Mahkemelerin verdiği kararlar toplumda adalet duygusunu kuvvetlendiriyor mu yoksa geçmişten bugüne sahip olunan yargıya güvensizliği çoğu zaman teyid ediyor hatta karikatürize mi ediyor? Dürüstçe, cesurca ve sadece hakkaniyet adına işleyen bir adalet mekanizması bu ülke ve toplum için adeta ütopya mesabesinde bir hayalden ibaret. ?Yüce Türk adaleti? çok zamandır ironik bir tebessümün konusu olan Yeşilçam filmlerinden öteye bir anlam ifade etmiyor ne yazık ki.
Evrensel hukukun kaidelerine riayeti geçtik tutarsızlıktan dökülen mevcut kanunların dahi doğru düzgün işlemediğine dair şikâyetlerin arttığı bir vasattayız. Bu vasat bir taraftan topluma güvensizlik ve umutsuzluk aşılıyor diğer taraftan da zorbalığa, yolsuzluğa, usulsüzlüğe teşne tiplere cesaret verip teşvik ediyor. Nasılsa yapanın yanına kar kalıyor, hak arama yolları neredeyse sonuç vermiyor ya da o kadar geç tecelli ediyor ki hiçbir kıymeti harbiyesi kalmıyor.
Evet, Türkiye sürekli ve sarsıcı badirelerle boğuşuyor, bir tehdidi bertaraf edemeden diğeriyle mücadeleye girişiyor. Siyaset ve bürokrasi eşine az rastlanır ağır bir stres altında. Lakin bu stres ne kadar ağır olursa olsun aşırılığa, yanlışa, haksızlığa anlayış beklenmesi için ufak da olsa bir meşruiyet zemini vermiyor. Hele hele bu aşırılık, yanlışlık ve haksızlıklar bir de mahkemeler eliyle icra edilmişse. Asıl mesele adaletin her durumda tecellisidir. İç ya da dış tehditlerin cesameti, şiddet veya terör sarmalının giriftliği adaletin kaygıya, korkuya, bekaya endekslenerek icra edilmesine, toplu ve aşırı-ölçüsüz cezalandırmalara cevaz vereceği anlamına gelmez, gelemez.
Travma Sonrası Stres Bozukluğu
Darbe dönemleri ve sonrasında Türkiye´de bürokrasinin, siyasetin ve özellikle yargının dengesi hep bozulmuştur. 15 Temmuz sonrasında da yargının şirazesi epeyce kaçtı. FETÖ ithamı o kadar ucuzladı ve yaygınlaştı ki mesele neredeyse işportacının zabıtaya karşı direnirken kullandığı güçlü bir silaha dönüştü. Sadece rakiplerini değil farklı düşündüğü, ayrı hareket ettiği kişileri de itibarsızlaştırmak, tasfiye etmek ya da bizzat mahkûm etmek için ispiyonaj-jurnal ağları hızla FETÖ ithamına sarılmakta tereddüt etmedi. Peki, ortaya çıkan siyasal ve toplumsal manzara doğru, iyi, güzel ve de hayırlı bir sonuç mu verdi? 15 Temmuz sonrası yaşanan sancıları işitmemiş, görmemiş gibi yaparak yol aldık belki ama sonrasında Türkiye bu sancıları daha ne kadar taşıyabilecek acaba?
Kanun Hükmünde Kararname ile açığa alınan, meslekten ihraç edilen insanların sayısına bakmakta fayda var. Üstelik KHK ile ihraç olan insanların önemli bir kısmı için hiçbir yargı kararı yok. Yargılananların önemli bir kısmı beraat etti. Fakat beraat edenler için mesleklerine dönüş neredeyse imkânsız gibi. Meselenin ekonomik boyutu, geçim derdi kadar aile içi ve çevresinde yaşanan derin sarsıntıları da var. 15 Temmuz darbesinin sıcaklığıyla hissedilmeyen sancılar artık toplumun daha farklı kesimlerinde de acılar oluşturuyor, stresi ve depresyonu tetikliyor.
Haluk Savaş adını duydunuz mu mesela? Haluk Savaş, HKH ile meslekten ihraç edilen bir psikiyatri profesörü. Yaklaşık 50 gün kadar bir müddet cezaevinde kaldı, tahliye edildi ve nihayet beraat etti. Tam 16 yıl üniversitede psikiyatri profesörü olarak çalıştı. Prof. Dr. Savaş yaklaşık üç yıldır kanser hastalığına karşı mücadele veriyor. Türkiye´deki tedavi süreçleri yetersiz kaldığı için yurt dışına çıkmak istiyor. Fakat o da ne? Pasaportunu almak üzere müracaat ettiği Adana Valiliği KHK´lı olduğu için pasaportunu alamayacağını ve yurt dışına da çıkamayacağını beyan ediyor. Kimsenin beraat kararını, Mahkemenin yurt dışına çıkış yasağını kaldırdığını filan dinlediği yok; Olanca lakaytlığıyla ?kanser raporlarınızı da ekleyerek CİMER´e müracaat edin? gibi yollar tavsiye ediliyor kendisine.
Medya her zaman olduğu gibi sözüm ona ?Fetö´yle mücadele en küçük bir zaafa uğramasın? kaygısıyla Haluk Savaş´ın maruz kaldığı hukuksuz, vicdansız ve çirkin muameleyi inatla görmezden geldi elbette. Sosyal medyada yükselen tepkiler karşısında Adana Valiliği upuzun ve detaylı bir açıklama yaptı sonunda. Ama Nüfus Müdürlüğü´nün yasal düzenlemelerinden başlayan İçişleri Bakanlığı´nın değerlendirmelerine uzanan bu izahta kanser tedavisi gören bir insanın önünde yükseltilen tahdit isimli ?ölüm duvarı?na ilişkin hiçbir makul gerekçe sunulamıyordu. Psikiyatri alanında Türkiye´nin en çok bilimsel yayınına sahip, uluslararası literatürde kendisine en çok atıf yapılan akademisyenlerinden bir olan Prof. Dr. Savaş´ın tedavi amaçlı seyahat hakkını engellemek kime, neye hizmet eder? Hukuk ve devlet mi güçlenir yoksa hukuksuzluk ve toplumsal huzursuzluk mı derinleşir?
Tedavi hakkı gasp edilen bir insan, bir akademisyen duruyor ülkenin tam orta yerinde. Bürokratik teamülleri merkeze alan Hükümet, onun acılar içerisinde kıvranmasını da tedavi için çırpınmasını da umursamıyor. Bölge İdare Mahkemesi´nden Danıştay ve Anayasa Mahkemesi´ne oradan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi´ne kadar uzun bir yol haritası var karşısında. Ancak bir yıldan daha az bir ömür biçilmiş kendisine. Fakat buna rağmen Haluk Savaş ?Meriç´te boğulmayacağım, sınırları geçmeye çalışırken ölmeyeceğim, Türkiye´de öleceğim? diyor. Bakalım mahkemeler ve bürokrasi onu tedavi haklarından mahrum etmek ve burada öldürmek üzere ne kadar kararlı duracak!?
Sadece suçlanmış fakat beraat etmiş bir insanı değil bizzat tutuklu ve hükümlüleri dâhi tedavi imkânlarından mahrum etmenin devletin bekası veya güvenlik refleksiyle izah edilemez. Devletin beka ve güvenlik endişesi birey ve toplumun temel haklarının hele hele hayat hakkının önüne geçerse büyük bir felaket üstümüze çökmüş demektir.
Adnan Menderes´te Sürek Avı
Prof. Dr. Haluk Savaş hocanın maruz kaldığı muamele üniversitelerde çokça yaşanan bir hadiseye dönüştü. Son ve en çirkin örneklerden birisi olması hasebiyle Aydın Adnan Menderes Üniversitesi´nde yaşanan gelişmelere bakmakta fayda var. Öğrencisiyle, akademisyen ve idari kadrosuyla Adnan Menderes Üniversitesi´ni 15 Temmuz darbesine karşı direnmek üzere seferber eden önceki Rektör Prof. Dr. Cavit Bircan ve eşi Av. Hatice Bircan ?Fetö soruşturması? bahanesiyle açığa alındı. Yeni Rektör Prof. Osman Selçuk Aldemir, YÖK´ü de ekarte ederek, İçişleri Bakanlığı´nda olmayan soruşturmaları bahane ederek Prof. Dr. Bircan´ı ve eşini açığa alırken A. Menderes Üniversitesi´nde muhafazakâr-dindar kadrolara karşı engizisyon gibi işleyen bir süreç başlatıp köklü bir tasfiyeye girişti.
Osman Aldemir´in açığa alma gerekçesi olarak sunduğunun aksine Prof. Bircan için YÖK´te yürütülen herhangi bir disiplin veya ceza soruşturması bulunmuyor. Böyle bir soruşturma olsa bile bunu rektörlük değil bizzat YÖK Başkanlığı yürütmek durumundadır. ?Rüşvet, zimmet, görevi kötüye kullanma ve ihaleye fesat karıştırma? gibi suçlamalarsa Üniversite´yle iş yaparken iflas eden bir inşaat firmasının iddiaları olarak gündeme gelmiş fakat YÖK tarafından inceleme yapılıp soruşturmaya gerek görülmemiş.
Yeni Rektör Aldemir´in eski Rektör Bircan´ı açığa alma gerekçesi olarak ileri sürdüğü iddialar bilirkişi raporları, savcılık soruşturmaları, Sayıştay ve YÖK tarafından daha önce de reddedilmiş durumda. Bir de FETÖ´cülük gibi bir ne edeple ne de hukukla en küçük bir alakası kurulabilecek bir iftira var ki evlere şenlik! FETÖ´cülük itham ve iftiraları maalesef üniversiteleri dahi bir çadır tiyatrosuna, basit bir müsamere sahasına çevirmiş durumda. Şimdi YÖK, Rektör Aldemir´e yetki aşımı dolayısıyla nasıl bir müeyyide uygulayacak acaba? Kamuoyu merak ediyor; Aydın Adnan Menderes Üniversitesi´nden başlamak üzere üniversiteler keyfi idare ve şahsi hesaplaşmaların zemini olmaktan hiç mi çıkamayacak?
Yakın geçmişten bugüne doğru kısa bir hatırlatma yapmak yerinde olur: Osman Aldemir en son girdiği (Ekim 2014) rektörlük seçimlerinde, 757 öğretim üyesinin görev yaptığı ADÜ´de ancak 13 oy, evet sadece 13 oy alarak sonuncu olmuş, Menderes Üniversitesi´nde hiçbir karşılığı olmayan üstelik akademik kariyeri de son derece zayıf ve tartışmalı bir kişi. Daha önce görev yaptığı Kars Kafkas Üniversitesi´nden başlamak üzere aile hayatı ve çevre ilişkileri de sıkça mahkeme koridorlarına taşınmış bir yapıya sahip. Fakat Aydın´da sol-Kemalist yerel basın ve birkaç üst düzey bürokratla, hovarda ve akşamcı karakterleriyle meşhur olmuş bazı siyasilerle kurduğu özel ilişkiler sayesinde rektörlük koltuğuna oturur oturmaz üniversite bünyesinde çarpık bir yapılaşmaya girişmiş durumda.
Üniversitelerde militan laik-Kemalist uygulamalara, yasakçı ve despot akademisyenlere, Lions-Rotary gibi jakoben örgütlenmelere, etnik ve mezhebi ayrımcılıklara destek olan 28 Şubat gibi süreçler geride kalmamış mıydı? Hem ?Mustafa Kemal´in Askerleri?ne hem de ?Fethullah´ın Haşhaşi Fedaileri?ne karşı mücadele vermiş Cavit Bircan gibi akademisyenleri despotik yönetimlere, hukuksuz muamelelere yem etmek nasıl bir basiretsizlik ve ferasetsizlik örneğidir acaba?
Hükümet ve YÖK´ün hiç unutmaması gereken kaide şudur: Şizofren rektörler, tacizci dekanlar, intihalci akademisyenler dönemi tümden son bulmadan Türkiye´de ne bilim gelişir ne de hukuk yerli yerine oturur.
Yeni Akit