Hayat pahalılığı siyasi iktidarın geleceğini tehlikeye atacak kadar toplumun geniş kesimlerinin şikayetlerine sebep olunca, bu durumun Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ilgisini çekeceği belliydi.
Nitekim öyle de oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan pahalılıkla mücadele edileceğini açıkladı.
Pahalılıkla mücadele, ama nasıl?
Daha önceleri bir seçime gidilirken bulunmuş uygulamayı hatırlayıp, geçen haftaki bir yazımda, çözüm olarak mevcutlara alternatif marketler açılması ihtimalinden söz etmiştim. O dönem, birkaç büyük kentte görev belediyelere verilmiş, onlar da önemli merkezlerde ürünlerin daha ucuza satılacağı çadır marketler oluşturmuşlardı.
Birkaç hafta sürmüştü bu uygulama, çadırların önünde uzun kuyruklar oluşmuş, ürünlerin herkese yetmesi mümkün olmadığı için bireylerin alımına bir veya iki kilo sınırlaması getirilmişti.
Seçim sonucuna bakılırsa, bu uygulamanın iktidara getirdiğinden çok götürdüğü oldu.
Anlaşılan bu kez görev belediyelere düşmeyecek. [Zaten büyükşehir belediyelerinin en önemlileri son seçim sonrası muhalefetin eline geçti.] Cumhurbaşkanı Erdoğan bu defa görevi Tarım Kredi Kooperatifleri’ne vermiş görünüyor.
Tarım sektörünü krediyle destekleme amacıyla kurulmuş olan kurum, birkaç marketi bazı illerde deneme mahiyetinde hizmete sokmuş… Gerekli kaynak bulunursa marketlerin sayısı artırılacakmış…
Bu bilgiyi sağlayan AK Parti’nin itibar ettiği gazetenin yazarı, sağolsun üşenmemiş, bu alternatif marketleri dolaşmış.
Tespitini aynen aktarıyorum:
“Geçen hafta boyunca üç adet Tarım Kredi Market gezdim. Konuştum, tüm ürünlerin fiyatlarını görüntüledim. Geçen yazımda da belirttiğim gibi ürün kalemlerindeki fiyatlarla Cumhurbaşkanı’nın sözünü ettiği 5 zincir marketteki fiyatlar arasında dramatik bir farklılık yok.”
Pahalılıkla mücadele görevi belediyelere verildiğinde zarar da göze alınarak fiyat ayarlaması yapılabiliyordu, ancak adı kooperatif olsa bile ödenekli bir devlet kurumu zararı üstlenebilecek güçte değil.
Fiyatlarının başka marketlerdeki benzer ürünlerden farkı olmamasını ‘kalite farkı’ ile açıklıyorlarmış…
Yazarın bir gözlemi de şu: Bu marketlere ‘üst sosyo-ekonomik sınıflar’ ilgi gösteriyormuş… “Kooperatif Marketlere henüz orta alt gelir tabakası ilgi göstermiyor, çünkü fiyat farklılıkları cüzdanına uygun gelecek kadar düşük değil” diyor yazar.
Bu durumda ne olacak?
Ne olduğunu görüyoruz: Cumhurbaşkanı Erdoğan hayat pahalılığından ‘5 market zincirini’ suçladı ve onun ağzından bu suçlama çıkar çıkmaz devlet görevlileri marketlerde fiyat teftişi başlattı. Teftiş sonrasında bulgularını açıklamakla mı yetinecekler, yoksa iş fiyatlara müdahaleye kadar vardırılacak mı?
Her iki ihtimalin de halkın temel ihtiyaç maddelerinde fiyat indirimini sağlayacağını sanmıyorum. Sayıları 5 olarak bildirildiğine ve her mahallede o 5 market zincirinin şubeleri yanında başkaları da bulunduğuna göre, rekabet şartlarının geçerli olduğu bir sektörden söz ediyoruz. Aralarında anlaşıp ortak fiyat belirlemiyorlarsa -ki bu yasalara göre suç teşkil eder- rekabet gereği fahiş fiyatla mal satmaları mümkün değildir.
Suçlanan marketlerden birinin patronu “Millet aptal değil, fahiş fiyat varsa asla satın almıyor” dedi zaten.
Konuya en tepeden başlayarak yetkililer yanlış yaklaşıyorlar.
Bugün Türkiye’de ‘piyasa ekonomisi’ uygulanıyor. Bunun anlamı, ürünlerin fiyatını herhangi bir müdahaleye uğramaksızın piyasanın belirlemesidir. Sistem, piyasaların kendi aklı olduğu, müşterinin o akla uygun hareket ettiği düşüncesine dayanıyor.
‘Piyasa ekonomisi’ sonuçta paranın hükümranlığını getirdi. Paranın satın alamayacağı hiçbir şey yok. Yeter ki paran olsun ‘böbrek’ bile satın alabiliyorsun. Hamile kalamayan veya hamileliği kaldıramayacağını düşünen kadınlar para karşılığı bir başka kadının rahmini kiralayıp çocuk sahibi olabiliyor. Belli bir parayı getirene ülkeler vatandaşlık verebiliyor. O yolla kazandıkları paraları, ülkeler, başka ülkelerde yürüttükleri kendi savaşlarında asker olmayanları savaştırmak için kaynak olarak kullanabiliyorlar.
Konferansları gittiği her yerde stadyumları dolduracak kalabalıkları çeken bir Harvard profesörü var: Michael J. Sandel… ‘What Money Can’t Buy’ (Para Ne Satın Alamaz) adını taşıyan eserinde (2012), Prof. Sandel, paranın satın alabileceği -ama alamaması gereken- kendi ülkesi ABD’den pek çok örnek veriyor.
Örnekler şunlar: Irak ve Afganistan’daki şirket mensubu silahlı grupların Amerikan askerlerinin sayısından fazla olduğu… Özel şirketler adına Somali ve Afganistan’da savaşanların bazılarına ayda 250 dolar, özel yeteneklere sahip olanlara ise günde 1000 dolar ödendiği… Ancak süper öğrencilerin girebildiği üniversitelerin paralı ailelerin çocuklarını büyük bağışlar beklentisiyle kabul ettikleri..
Paranın her şeyi hallettiği anlayışın iki sonucu olduğunu yazıyor Sandel: Eşitliği ortadan kaldırıyor… Yolsuzluğa kapı aralıyor…
Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu sorunun temelinde ‘piyasa ekonomisi’ sisteminin yanlış kullanımı yatıyor.
Sistemin yanlış kullanımı da yanlış kararların sonucu.
Bir dizi yanlış kararla paranızın alım gücü azalıyor ve dar gelirliler-yoksul insanlar geçim derdine düşüyorlar. Bir süre sonra ekonomik kriz çıkabiliyor. Ülke 70 cente muhtaç hale gelebiliyor.
Refahı geniş kitlelere yayacak bir zihniyet değişimi yaşanmadan hayat pahalılığının önüne geçmek mümkün değil.
AK Parti’yi 2001 ekonomik krizi şartlarında kuranlar daha önce yer aldıkları partinin kullandığı ‘Adil Düzen’ sloganının içini dolduracakları düşüncesini de savunuyorlardı. “Biri yer biri bakar” olmayacak, millete ait kaynaklar az sayıda insanın kullanımına tahsis edilmeyecekti.
Liradan altı sıfır o güvenceyle 2005 yılında kaldırılabildi.
O değişimi sağlayan, şimdinin muhalif parti lideri, “Yeniden altı sıfırlı lira ufukta görünüyor” açıklamasını yaptı dün.
Altı sıfırlı lirayla ekonomik kriz yaşanmıştı.
Marketleri suçlayarak hayat pahalılığının gözlerden saklanacağı sanılıyorsa bu yalancı bir hayal.
[Seçim yaklaşırken muhalefetten eşitlikçi ve adaletli bir ekonomik sistem talebinin daha fazla işitilmesi gerekmez mi?]