Av. İsmail Küçükkılınç'ın, Star Açık Görüş Eki'nde "konuya dair" yayımlanan yazısı...
Kültürel iktidar, ülkemiz şartlarında kabaca ve genel olarak siyasî ve bürokratik iktidar haricinde kalan ve fikrî, ilmî, mimarî, estetik ve entelektüel vb. sahada hâkim olan, mezkûr iktidarlarla da çatışan, aydınların mümessili olduğu iktidardır ve esasen sol/sol liberal/sosyalist/seküler/laik bir iktidardır.
Siyasî, bürokratik ve kültürel iktidarın Cumhuriyet tarihimizdeki görünümünü ise kabaca şu şekilde izaha edebiliriz. I. Meclis'in Lağvı, Cumhuriyet'in ilanı ve İttihatçılığın İstiklal Mahkemesi eliyle 1926'daki tasfiyesinden sonra 1950 seçimlerine kadar her üç iktidar da Tek-Parti iktidarının, Kemalizm'in ve CHP'nin tekelindeydi. 1950 ile AK Parti iktidarı arasındaki 60 senelik süreçte siyasî iktidar sağ partilerde, bürokratik ve kültürel iktidar da kabaca sol "cenah"ta olmuştur. Bu süreçte bürokratik iktidarın tahkimini tesis eden en mühim amil 27 Mayıs 1960 darbesi ve 1961 Anayasası idi. Sağ partiler bu zaman zarfında kısa dönemler hariç siyasî seçimleri hep kazanıp iktidar olmuş ancak bilhassa askerî ve kazaî (yargı) bürokrasi siyasî iktidarın tesirini azaltmıştır.
Nesil yetiştirmek
1950-1960 arası DP'nin milletin kahir ekseriyetinin teveccühüne mazhar olmasına rağmen millete istinat etmeyi ve ondan destek görmeyi maddî hizmetle özdeş görmesi kendi felaketinin de yegâne sebebi olmuştur. Tabanının büyük çoğunluğunu muhafazakâr-mütedeyyin camianın teşkil ettiği DP, baraj yapmış, yol yapmış, sağlık hizmetlerini ve tarımda makineleşmeyi yaygınlaştırmış, ihracatı, okul sayısını arttırmış, böylelikle milletin genelinin desteğini ve duasını almış ancak kültür hizmetlerini ve "yeni nesil yetiştirmeyi" ihmal etmiştir. Hatta Malatya Hadisesi, üniversitelerde nisbî de olsa bir denge unsuru mahiyetindeki Milliyetçiler Derneği'nin kapatılması için vesile edilmiştir. Darbeye takaddüm günlerde Nisan ayının sonlarında İstanbul'da Hukuk Fakültesi talebelerinin, Mayıs'ın başlarında da Ankara'da Mülkiye talebelerinin başını çektiği gösteriler ve bilhassa Harbiyelilerin yürüyüşü 10 senedir iktidarda olan bir parti için facia ve felaket kabilinden bir netice idi. İşin daha da ilginci bu talebelerin mühim bir kısmının ailesi muhafazakâr Anadolu insanı idi.
"Kültürel iktidar"ı tahkim ve okullar üzerinden "yeni nesil yetiştirme" hedefindeki kırılma noktası Serbest Cumhuriyet Fırka'nın 1930 belediye seçimlerinde aldığı başarı ve ilk genel seçime girmesi halinde iktidara gelecek bir çoğunluğa sahip olacağının anlaşılmasıyla yaşandı. Mustafa Kemal'i en fazla kızdıran şeylerin başında Nutuk'ta 19 Mayıs 1919'ta Millî Mücadele'yi başlattığını söylediği yer olan Samsun'un aradan 10 yıl geçtikten sonra yüzde 88.2 oranında bir oyla belediye başkanlığına CHP'li olmayan birini seçmesiydi. Malum, Samsun aynı zamanda Mustafa Kemal'in hemşehrileri sayılacak Serez, Drama ve Kavala gibi Selanik sancak ve kazalarına mensup mübadillerin de iskân edildiği bir yerdi. İzmir'de vali ve askerin şiddet dahil her türlü baskısına ve sahtekârlığına rağmen bazı ilçelerde yüzde 90 civarında bir oyla SCF'nin desteklenmesi ise kendisini daha da kızdırmış olmalı. Mustafa Kemal için temsil ağırlığı hayli yüksek Samsun ve İzmir gibi iki şehrin baskıya rağmen tercihini başka türlü kullanmış olması birçok şeyin de işaretiydi.
SCF tecrübesine kadar yapılan devrimler ne kadar ağır ve tabanda karşılığı zayıf olursa olsun esasen "kurumsal" vasfı, şeklî veçhesi baskın devrimlerdi. Birinin şapka giymesi, kafasının içindekini değiştirmeye yetmezdi. Hilafet'in ilgası kişinin imanına zarar veremezdi. Ancak SCF tecrübesi devrimlerin tabanda istenilen desteği bulmadığını gösterdi. Seçimlerde SCF'yi destekleyen Türk Ocağı'nın kapattırılması ilk bakışta kurumsal/şeklî bir tedbir ve karşı-hamle gibi görünse de bunun böyle olmadığı anlaşılacak, halk evleri üzerinden kültürel iktidarın tabana yaygınlaştırılmasına çalışılacaktı.
Zihin değişikliği
Kanaatimizce 1930 SCF tecrübesi sebebiyle üç aylık yurt seyahatine çıkan Mustafa Kemal, hemen her yerde dinlediği şikâyetler idarece giderilse, iktisadî şartlar nispeten iyileştirilse bile "zihin değişikliği"ni temin, tahkim ve bilhassa da tevsii edecek hal çareleri bulunmadığı takdirde kurumsal devrimlerin yerleşemeyeceğini anlamış ve bu sebeple emareleri mevcut Türk Tarih Tezi, Dil Devrimi, Türk Müziği gibi pek çok kültürel faaliyete merkezî bir kıymet atfetmiştir.
Hasan Âli Yücel, "solda sıfır" olarak bilineceği bu gezide Mustafa Kemal'in gözüne girmiş, sofraya davet edilmiş, mebus seçilmiş ancak Kemalizme esas hizmetini Mustafa Kemal'in ölümünden sonra ifa etmiş Mevlevî-mütedeyyin bir eğitimci ve entelektüeldir. Mustafa Kemal ile bilinen yaygın bir yanlışı tashih zımnında söylersek o, kendisine musaddak bir merbutiyet halinde siyasî, idarî ve sofra maiyetine alacağı birinin dinî inancını mesele yapmazdı. Alnı secdeden ayrılmayan, hastalığında dahi orucunu aksatmamaya çalışan Fevzi Çakmak, devrimler olurken Genelkurmay Başkanı'dır ve bunlara yönelik hiçbir itirazda bulunmamıştır. TBMM Başkanlığının uzun süre kendisine teslim edildiği Abdülhalik Renda, namaz ve oruç hususunda Fevzi Çakmak'tan daha da hassastır. Bu bakımdan Mevlevî Yücel'in maiyette olmasına şaşmamak gerekir. Kim hizmete layık bulunuyor ve inancını askıya asıyorsa içeriye rahatlıkla girebilirdi.
Yine bir yanlışı tashih vadisinde söylersek; Tek-Parti devrinde İslam'a sadece mesafeli değil muhasım bir manzara veren bazı siyasetçi ve bürokratların vefatlarından sonra yayınlanan hatırat ve biyografilerinde aslında öyle olmadıkları da anlaşılmaktadır. Normalde münafıklık, inanmayan birinin inanıyor gibi görünmesiyse de bu devrede birçok inanan insanın inanmıyor gibi bir görüntü verdikleri, hallerine tam uymasa da takiyye yaptıkları şüphesizdir. Ancak kanaatimiz odur ki, geniş manada ait oldukları "anlam dünyası"na en fazla zarar veren, "aparat" olarak işlev gören iki isimden bir Hilafetin kaldırılmasında "müderrisler"i bile ikna eden fıkıh âlimi Seyyid Bey, diğeri de İslam'a mesafeli hatta muhasım bir neslin zihnî gıdalarını temin vadisinde gayreti ve hizmeti mesbuk Hasan Âli Yücel'dir. Zannımca bu iki isim, İttihatçıların İslamcı kanadına da mensup Rıfat Börekçi ve Ahmed Hamdi Akseki gibi eşine daha evvel tesadüf edilmeyen müthiş bir yangında "birkaç demirbaş" kurtarmak için hareket ediyor değildi.
Hata payımızı saklı tutarak söylersek, Mustafa Kemal'in kurumlar üzerinden yaptığı ve hedefi -öncelikle tüm millet değildir- eğitimle ve kültürle yeni nesilleri kazanmak olan devrimlerini Batılı eserleri öne çıkararak ve entelektüel bir derinlik kazandırarak gerçekleştiren kişi Hasan Âli Yücel'dir. Bu sebeple yazımızın başlığı Tanıl Bora'nın Hasan Âli Yücel'i değil, Hasan Âli Yücel'in Tanıl Bora'sıdır. Şayet haksızlık yapmıyorsak Bora'nın bu kitabı aynı zamanda bir şükrâne vasfındadır.
Tanıl Bora, "kültürel iktidar"a sahip sol/sol-liberal/sosyalist/seküler/laik geniş bir camianın uçbeyi hükmündeki "İletişim Grubu"nun bizce en makul, mutedil isimlerinden biridir. Sadece mesmuât değil meşhûdâtımıza binaen de söylersek, birçok muhafazakâr hatta bazı İslamcı yazar ve akademisyen bu grubun yayınevi ve dergilerinde görünmek için had raddede iştiyak ve tehalük gösteriyor. İtiraf ederiz, "kültürel iktidar" denilen şey tam da budur. Bu grup hakkındaki iddia, itham ve şayiaların bir kısmında gerçeklik payı olabileceğini inkar etmemekle birlikte entelektüel çaplarını ikrar da ilim haysiyetinin bir iktizasıdır.
Haksız ve ağır iddialar
Hasan Âli Yücel hakkında kimi iddiaların haksız ve ağır olduğunu peşinen kabul edenlerdeniz. Onun bir komünist olmadığı da muhakkaktır. Ancak onu adeta "üstün-insan" gibi gören Ahmed Güner Sayar gibi birkaç isim hariç tutulursa rahmetle anılmaması ancak sekter Kemalistlerce ve tüm ihtirazi kayıtlarına rağmen entelektüel solca saygıyla anılması manidardır. Paradoks veya ironi ama hakikat de şudur: Yücel, İslam'a inanan biri olarak dindarların meyvesinden yiyemediği, yemesinin mümkün olmadığı bir ağacın tohumunu eken, onu sulayan, bakımını yapan biridir. O, "Kâşaneler, mâbetler ve şehirler gibi insanlar da bina olunurlar" derken ne dediğini çok iyi biliyordu.
Tanıl Bora'nın Hasan Âli Yücel biyografisinde temas edilmesini umduğumuz ama bulamadığımız bu ironi, onun bazı gayretlere rağmen dindarlarca tebri'e edilmemesinin de sebebidir. O dindarlar nezdinde dinsiz olduğu için değil, dinsizliğe hizmet ettiği, kapı araladığı, o kapının açık kalmasına sebep olduğu için "mücrim"dir. Ağır bir ifadeyle söylersek "dindarlığını seküler pazarın akşam tezgâhında kiralığa çıkaran" biridir o. Sebebi dalkavukluk mudur, başka bir şey midir bilemiyoruz. "Çıktı"lar üzerinden hüküm verdiğimizde (izhar-ı kanaatte bulunuyoruz aslında) niyetinin sahih ve salih olsa bile aksi sonuçlar verdiğini söyleyebiliriz.
Tanıl Bora'nın kitabında bizi şaşırtan hususlardan biri de onun Köy Enstitülerine, Tercüme faaliyetlerinden daha fazla ağırlık vermesi olmuştur. Biz zannetmiştik ki, Bora, "kültürel iktidar" mefhumuna da muvazi ve muvafık olarak Tercüme Bürosu ve Tercüme Dergisi'ne esaslı bir yer ayırır. Köy Enstitüleri kökleri İTC-Meşrutiyet devrine uzanan ve uzun tartışmaların mevzuu ve ayrıca Tonguç'un tesir ve teşrikinin de müsellem olduğu bir projedir ancak buna mukabil başta Klasikler olmak üzere yapılan Tercüme faaliyetlerinde Âli damgası daha barizdir.