında gerçek anlamda mağlubiyet tattırması, bu ağır muamelede etkili oldu.
AKP’nin kaybettiği 2015 seçiminden sonra yaşanan 5 yıllık dönemi HDP’ye gününü gösterme dönemi olarak da tanımlayabiliriz.
İster hapisle cezalandırma, isterse sandık iradesine sırtını dönme olsun, hiçbir tereddüt içermeyen bu sert tavrın sivil siyasete olan inancı ciddi anlamda zorladığını ifade etmek gerek.
AKP benzeri siyasal yapılanmalar; hele de yedeklerine MHP gibi otoriterciliği öne çıkaran siyaseti aldıklarında, büyük oranda karşıtından beslenirler. AKP karşıtlık siyasetinde HDP’nin ima ettiklerinden büyük fayda sağladı.
HDP neyi ima ediyor?
Hadi bunun cevabını ülke içinden vermeyelim. Dünyadan verelim.
HDP bir zamanlar IRA İngiltere için, ETA İspanya için, yakın dönemdeyse Katalan ayrılıkçılar yine İspanya için neyi ifade ediyorsa tam da onu işaret ediyor.
Ayrılıkçılığın şiddeti içeren ilk 2, şiddeti içermeyen ama bunu legal bir şekli tarif eden sonuncu örnekleri Avrupa’nın demokrasilerinde de makbul bulunmadı.
Dünyada en çok bilinen bu 3 örneğin dışında daha az demokratik ülkelerin ağır ve kanlı mücadeleleri ise emsal dahi gösterilemez.
Türkiye’de; Cumhuriyet’in kuruluş dönemlerinden beri var olan, ancak 1980 askeri darbesinden sonra faşist baskıların da etkisiyle giderek normalleşerek hayatımıza karışan etnisite kökenli gerilimin İrlanda ve İspanya’dan daha kısa bir tarihçesi yok.
Madem örneklerimiz önümüzde duruyor yani Amerika keşfedilmiş. O zaman yapılması gereken gemilere atlayıp, ‘Amerika var mı yok mu?’ diye yola çıkmak olmamalı.
Dünyanın hiçbir ülkesi; bölünmeye topraklarının bir kısmının elinden alınmasına, egemenlik alanının kısıtlanmasına razı değil.
Buna karşılık egemenlik hakkının kültürel, etnik, dilsel ve dinsel farklara saygı göstermekle çelişkili olmadığı da anlaşılmış durumda.
Bu anlayış hiçbir zaman püripak ve sorunsuz bir süreç anlamına gelmedi.
İrlanda’da açlık grevlerinde ölenler, ETA’nın saldırdığı güvenlik görevlileri eski olsa da, turistik sandığımız Barselona’nın kimyasını bozan protestolar gayet güncel.
Özellikle Messi ile anılan Katalonya ve Barselona’nın özenilen refahının, akıl almaz bir devlet kurma gayretine dönüşmesi, gözlerimizin önünde gerçekleşen surreel bir tiyatro gibiydi.
Bütün bunlar bizi iki konuda ikna etmeli.
1- Devletler ciddi kurumlardır, sınırlarına özen gösterirler ve kolay kolay bundan feragat etmezler.
2- İnsanlar onurlu canlılardır, haklarını ararlar ve bunun için mücadele ederler.
Bu 2 halin arasında orta yolun bulunamaması demek aslında çatışma demek.
Katalonya gibi özerkliğin tadını çıkarsanız da canını çıkarmamanız gerekirken, diğer tarafta Gerry Adams olarak Kraliçe tarafından elinizin sıkılmasına layık da bulunacak kadar kendinizi kabul ettirebilirsiniz.
Partinizin adını Batasuna (ETA’nın liderlerinden) yapmadığınız sürece, Bask Milliyetçisi olarak özerk parlamentoda sesinizi en üst perdede duyurabilirsiniz.
Oysa ülkemizde de benzer bir süreç işliyordu.
Bakın yeni bir Şubat ayındayız yine. 28 Şubat’ın malum Post Modern darbe süreciyle hatırladığımız dönemin haricinde, 2015 28 Şubat’ta açıklanan ‘Dolmabahçe Mutabakatı’ olarak bildiğimiz çözüm sürecinin ağır aksak da olsa devam etmesi ve ardından barışa yakınlaşma umudunun nasıl berhava edildiğine şahit olduğumuz yakın bir dönem olarak hepimizin hafızalarında.
Ceylanpınar davasının barış sandalyesinin devrilmesine mazeret gösterilmesinin üstünden insanımız hak etmediği büyük acılar ve kayıplar yaşadı.
Cizre’de yaşananlar, Suruç ve Ankara patlamalarındaki büyük kayıplar, binlerle ifade edilen gözaltı ve tutuklamalar, bu kısa sürede yaşananlar aynı zamanda genç HDP’nin tarihi de diyebiliriz.
HDP hafta sonu kongreye gidiyor.
Bu kongrede kimin seçileceğinden, kimin başkan ya da eş başkan olacağından çok daha önemli olan, dünyadaki iyi örneklerin peşinden gidebilme yeteneğidir.
HDP bir siyasi parti olarak zaten kanuna uymaya yemin etmiş ve bu yemininin arkasında durmakla mükellef siyasetçilerle yoluna devam etmektedir.
Yapılması gereken bu siyasetin altını çizmektir.
HDP’nin mücadele ruhuna seçmeni yeterince vakıftır.
Gün siyasette korkusuzluğu değil, halk iradesinin tecellisini savunma günüdür.
HDP’den kongrede beklentimiz bizi şaşırtmasıdır.
Bu Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu bir manifestodur.
Ama-Fakat-Lakin-Diğer Taraftan-Öte Yandan-Diğer Açıdan içermeyen bir manifestonun ilk cümlesi :
“Şiddetin her türünün reddedildiği, siyasal amaçlar için silahlı mücadelenin çözüm olarak görülmediği” olmalıdır.
HDP PKK’nın şubesi olmadığını ispat değil ikrar etmekle, bir kez daha ikrar etmekle, anlamayanlar için bin kez daha ikrar etmekle mükelleftir.