Rivayet odur ki eski zamanlarda yoksul bir adamın kerpiçten yapılmış harap bir evi vardır. Adam kendi anlayışına göre inanmış bir adamdır. Bir gün oturup eviyle pazarlık eder: Biliyorum, bir gün yıkılacaksın. Ama ne olur bana haber vermeden yıkılma, der. Hikâye bu ya ev dile gelir, ev sahibinin isteğini kabul eder.
Gel zaman git zaman, tavana doğru bir yerden evin duvarı çatlar. Adam hemen bir miktar çamur hazırlar ve çatlayan yeri sıvayla kapatır. Bir süre sonra başka bir yerde çatlak oluşur, adam orayı da sıvar. Üçüncü, dördüncü derken adam her defasında çamur sıvayarak meseleyi hallettiğini düşünür. Derken bir gün aniden ev çöker ve tamamen yıkılır.
Adam çok üzülür, verdiği sözü tutmadığını düşündüğü enkaza karşı seslenir: “Ey evim hani seninle sözleşmiştik, bana haber vermeden yıkılmayacaktın, neden sözünde durmadın?” Evin enkazından cevap gelir: “Ben sana çoktan haber verip durdum. Ama ne zaman ağzımı açsam, sen bir avuç çamurla benim ağzımı tıkayıp durdun!”
* * *
Önleyici tedbirler alma konusunda bir yetkinliğimizin olmadığını biliyoruz. Bizim için işi daha vahim kılan şey; felaketi yaşadıktan sonra bile gerekli dersleri almamakta ısrarcı oluşumuz. Teknik meselelerde öyle olduğu gibi sosyal meselelerde de maalesef durumuz bu. Hayatla kurduğumuz ilişki, çok da eleştiriyor gözükmemize rağmen, bir ezber üzerinden gidiyor. Yaşama şeklimizi değiştirmemekte inanılmaz ısrarcıyız. Bu ısrarın nedenlerine ilişkin sosyal bilimlerin pek çok alanı üzerinden arkeolojik kazı yapılmasında zaruret var.
Benim bu vesileyle değinmek istediğim husus; ısrarımızın nedenlerinden ziyade ısrarımızın kendisi. Çünkü ısrar ettiğimizi, bir yaşama şeklini, tarzını sürdürmekte katı ve kararlı olduğumuzu görmezsek, bu ısrarın nedenlerine ilişkin anlamlı bir tartışma da yapamayız. Malum, deprem ülkesiyiz. Depreme ilişkin alınması gereken makul, mantıklı tedbirler var. Ancak biz herkesin kabul ettiği bu tedbirleri almak yerine yaşamla dalga geçer gibi belirli periyotlarla başımıza felaket getiren yaşama şeklimizi sürdürmeyi, içinde sürüklendiğimiz bu anafordan çıkmamayı tercih ediyoruz. Sel riskinin yoğun olduğu bölgelerimiz var. Herkesin mutlak surette alınmasını kabul ettiği tedbirler var. Ancak ısrarla tedbirleri gerektiği şekilde almak yerine görüntüyü kurtarmaya çalışarak sel felaketini yaşamayı tercih ediyoruz.
* * *
Bu vaziyetimiz sosyal, siyasal alanlarda da aynı şekilde seyrediyor. Çok uzağa gitmek gerekmiyor. Cumhuriyet’in kuruluşuyla farklı bir başlangıç noktası oluşturduğumuz iddiasında olsak da uygulama da pek çok şeyin makyajlanarak aynı şekilde varlığını devam ettirdiğini görüyoruz. Bu açıdan Cumhuriyet’in “kopuş” retoriğini “süreklilik” lehine revize etmemiz gerektiğini belirten söylemi hatırlamakta fayda var. Örneğin Osmanlı eğitim sisteminin (özellikle de medreselerin) ezberciliğine dönük operasyonel eleştirimiz, çok geçmeden ontolojik bir karşıtlık temelinde konumlandırdığımız modern mekteplerimize dair en büyük şikâyetimiz olarak karşımıza geldi. Mektebin adı modern ancak uygulamada değişen bir şey yok, yine ezbercilikten şikâyetçiyiz.
15 Temmuz’da sıra dışı bir kalkışma, ölçü tanımayan bir ihanet yaşadık. O güne kadar tehlikenin varlığına ve büyüklüğüne dair bir şey görmeyenler (nitekim FETÖ ile mücadele konusunda darbe öncesinde Erdoğan, kendi parti grubu dâhil bu mücadelede yalnız bırakıldığını kamuoyuyla paylaşmıştı) darbenin ardından FETÖ’ye ilişkin bizi coşkulu bir söyleme boğdular. Tehlikenin büyüklüğüne dair bir şey görmeyenler felaketi yaşadıktan sonra iç aydınlanma yaşayıp bize nasıl büyük bir felakete uğradığımıza dair çarpıcı çözümlemeler sundular. Önleyici hiçbir tedbir alamadığımız bu felaket nihayetinde kamuoyunun kundaklanan merak duygularına hitap etmek üzere FETÖ’nün ezoterik inançlarına, başındaki kişinin karanlık kişiliğine ve küresel istihbarat ağının gizemli işleyişine havale edildi. Ne devlet yapılanmamızın mahiyetini konuşabildik ne de devlet-toplum ilişkimizin niteliğine odaklanabildik. “Biz neyiz, niye bu haldeyiz, bizim başımıza niye bu olay geldi, nasıl gelebildi?” şeklinde özeleştiriye davet eden varoluşsal sorular sormak yerine işi ötekinde, bizim dışımızda tüketmeyi ve meftunu olduğumuz yaşama şeklimize hemencecik dönmeyi seçtik.
* * *
Bu aralar kamuoyunun gündeminde olan bir tarikat liderinin bir çocuğa cinsel istismarda bulunması mevzusu da yine mevzunun gerektirdiği şekilde tartışılmak yerine Türkiye’nin klasik sorun tanılama ve çözümleme sistematiğinin “mış gibi yapmak”tan başka özelliği olmayan zeminine havale edildi. Bu zeminde sorunlarımızı tartışmayacağımızı, tartışıyormuş gibi yaparken aslında sorunlarımızı görmezden gelerek kendimizi kandırdığımızı göremiyoruz veya görmek istemiyoruz. Herkesin hayatın tüm alanlarına ilişkin gerçeklikten bağımsız fi tarihinde yapılmış ve geçerlilikleri zamandan ve zeminden münezzeh kılınmış çözümlemeleri var. Herkesin realiteden bağımsız işleyen bir rasyonalitesi var. Bu çözümlemeye, bu rasyonaliteye ilişkin bir sorun gündem olduğunda herkes inançla bağlandığı zihin çantasından ilgili parçayı alıp soruna iliştirmeyi çözüm zannediyor. Bu iliştirme olduğunda sorunun çözüldüğünü zannediyor. Bu istismar vakasında da yine benzer bir performansla yol alıyoruz.
* * *
Bu tarz konuların gündeme geldiği daha önceki zamanlarda olduğu gibi yaptığımız işlerden birisi mevzuyu epistemik bir lokasyona kaydırmak. Örtük bir otoriterliği/tekelciliği barındıran bu yaklaşım, sorunu bağlamından koparıp “doğru inanç”, “doğru tarikat”, “doğru ideoloji” vs. gibi resmi bir hakikat tekelini elinde bulunduran etkin bir otorite, güçlü bir devlet noktasına getiriyor. Burada gündemimize gelen hadiseyi konuşmak yerine tarikatların varlığını ve meşruiyetini sorgulayan hatta sapkınlıkla ve kriminallikle özdeşleştiren yaklaşım dikkat çekiyor. Huntington’un meşhur ifadesiyle ‘yırtık ülke’ olmamız dikkate alındığında, mevzuyu bu tür ölçeğinden kaydıran yaklaşımlar devreye girdiğinde kaçınılmaz şekilde başka tür bir reaksiyon devreye giriyor. O zaman da geçenlerde başka cinsel taciz/kadına şiddet hadiselerinde gördüğümüz gibi insanlar, mevzuyu konuşmak yerine örtbas etmeyi, suskunlukla geçiştirmeyi seçiyor. Veya kaydırılan ölçeğin sağladığı imkândan hareketle işi tarihsel hesaplaşmanın parkuruna yerleştiriyorlar. Bu parkura yerleştiğinde herkesin/her kesimin eli rahatlıyor. Burası bildiğimiz dünya, bildiğimiz ilişkiler alanı, bildiğimiz çözümlemeler alanı. Bildiğimiz, ithamlar, düşmanlıklar alanı.
* * *
Şair “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” diyordu ancak iş sağır olmanın ötesinde kulak kesilen dünyanın inşasına varıyor. Derrida’nın ifadesiyle ‘kurucu dış’ özenle içeriklendiriliyor. Tarikatın, şeyhin vs. bir tür kötülükle, sapkınlıkla, gericilikle özdeş hale gelmesinin sebebi budur. O yüzden şeyh, tarikat eleştirilerinin kökeninde bu standart yaklaşım olağan hale geliyor. O yüzden bu tarihsel arka plana oturan yandaşlık ve karşıtlıkta mevzu buharlaşıyor, görünmez hale gelip bizi de anlamlı, anlamaya dayalı bir işleyişten alıkoyuyor.
Nihayetinde “bildiğimiz dünyanın sonu”ndayız. Yaşadığımız hadiseler, başımıza gelen felaketler anlamaya, çözümlemeye imkân tanımayan ezberler üzerinden değil konuşmayı, tartışmayı, müzakereyi anlamlı kılan ve kendi yanılabilirliğini de ihtimal dahilinde gören bir zihniyet tarzı üzerinden götürebiliriz. Başımıza gelen her felaket, toplumsal hayatımızda karşılaştığımız her sorun/suç işleyişimize dair bir şeyler söylüyor, bir şeylerin yolunda gitmediğini işaret ediyor. Bize düşen karşı karşıya olduğumuz bu durumun gerekliliklerini karşılamaktır, evin duvarlarında oluşan ve bize bir şey söyleyen çatlakları alelacele çamurla kapatmak değil.