Tarih: 04.01.2021 11:23

HAKİMİYET ve MİLLET, MÜLK ve ADALET

Facebook Twitter Linked-in

İçine girdiğimiz krizi ve giderek derinleşen çatışmayı doğru anlamak için, ezberlerin dışına çıkıp çok yönlü muhasebe yapma, her biri birer kalkan olarak kullanılan anahtar terim ve cümlelere dikkatlice bakma mecburiyeti var. Kriz, birer sonuç/ürün olan siyasi iktidarların (diktatörlükler, monarşiler, otokrasiler) değişmesiyle aşılacak gibi değil. Krizin merkezinde zihniyet değişiminin sağlanamaması ve radikal bir değişimin ahlaki ve kamusal formasyon üretememesi var. Bir diktatör gider, öbürüsü gelir ve bu böyle devam eder.

Bizim orta zaman ve yakın siyasi tarihimizde yanıltıcı iki ünlü söz vardır: Biri “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir”, diğeri “Adalet mülkün temelidir” sözü. Bu yazıda bu ikisi üzerinde durmaya çalışacağım.

Hadis usulünde hayli önemli olmakla beraber neredeyse 10 asırdır hiç kullanmadığımız “metin kritiği” veya modern tarih biliminde dikkatlice başvurulan “eleştirel tarihçilik” açısından bu iki söze baktığımızda zahirde oluşturulan algı-intiba ile zamirde, bilinçaltında oluşturulan ana fikrin birbirlerine tamamen zıt olduklarını tespit edebiliriz.

“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir”, cümlesinde iki anahtar sözcük “hakimiyet” ve “millet”tir. Siyasal organizasyonun teşekkülünde hakimiyet topluma ait olabileceği gibi, tüzel bir aygıta ait de olabilir. Hz. Peygamber (s.a.) döneminde hakimiyet –hükmün kaynağı vahiy destekli olmak üzere- topluma (el camia’yı oluşturan ümmet’e) aittir; ilk dört halife de görece bu çizgiyi devam ettirme başarısını gösterdiler. “Görece” diyorum, çünkü ben 622-632 yılları arasındaki kısa döneme “es Siyasetü’t Tâmme”, 632-661 arası döneme “es Siyasetü’n Nakisa” denebileceğini düşünüyorum. Es Siyasetü’t Tâmme zımnen es Siyasetü’l Kâmile’yi tazammun eder.

Yakın tarihin batı menşe’li gelişmesi, hakikatte “hakimiyetin millete ait olmadığı”nı göstermeye yeter. “Millet (ulus)”, defalarca zikri geçtiği üzere “devletin inşaı ve icadı”dır. Mussolini’nin özet ifadesiyle devleti ordu kurar, milleti de devlet inşa eder! “Millet”in devletin üç unsurundan biri olan “ahali”nin kendisiymiş gibi gösterilmesi, onun devlet tarafından inşa edildiği gerçeğini gizler. Hakikat-i halde inşa eden fail, inşa ettiğinin hakiki malikidir ve madem pratikte devlet milleti inşa etmektedir, o halde millet devlete aittir.

Bu durumda mantık yürütmemiz bizi şu önermeye götürmektedir: “Hakimiyetin millete ait olması, gerçekte devlete ait olması”nın başka anlatımıdır. Devlet hakimiyetin sahibidir, üstelik bir inşa eseri olan millet üzerinden ahali yüceltilmek suretiyle hakimiyet “kayıtsız şartsız devletin” olmaktadır.

Peki, şahıslar (krallar, padişahlar); zümreler (oligarşiler); sınıflar (burjuva, proletarya); aristokratlar: rahipler veya partiler arasında –şu veya bu yolla- el değiştiren devletin özü adaleti içerir mi veya Allah’ın el Adl isminin tecelli ettiği form olabilir mi?

Bu sorudan mahkemelerimizin duvarında asılı duran “Adalet mülkün temelidir” cümlesine geçelim:

Bilindiği üzere bu söz Hz. Ömer’e izafe edilse de, ona ait değildir. Adil Ömer, yönetime “mülk” demezdi. Mülkün sahibinin Allah olduğunu bilirdi. Mustafa Çağrıcı bu sözü ilk defa gramerci Ebûbekir Muhammed b. es-Serrâc’ın (öl: m.928) “el-Usûl fi’n-Nahv” adlı kitabında gördüğünü yazar. Söz ilk defa bir gramerci tarafından kullanılmışsa, daha eskilere dayanan bir özdeyiş olabilir. Çağrıcı 11. yüzyıl başlarından itibaren eski bilgelerden birine ait olduğunu söylediği bir başka sözü aktarır: “Güvenlik en mutlu hayat, adalet en güçlü ordudur.” (Karar, 25 Kasım 2020)

Bu alıntılar benim 18 Eylül 2017’de 13. Ağır Ceza’da yaptığım savunmada öne sürdüğüm bir görüşü teyid etmektedir. Tezim şuydu: “Adalet mülkün temelidir” sözü, adaleti korumayı değil, mülkü koruyup devam ettirmeyi hedeflemektedir. Nasıl ki Hint Moğol geleneğinden ithal edilen “din-u devlet” formülasyonuna göre “devletin kurucu ideolojisi dindir, dolayısıyla dini devlet korumakla yükümlüdür” önermesi özü itibariyle devleti korumayı esas alıp dine koruma işlevi yüklüyorsa, mülkün esası gösterilen adalet de din gibi devlet için araçsallaştırılmaktadır.

Cabiri, söz konusu sözün İran Kralı Ardeşir (Erdeşir)’e ait olduğunu söyler. Cabiri’ye sorarsanız, Arap ahlakını ve kamu düzenini Fars etkisi bozmuştur. Oysa Arapların ilk öykündüğü medeni/siyasi havza Bizans siyaseti ve Bizans sarayıdır. Fars etkisi ve siyaseti asıl Abbasileri yozlaştıracaktır.

Şüphesiz Ardeşir, tahtını ve devleti korumanın yolunun adaletten geçtiğini biliyordu. Ona göre adalet, devletin aracıdır. Mülk adaletle ayakta duracaktır ama adalet mülkün sahibi Ardeşir’in mülküne, yani tahtına dokunmayacaktır. Tarih boyunca ve bugün uğradığımız haksızlıkların temelinde bu sözün şekillendirdiği algı yatmaktadır. Adalet mülkün temeli ise, bu durumda aslolan mülk, yani devlettir, devletin sahibi de Ardeşir’dir.  Bu, bize milletin sahibi devletin nasıl hakimiyeti arka kapıdan dolanarak ve elbette ustalıkla temellük ettiğini hatırlatıyor. Ardeşir meşruiyetini damarlarında Tanrı’nın akan kanından, modern devlet ise milli ideoloji ve politik doktrinden alır.

Burada önemli bazı sorular ortaya çıkar:

Mülkün meliki (melik) olduğuna göre, melik adaleti etkili, fonksiyonel bir araç olarak tesis eder, bu mülkünün teminatıdır. Fakat bu, melikin mülkünde (memalik), hakimiyeti altında yaşayan ahalinin şansına-bahtına kalmış bir şeydir. Melik “iyi” ise işler adalet üzere yürür, zorba ise adalet kendini tecelli ettireceği zemin bulmaz. Yani adaletin tecellisi de ahalinin bahtına kalmıştır.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —