Her Cumhuriyet Bayramı’nda olduğu gibi bu sene de cumhuriyetin “halk egemenliği” anlamına geldiğini ve bunun ilanının yakın tarihimizde büyük bir devrim olduğunu dinledik. Cumhuriyet ile demokrasi arasındaki ilişki, göründüğü kadar basit olmasa da cumhuriyetin aynı zamanda demokrasiyi de içerdiğini ve bunu gerektirdiği duyduk. Doğal olarak insan dünyadaki cumhuriyet ve demokrasi örneklerine bakarak, bu ikisi arasında sıkı bir bağ olmadığını da görüyor. İran İslam Cumhuriyeti ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi örneklerde demokrasi ne kadar vardır? Ya da Hollanda ve Belçika gibi ülkelerde olgun bir demokrasi olduğu halde bu ülkelerde Cumhuriyet yerine neden Monarşi (daha doğrusu “Anayasal Monarşi”) tercih edilmiştir? İşte bu tür örnekler ve sorular konuyu daha derinlikli bir şekilde analiz etmeyi ve yorumlamayı gerektirmektedir.
Atatürk’ün yazdığı iddia edilen “Yurttaşlık Bilgileri” kitapçığında anayasal monarşiler kastedilerek şunlar söylenmektedir: “Başlarında hala Tanrı’nın vekili, gölgesi sıfatını taşıyan hükümdarlar bulundurmakla birlikte egemenliğini kazanmış uluslar olduğundan söz etmiştik. Gerçekte bu ulusların mensup oldukları devletler, ulusun seçtiği milletvekillerinden oluşan meclislere sahiptirler. Ulusun egemenliğini bu meclisler temsil eder. Yasa önerme hakkı meclis üyelerine ve bakanlar kuruluna aittir. Hükümdar devleti temsil eder… Bu açıkladığımız türdeki hükümetler temsili hükümetlerdir ve gerçekte demokrasi ilkesi yürürlüktedir. Ancak bunlar tam anlamda demokrat hükümetler değildirler.” (Yurttaşlık Bilgileri, Sh. 37, Cumhuriyet, İst. 1997).
Bu ifadelere göre bir temsili (parlamenter) demokrasiler var ki, bunlar tam olarak demokrat hükümetler kabul edilemez, bir de tam demokratik hükümetler var. Peki, bu ikincisi nedir? Aynı kitap ikincisini şöyle açıklıyor: “Demokrasinin tam anlamıyla ülküsü, bütün ulusun, aynı zamanda yönetici durumda bulunabilmesini, hiç olmazsa devletin son iradesinin, ulus tarafından dile getirilip gösterilmesini ister. Ne yazık ki ulusların büyüklüğü, düşünsel eğitim düzeyleri, bu ülkünün uygulanmasında, bu ülküden büsbütün yoksun kalmayı doğuracak önemsizliklerden kaçınmayı da gerektirir. Bu nedenle, demokrasi ilkesinin en çağdaş, en akılcı uygulayımını sağlayan yönetim biçimi Cumhuriyet’tir.” (Sh. 38)
İnsan bu cümleleri okuyucunca önce ümitleniyor, sonra da karamsarlığa kapılıyor. Demokrasi ülküsü aynı zamanda tüm ulusun yönetici olmasını gerektiriyor, fakat çeşitli sebeplerle bu tam olarak uygulamadığından Cumhuriyet en çağdaş ve akılcı yönetim olarak karşımıza çıkıyor. Yukarıdaki cümlelerin devamında “Ulus; egemenliğini, devlet yönetimine katılmasını, ancak zamanında oyunu kullanmakla sağlar” deniliyor. Yani tekrar, o tam demokrasi olarak görülmeyen temsili demokrasinin en ilksel biçimine dönülüyor.
Halkın bir türlü egemen olamamasının temelinde tarihe damgasını vuran “elit ve kitle dilemması” yatmaktadır. Tarih boyunca askeri, dini, siyasal ve bürokratik elitler halkın kendi kendini yönetmeye ehil olmadıklarını düşündükleri için yönetme işine kendilerini layık görmüşlerdir. Kendilerinin ne kadar layık olduklarını göstermek için de çeşitli ideolojiler üretmişlerdir. Tanrı’nın vekili ve gölgesi olmaktan tutun soylu bir sınıftan gelmeye kadar pek görüş ortaya atmışlardır. Platon ve bizdeki temsilcileri, sözgelimi Farabi, devleti yönetecek en yetkin kişinin Filozof-Kral olduğunu ileri sürmüştür.
Eski Mısır’da Firavun Tanrı’nın vekili ve gölgesi olmak bir yana kendisinin Tanrı olduğunu ilan etmiştir. Bunu Kur’an şöyle hikâye eder: “Firavun, “Ey ileri gelenler! Sizin benden başka bir ilâhınız olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân! Benim için bir ateş yakıp tuğla pişir de bana bir kule yap! Belki Mûsâ’nın ilâhına çıkar bakarım(!) Şüphesiz ben onun mutlaka yalancılardan olduğunu sanıyorum” dedi.” (Kasas, 28:38)
Kendisini uyarmak için gönderilen Musa’yı Allah görevlendirirken, ona diyor ki: “Firavun’a git! O hakikaten azdı.” (Naziat, 79:17) “Azgınlık”, kişisel ve siyasal anlamda kibrin son noktasıdır. Bu noktaya erişen kişi, kendini her konuda yeterli görür ve bir Tanrı gibi hissetmeye ve davranmaya başlar.
“Elit” kelimesinin Latince ve Fransızca kökeninde “seçilmişlik” vardır. Elit, kendini olağanüstü özellikler ve kabiliyetlerle donanmış olarak görür. Amerikalı sosyolog Mills’e göre güç seçkinleri, Amerikan politika yapımına egemen olan nispeten küçük, birbirine gevşek bağlarla bağlı bir gruptur. Bu grup, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki başlıca kurumları kontrol eden ve görüşleri ve eylemleri politika yapıcıların kararlarını etkileyen bürokratik, kurumsal, entelektüel, askeri, medya ve hükümet seçkinlerini içerir. Gerçekte Amerika’da seçim sonuçları ne olursa olsun bu seçkinler grubu ülkeyi yönetir.
Cumhuriyet ve demokrasi arasındaki farkı anlamak için “egemenlik hakkı” ile “bu hakkın kullanımı” arasında bir ayrım yapmak gerekir. Bir ülkede Cumhuriyetin olması, yani egemenlik hakkının halkın olduğunun ilan edilmesi, henüz o ülkenin demokratik bir devlet yapısına sahip olduğunu göstermez. Önemli olan bu egemenlik hakkı nasıl ve ne şekilde kullanılmaktadır? Hatta çağdaş uygulamalardan sonra şunu bile iddia etmek mümkündür: Bir ülkenin hem cumhuriyet hem de demokrasiyle yönetilmesi, halkın gerçek anlamda egemen olduğunu göstermeyebilir.
Bizde Cumhuriyet’in ilk yıllarında, 1950’ye kadar olan tek partili dönemde demokrasinin olmadığı söylenir. Tek parti kendi belirlediği adayları halka sunar ve seçtirir. Hiçbir muhalefet partisi de olmaksızın ülkeyi yönetir. Dolayısıyla bu dönem Cumhuriyetin olduğu ama demokrasinin olmadığı bir dönemdir. Gerçek demokrasiyle çok partili sistemle 1950’den sonra geçtiğimiz ifade edilir. Ancak şu da bir Türkiye gerçeğidir: Partiler lider merkezli oldukları için liderin onayından geçmeyen adaylar milletvekili olamazlar. Parti içi demokrasi olmadığı gibi seçimler de aşağıdan yukarıya doğru işleyen bir mekanizmayla yapılmaz. Kimin seçileceğine lider karar verir ve millet, bu adamları seçmek zorunda kalır.
Teorik egemenlik hakkının bir siyasal pratik haline gelmesinin temsili/parlamenter demokrasilerle sağlanamadığı uzun bir tecrübeden sonra belirginlik kazanmıştır. Artık parlamenter demokrasi, demokrasinin en ilkel biçimi olarak karşılanmaktadır. Ne yazık ki Türkiye’de muhalefet, başkanlık sistemine karşı çıkarken bizi bu ilkel demokrasiye dönüş yapmaya ikna etmeye çalışmaktadır. Oysa dünyada parlamenter demokrasiden katılımcı ve çoğulcu demokrasiye doğru önemli bir yol alınmıştır. İşin tuhaf yanı, bizim krallıkla yönetiliyor diye beğenmediğimiz, “anayasal monarşi”nin hüküm sürdüğü ülkelerde bu noktada ciddi mesafeler kat edilmiştir.
Katılımcı demokrasi, aktüel karar alma süreçlerine halkın aktif olarak katılımını güvence altına alan ve bunun için gerekli olan “söz hakkı kurulları”nı oluşturmuş olan bir demokrasi formudur. Bunun ötesinde tartışmalı ve önemli konularda referanduma gidilmesini anayasal ve yasal olarak düzenleyerek teminat altına almıştır. Karar süreçlerine her kesimin ve görüşün katılmasını sağlamak için ayrıca çoğulculuğa sonuna kadar kapı aralamıştır. Her görüş ve kimlik örgütlenme ve kendi taleplerini dile getirme hakkına sahiptir. Azınlık gruplar bile bu katılımcı ve çoğulcu demokrasinin nimetlerinden faydalanmaktadırlar.
Eğer gerçekten halkın egemenlik hakkına sahip olduğuna inanıyor ve bu hakkı fiilen kullanmasını sağlamak istiyorsak, demokrasinin ilkel biçimlerine değil, gelişmiş biçimlerine yönelmek zorundayız. Değilse teorik olarak verilen hakların pratik hiçbir anlamı ve değeri olmayacaktır!
Kaynak: Faeklı Bakış