Lübnanlıların ülkenin kalkınmasında önemli bir rol oynadığına inandığı Refik Hariri’ye yönelik 2005’te gerçekleşen suikast, sadece Lübnan’da değil Ortadoğu’da da yepyeni bir defterin sayfalarını açtı. Biz halen o açılan sayfaların üzerinde bir şeyler karalamaya devam ediyoruz.
Hariri suikastının ardından birçoğu günümüze kadar devam eden yeni siyasi ittifaklar kurulurken, gerek Batılı ülkelerin gerekse ülkede düzenlenen gösterilerin oluşturduğu siyasi baskılar nedeniyle Suriye ordusu Lübnan’dan ayrılmak zorunda kaldı. Suriye’nin Lübnan’daki varlığı ne kadar uluslararası hukuka uygundu ve meşruydu bu sorgulanabilir ama Hariri suikastının Suriye’ye yaramadığı bir gerçek.
Lübnan Hükümeti’nin onayıyla kurulan Uluslararası Refik Hariri Suikastı Mahkemesi’nin verdiği karar, halen dünya kamuoyunda tartışılıyor. Hatırlandığı gibi mahkeme, Hizbullah’la bağlantılı olduğu bilinen Selim el Ayyaş’ın suçlu olduğuna karar verirken sanık olarak görülen Hizbullah bağlantılı diğer üç kişinin yeterli deliller olmadığı gerekçesiyle beraat ettiğini açıklamıştı.
Beyrut limanında yaklaşık 180 kişinin ölümüne neden olan korkunç patlamanın sersemliğini henüz üzerinden atamamış olan Lübnanlılar için Uluslararası Özel Mahkeme’nin kararı, konuya ilişkin gram mesafe alınabilecek bir netliği içermiyor. Mahkeme Selim Ayyaş’ın gıyabında suçlu hükmü verdi ancak Suriye hükümetinin ve Hizbullah’ın bu cinayetin işlenmesi için talimat verdiğine ya da suikastın hiyerarşik emir-komuta zinciri içerisinde işlendiğine dair bir kanıt bulunamadığını da açıkladı.
Uluslararası Mahkeme’nin Hariri suikastı kararında Hizbullah’ın olayda parmağı olduğuna dair karar çıkmasını bekleyenler için büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Bazı konulara ışık tutması beklenen karar, meseleyi aydınlatmak bir yana belirsizliği daha da artırdı.
Karar dosyasında bir taraftan birinci derece daire yargıçları Hizbullah lider veya üyelerinden herhangi birinin Refik Hariri suikastına karıştığına dair hiçbir kanıt bulunmadığını belirtirken diğer taraftan da Hizbullah’ın bu suçu işlemesinin muhtemel olduğu gibi tuhaf iddialara da yer vermiş. Hâlbuki mahkemenin yargıçları, kendilerine tanınan yargı yetkisinin toplu değil bireysel cezai sorumlulukla sınırlı olduğunu bilmediklerini varsayamayız. Öyleyse neden bu çelişkili kararları verebiliyorlar anlamak mümkün değil.
İşin ilginç yanı, mahkemenin gerekçeli kararını içeren dosyada yargılanan ancak bilahare beraat ettirilen sanıkların hiçbirinin örgüt bağlantısına ilişkin bir kanıt sunulmaması. Bu kimseler için kullanılan ifade sadece “Hizbullah Destekçisi” olmaları. Bunun tek istisnası 2016’da Şam’da bir patlamada hayatını kaybeden Hizbullah komutanlarından Mustafa Bedreddin. Bu bir kenara mahkeme, Refik Hariri’nin hayatını kaybettiği patlamayı organize ettiği ileri sürülen Selim Ayyaş’ın bile Hizbullah’la bağlantılı olduğunu kanıtlayabilmiş değil.
Bu arada okuması en az 15 gün sürecek 2 bin 682 sayfadan oluşan kararı okumak oldukça zor. Şu ana kadar yapılan analiz ve değerlendirmelerin büyük bir bölümü kararın 150 sayfalık özetine dayanıyor.
Bilindiği gibi “masumiyet karinesi”, “şüpheden sanık yararlanır” “suçta kanunilik ilkesi” gibi hukukun belirli temel ilkeleri vardır. Yeryüzündeki herhangi bir mahkeme karar verirken hukukun bu söz konusu ilkelerini göz önünde bulundurmak ve kararını bu ilkeler doğrultusunda vermek zorundadır. Aksi taktirde kararı şüpheli bulunacak ve uluslararası standartların altına düşmüş olacaktır.
Lübnan’da yayınlanan el Ahbar gazetesinde Ömer Neşşabe, kaleme aldığı yazıda Mahkeme’nin bu evrensel ilkelere uygun davranıp davranmadığını analiz etmiş. Neşşabe’ye göre bu ilkeler açıkça belirtilmesine rağmen Mahkeme’nin sanık Hüseyin Uneysi’yi mahkum etmeye çalışmak için kullandığı bir delil dışında, dayandığı tüm delillerin dolaylı deliller olduğunu ve çoğu, aktarılan telefon trafiğinin analizinin sonuçlarına yani ikinci dereceden kanıtlara dayandığını ifade ediyor.
Bir mahkûmiyet kararının yalnızca ikinci dereceden kanıtlara dayandırılmasının hukuken mümkün olup olmadığını sorgulayan yazar, karar metninin çok sayıda ikinci derece kanıttan oluştuğunu ifade ediyor. Tutarsız olan şey ise kararda bir dizi zayıf ikinci dereceden delile dayanarak mahkûmiyet kararı verilemeyeceği belirtilmesine ve “İkinci dereceden kanıtların olgusal temeli zayıfsa, buna dayanan sonuçlar daha zayıf olacaktır” demesine rağmen kararların birçoğunun ikinci dereceden kanıtlara dayanıyor olması.
Yazar ayrıca “1. Derece Mahkemesi’nin duruşmalar sırasında verdiği kararların çoğunun dayandığı delillerinin gözden geçirilmesi” gerektiğini tespit ettiğini aktarıyor ve bu nedenle Başlık 17’de (Paragraf 68) “Mahkeme’nin bazı konuları inceleyebileceği” hükmünün yer aldığını belirtiliyor. Yazara göre bu durum, yargıçların, bu büro çalışanlarının sahip olduğu tüm imkânlara ve uzun yıllar süren soruşturma sürecinde gördükleri tüm yerel, bölgesel ve uluslararası desteğe rağmen, Cumhuriyet Savcılığı tarafından yapılan iddialardan şüphe duyduklarını göstermekte.
Neşşabe, neden böyle bir sonuca ulaştığını açıklarken savcının dayandığı delillerin çoğunun iletişimlerin veri analizinin sonuçlarına dayandığını belirtiyor ve bunların suçun bütün boyutlarıyla kanıtlamak için yetersiz olduğunu dile getiriyor.
Dahası da var. Karar metninin 108’inci sayfasında (370’inci paragraf) belirtildiği gibi GSM şirketi Alfa’nın 2007’den önce merkezi bir veritabanı yoktu. “Duruşma Dairesi, Ağustos 2004’ten önce iletişim kayıtlarının eksik olduğunu vurguladığından” (sayfa 1758, paragraf 5308), savcı, yalnızca iletişimleri analiz etmeye ve kullanım kalıplarını ve mekansal senkronizasyonu belirlemeye dayanan eksiksiz ve sorgulanamaz kanıtlar sunamadı.
Neşşabe’nin sunduğu bir başka çarpıcı sonuç ise, Ayyaş’ın suikast anında nerede bulunduğuna ilişkin kesin kanıtlar sunamaması. Ayyaş suikastın gerçekleştiği 2005 yılında S. Arabistan konsolosluğuna hac vizesi için başvurmasına ve S. Arabistan sınırındaki kontrol birimlerinde giriş yaptığının kayıtlı bulunmasına rağmen onun Lübnan’da olduğunu iddia ediyor. Ancak buna ilişkin kanıt gösteremediği gibi eldeki tüm veriler mahkemenin verdiği kararın tam tersini söylüyor.
Kısacası Uluslararası Özel Refik Hariri Suikastı Mahkemesi’nin verdiği kararlar sadece evrensel hukuk ilkelerine uyup uymama açısından değil, aynı zamanda kararın dayandığı kanıtların güvenirliği açısından da ciddi boşluklar içeriyor.