Sosyolojinin en temel giriş derslerinden biridir. Kriz anlarında toplum kendini daha çok gösterir. Bugünlerde toplumun kılcal damarlarından bağırsaklarına kadar bütün ayrıntıları görünüyor neredeyse… Çünkü kriz zamanlarında cilalar bozulur, manipüle edilmiş gündemler herkesi ele geçirmekte zorlanır. Halıların altından hazırda duran söylemleri doğrulamayacak çok sayıda toz ve çöp dışarı doğru taşar. Dolayısıyla toplumda neler olup bittiğine bakmaya ve anlamaya çalışanların elinde gene çok sayıda veri ve malzeme birikir.
Kriz zamanlarında düşünce çoğulluğu sadece toplum düzeyinde gerçekleşmez. Tekil insanlar düzeyinde de bakış açıları çoğalır. Basit bir örnek olarak, kendi evini, toprağını terk edip başka diyarlara göç eden insanların önüne en azından kendi kısıtlı coğrafyasını yeniden düşüneceği başka gerçeklikler de çıkar.
Tabii ki bu, çoğulluğun istisnasız bir şekilde herkesin zihnine “çoğulculuk” ve dolayısıyla “özgürleşme” getireceği anlamına gelmez. Çünkü bu veri, gözlem ve bilgi çeşitliliği geliş şekline ya da yoğunluğuna göre çok daha derin patolojik duygular da uyandırabilir. İnsanlar krizin getirdiği ve başa çıkamayacakları bu veri patlaması ve dolayısıyla çaresizlik karşısında içlerine ve daha rahat baş edebilecekleri gerçekliğin içine kapanabilirler. İçinde bulunduğumuz “hakikat-sonrası” (post-truth) olarak adlandırılan çağ da bu duruma tekabül ediyor. İnsanların sahip oldukları veri düzeyi, paradoksal bir biçimde, hissettikleri güvensizlik düzeyini tetikliyor ve bu güvensizlikle başa çıkmak üzere, her türlü rahatlatıcı ve kendi konumlarını tahkim edici yalanın içine çöreklenmelerine neden oluyor. Bu yüzden popülist yöntemlerle sırtı sıvazlanan, yurttaş hakkı olarak değil, “kadirşinas” bir önderin hayırseverlik olarak dağıttığı yardımlarla beslenen kırılgan kitleler bu yeni “yalan” döneminin taşıyıcısı haline geliyorlar.
Ve bu kitleler, “sorunların sebebi” olarak hedef haline getirilen daha da zayıf gruplarla ilgili her türlü ırkçı bilgiye de kolayca inanabilir hale geliyorlar.
Aslına bakılırsa, “büyük olay” olarak tanımlanabilecek ya da insan aklını zorlayacak derecede “inanılmaz” bazı olaylar bu süreçleri daha da radikalleştirebiliyor. Mesela savaşlar, devrimler, soykırımlar, sürgünler, darbeler, Avrupa’da 1968 olayları, 11 Eylül 2001 saldırıları, Gezi olayları gibi toplumsal ve siyasal olaylar ya da 99 Marmara depreminden sonra, şimdi de Kahramanmaraş depremi sadece olaya maruz kalanlar için değil, çok daha geniş insan kitleleri üzerinde, uzun yıllar sürecek etkiler bırakıyor.
Türkiye’nin çok uzun zamandır yaşadığı “kesintisiz kriz” sürecinde, depremle birlikte yeni bir sıçrama yaşandı. Bir yandan, “inanılmaz” olanı “inanılır” bir inanca dönüştürmek üzere, “hakikat sonrası” dinamikler devletli kanallar tarafından devreye sokulurken, diğer yandan, “inanılmaz” görünen ancak deprem ve inşaat alanlarından biliminsanı ve uzmanların, sivil toplum örgütlerinin net bir şekilde ifade ettikleri “kaderin oyunu olarak değil, şu kadar büyüklükte, şu bölgede beklenen deprem” uyarısı ve “deprem öldürmez, ahlak dışı ilişkiler içinde dikilen binalar öldürür” bilgisi de hakikatin inşasına katkıda bulunuyor.
İşte “hakikat” ve “hakikat-sonrası” arasındaki gerilimin çok görünür olduğu bugünün manzarasına dair şöyle bir taslak çıkarılabilir gibi geliyor bana…
Bir kısırdöngü olarak devlet
Türkiye’de devlet çok önemlidir ve bir kısırdöngünün tezahürüdür. Sivil toplumdan yükselen aktörler devlete girmeye, onu ele geçirmeye çalışır. Çünkü bu aktörler kendilerini ancak devlete girince “önemli”, “saygıdeğer”, “kabul edilebilir” hissedebilirler. Öte yandan, devlet, kabul edilmek için mücadele eden güvensiz insanların, iktidar olduklarında değiştiği yerdir. Bu yüzden, devlet güvensizlikleri kendileri için güvene çeviren, fakat aynı zamanda başkalarına güvenmeyen bir cemaat devletidir. Başka bir ifadeyle, insanlar “kötü” değildir, ancak travmaların ürünü olarak güvensizdir. Bu güvensizlik devlete girince, gücün diliyle devletleşir. Ancak bu kader değildir; çünkü Türkiye tarihinin çeşitli dönemlerinde devlet dilinin dönüştüğü ve insanların bir arada yaşamanın kıymetli olduğunu gördükleri zamanlar olmuştur (zaten bir arada yaşama umudunu besleyen zamanlar da bunlardır).
Devletin gücü ve kısırdöngüsü üzerine AKP Sözcüsü Ömer Çelik’in, 1999 depremi sonrası hükümeti eleştirirken çok yerinde yaptığı tespitler örnek verilebilir. Onun şu cümleleri bugün geçerliliğini koruyor:
“Türkiye yönetilemiyor. Ve yönetemeyen, yönetmesi mümkün olmayan bir mekanizmanın yönetiyormuş gibi yapması binlerce cana mal oluyor. Eğer bugün birilerin fiyakası bozulmasın diye söylenmesi gerekenlerin ‘milli birlik ve beraberlik’ nutuklarının altında ezilmesine göz yumarsak; bugün susarsak, bu çarpık mekanizma yüzünden yüzlerce insanın ebediyen susmasına ortak olmuş olacağız.”
Çok kabaca, devlet katında kullanılan dil eskisi gibi… Ancak o dilin saklamaya çalıştığı felaket bugün çok daha derin. Öyle derin ki, depremin daha ilk günü, millet (devletten önce) canla başla kurtarma faaliyetlerine sarılmışken, “siyasileştirmeyin, yoksa sizi hain sayarız” mesajları yayımlamaya başlayan propaganda başkanlığı “dezenformasyon” mesajlarıyla ne kadar çok “siyasi” düşündüğünü, bütün planın siyaseten kazançlı çıkmak üzerine yapıldığını açık etti aslında. Bugün bu devletin, üzerine düşünülmesini, kara kutularının deşilmesini istemeyen, itibar üretmek için her türlü şaşaalı imajı ve yapıyı üreten, ne kadar çok güç takıntılı bir devlet olduğunu çok daha fazla görüyoruz.
İnsan haklarıyla, özgürlüğüyle, insana saygıyla, tevazuyla sağlanacak bir itibarı değil; piramitler yaparak inanç yaratmaya çalışan azgelişmiş bir itibar anlayışına sahip, gökdelenlerle, ağır siyah araba konvoylarıyla, ölüm makinası silahlar satarak itibar yaratmaya çalışan devlet, bu itibarı meşrulaştıracak sadık bir kitleyi her zaman üretmeye ve elinin altında tutmaya çalışıyor… Bazen “şef”in ağzından, bazen “reis”in ağzından konuşan bir devlete her halükârda bu ağzı ezberleyen ve başka dili konuşturtmayan militan yurttaşlar sadakat gösteriyorlar. Bir zamanlar Kemalist muhafazakârlar bunu yapıyorlardı; şimdi dindar görünümlü muhafazakârlar benzer bir rol üstleniyorlar…
İşler “sadakat” ve “ihanet” ikilemine sıkışınca, konuşmanın kendisi sorun haline geliyor. Sözü tekeline alan devlet alternatif konuşmayı sansürlüyor, konuşanları kovuşturuyor. Hazırda duran “eskiden ne kadar kötüydü!” ezberlerinin sürekli olduğu bir söylem altında, bir türlü enkaz bölgelerine ulaşamayan, geri gönderilen, bekletilen yerli ve yabancı yardım ekipleri, bir türlü devreye sokulmayan ordu birliklerinde kendini gösteren beceriksizlikleri görmeye devam ediyoruz. Dünya kadar çoğul bilginin derlenmesi ve değerlendirilmesi gereken bir ortamda, tek bir adamın (kurtarıcı ulu önder / reis / şef) ağzından çıkacak emre bağlanan kurtarma faaliyetleri kâbusa dönüşüyor.
Aslında, en çok “eğer başka türlü olsaydı yani mesela iktidar dilinin bol bol övündüğü imar afları olmasaydı, bütün bu hayatlar sönmezdi; deprem olduktan sonra siyaseten kazanma/ kaybetme mantığının dışında düşünülebilseydi ne kadar çok can kurtarılabilirdi” diye düşünmek insanın içini yakıyor.
Felaketin “fıtrat” olarak anlatılmaya çalışılması insanın içini çok yakıyor. Yani böyle olunca, inşaatında demirden çalan müteahhitle gıdaya zehir katan işadamını da hep “fıtrat” dairesinde görmeye ikna ediliyor birileri. Japonya’da işlemeyen “fıtrat”, Türkiye’de de, nasıl oluyorsa, yan yana duran iki binadan ahlak eksikliğiyle yapılan birini yerle bir ederken, demirden çalmadan yapılan diğerini yerinden bile kımıldatamıyor. Fıtrat, Gölcük depreminde binlerce mahalleyi yıkarken Tavşancıl’a; Maraş depremi binlerce mahalleyi yıkarken Erzin’e dokunmuyor.
“Kaderin planı” diye adlandırılan senaryoyu kabul edecek olsak bile, fıtrat okuyucularının ne kadar kolay bir fıtrat okuması yaptıklarını da anlıyoruz. Çünkü bu kolay okumada bilim, inşaat, demir vs. bir sürü bilgiyi görmek istemiyorlar. Yani ahlaklı inşaatı dahil etmeyen bu okumayla keyifler de bozulmamış oluyor.
Eğer bugün “asrın felaketi”, “kaderin planı” tanımlamaları altında olayın devlet açısından vahametini saklamak yerine, dün deprem uzmanı Naci Görür dinlenseydi, Japonya’da olduğu gibi, kader Türklere özel bu kadar kötü bir plan yapmayacaktı.
Bu arada, öyle anlaşılıyor ki, tek gerçekli devlet dili açısından Naci Görür’ü (ya da işini iyi yapan, bilimselliğin hakkını veren deprem uzmanlarını) duymanın ve dinlemenin de sakıncası var. Çünkü Naci Görür’ü dinlemek sadece hamaset soslu kapitalist ilişkilerin ahlaksızlığını sorgulamak zorunda bırakmıyor, aynı zamanda “fıtrat” mantığıyla düşünecek olursak, bu biliminsanının gelecek hakkında önceden bilgi veren bir tür “kâhin”, en azından “mübarek bir adam” olduğunu kabul etmek zorunda bırakıyor. Kuşkusuz bu durum kutsallıklar alanında bir rekabet ortaya çıkarma riski taşıyor… Ve duymamak işleri kolaylaştırıyor.
Rekabet, “tek adam rejiminin” en çok korktuğu meselelerden biri… Bu yüzden, rejimin operasyonel kanadı çeşitli sivil toplum örgütlerinin, AKP’li olmayan belediyelerin yolladığı yardım kamyonlarının üzerine “AFAD” pankartı asarak görüntüyü kurtarmaya çalıştı. Üstelik tekeline aldığı bütün faaliyetlerin de beceriksizce altında kalarak… Bu bir yandan, en basit ifadesiyle, düpedüz “depremde siyaset yapmak” anlamına geliyor ve çok adaletsiz, çok ayıp bir şey! Ama diğer yandan çok çocukça… Aklıma bir zamanların solculuğundaki “parsacılık” deyimi geliyor… Bir örgüt bir eylem yapar, bu fırsattan yararlanmak isteyen başka birtakım örgütler de -eğer iyi bir eylem olduysa- eylemi kendileri yapmış gibi rol çalar, “parsa” toplardı… Ancak o zamanlar 70’li yıllardı ve o solculuğu yapanlar gencecik insanlardı. Ve o solcu gençler bile bugünün koca koca parsacılarından daha olgundu.
Ortaya çıkan felaket karşısında takınılan devlet tavırlarına bakıldığında çok acıklı olan başka bir veçhe de ölenler için gerçek bir yas tutmak yerine, “iç rahatlatıcı, günah savuşturucu” fıtrat dilinin yanı sıra büyük bir hızla maddiyatçı bir dile geçmek oldu. “Daha önce nasıl hızla şu kadar inşaat yaptıysak, gene ve daha da çok bina yaparak depremzedeleri evlerine kavuşturacağız” mealinde soğuk bir dile geçildi. Buna ek olarak, anaakım TV kanallarının ortak yayınıyla, bağış toplamak üzere gerçekleşen “Türkiye Tek Yürek” programından dışarı doğru başka kirler akıyordu. Acı çeken ve ellerinden geldiği kadar destek olmak isteyen milyonlarca iyi insanın yanı sıra, devletin Merkez Bankası’nın ve kamu kuruluşlarının vatandaşların parasını “bağış” olarak vermesi; “bağış verenler” arasında, vergi borcu silinen, işçi ve emekçilerinin haklarını vermeyen, işçileri işten atan, doğayı talan eden çok sayıda şirketin yer alması da başka acıklı sahneler olarak, hafızalarımıza kaydoldu.
Epey bir zaman önce “azgelişmişlik” kavramı siyaseten ve bilimsel olarak “yargı” içerdiği için sosyal bilim literatüründe meşru bir kavram olmaktan çıkmıştı. Esas olarak “maddi gelişme” bileşenine gönderme yapan bu kavramın yerine, “kalkınmakta” olan Türkiye, Kore, Brezilya gibi ülkeler için “yeni sanayileşmiş ülkeler” tanımı kullanılmaya başlanmıştı. Ama sanırım bugün bu “azgelişmiş” tanımını tekrar devreye sokmak gerekiyor. Ve bunu bir bütün olarak bir ülke için kullanmak yerine, belki bazı ülkelerin belli yönleri için kullanmakta hiçbir beis yok gibi görünüyor. Gelişmenin silah satarak değil, insanları cemaatlere ayırmadan, çoğulluğu içinde bir arada ele alarak gerçekleşebileceğini düşünmek gerekiyor. Bu yüzden mesela Bolsonaro’nun Brezilya’sı, Trump’ın ABD’si ya da şimdiki yönetim altındaki Türkiye devleti için pekâlâ bu terim kullanılabilir. Kuşkusuz bu türden kavramları toptancı bir şekilde kullanmamak gerekiyor. Çünkü Bolsonaro’nun “azgelişmiş” yönetiminin dışında başka bir Brezilya da vardı ve o Brezilya Bolsonaro’yu seçimlerle değiştirmeyi bildi.
Türkiye’de bütün bunlar olup biterken, basit bir örnek olarak, yardıma koşan 72 millet “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” ezberini bir kere daha bozuyor. Yani çok basit bir gerçek var; devlet tersini göstermek için ne kadar uğraşsa da, sürekli başka fikirler ortaya çıkıyor. Devletin her zaman iktidar ilişkilerinin düğümlendiği bir alan ve fikir olduğunu unutmadan, ortaya çıkan farklı fikirlerin ve gerçekliklerin çoğulluğunun üreteceği “iyi” ve geniş bir alan olabileceğini de düşünebiliriz.
Hayatta kalma taktiği olarak “muhafazakârlık”
Siyaset bilimi, sosyoloji vasıtasıyla üretilen teorilerin çoğunda devletin kendi içinde ayrı bir “aygıt” olduğunun altı çizilir. Bu sadece teorik değil, pratik olarak da yeniden üretilen bir fikirdir. Sokaktaki vatandaş, çaresiz kaldığı zaman, “nerede bu devlet!” diye haykırdığı zaman tam teşekküllü kurtarıcı bir “süper adam-melek”in gelip, onu o çaresizlikten kurtarmasını bekler. Ama ne yazık ki, her şeye kadir böyle bir süper devlet yoktur. Toplumdan topluma ideallik ölçüsü değişen devletler vardır; bunların bazıları iyi ve rasyonel örgütlenmeleri sayesinde, insanlarının “nerede bu devlet!” diye haykırmalarına gerek kalmadan, onların yardımlarına gerçekten hızla koşar. Ya da başkalarında olduğu gibi kendileri de enkazların altında kalır.
Çünkü bir yanıyla devletler, güç ilişkileri üzerine inşa olmuş ve sosyalizasyon teknikleriyle vatandaş yaratan ayrı bir aygıttır. Özellikle ulus-devletler yarattıkları yeni kimlikle, insanların daha önceki aidiyetlerini, dillerini ve kültürlerini bile unutturma kapasitesine sahip devasa aygıtlardır. Binlerce yıldır bir arada yaşayan, en azından birbirini bilen akraba insanları bile radikal bir şekilde farklı uluslara bölüp, aralarındaki bütün ortaklıkları yok edebilen, bunu da eski dinlerden çok daha güçlü bir “dinsellik” inşa ederek yapabilecek mekanizmalara sahiptir. Bu yüzden aynı deprem, ulusal sınır tanımasa da, sadece vatandaşlık belgesi farklı olan herkesi vurmuş olsa da, birkaç kilometre mesafedeki Suriye’yi vurmuş olsa da, ulusun kimliğini ezberlemiş olan vatandaşlar, esas olarak sınırın sadece bu tarafı ya da aynı belgeleri taşıyanlar için acı çekmeyi “öğrenmişlerdir”.
Ancak diğer yandan, devlet üzerinde oturduğu toplumun yeniden ürettiği aygıtlardır. Ulus-devlet altında da kriz anında karar vermesi gereken makamlar, o toplumun insanlarıdır. Bu insanlar, belli kurumsallık içinde, özgürce karar veren insanlar olabileceği gibi, belli ezberlerle donanmış, daha üst makamlardan korkan, inisiyatif alamayan, yardım edeceği insanlara değil, sadece kendi üstü olan insanlar karşısında “sorumluluk” hisseden insanlar da olabilirler.
İşte depremin ortaya çıkardığı bir başka manzara bizzat toplumsal düzeye baktığımızda karşımıza çıkıyor. Adeta geçmişi, hafızası ve şimdiki zamanıyla mayınlarla dolu riskli bir alanda var olmaya çalışan memleketimiz insanlarının ortalamasını bu “var olma”, “hayatta kalma” çabaları oluşturuyor. Bu çabalar, ortalama vatandaşın “aklını” ve “reçetesini” oluşturuyor. Bu reçete, riskli laflar etmemeyi, en berbat zamanlarda bile, hâkim otoriteye, basmakalıp laflara aykırı bir şey söylememeyi içeriyor.
Ancak içedönük bu sansürleme, zaten kırılgan olup, “günah keçisi” olabilecek kesimler için çalışmıyor. Kemalist olsun, dindar olsun, her türlü muhafazakârlık dili örneğin mültecilere, azınlıklara karşı çok kolayca nefret diline geçebiliyor; bu insanlara -enkazdan çıktıkları zaman bile- her türlü aşağılama yapılabiliyor. Bu yüzden, Araplar, Arapçadan başka dil bilmeyenler ya da lehçeleri Arapçayı andıran insanlar bunu biliyorlar ve enkaz altında kaldıklarında, dışarıdaki “muhafazakâr” atmosferin farkında oldukları için, “konuşarak” yardım isteyemiyorlar, sadece “gürültü” çıkararak varlıklarından haberdar etmeye çalışıyorlar.
Gene bu yüzden ölümün kıyısından dönmüş depremzedeler bile, yani “depremle ölmek” gibi dehşet bir olaydan çıkmış insanlar bile “muhafazakâr” kontrollerinden dışarı çıkamıyorlar. Kameralar, mikrofonlar uzatıldığında, başlarına yeni bir felaket (bu sefer “siyasi” bir felaket) gelmemesi için, “söylenmesi gerekeni” (“burası siyaset yapmanın yeri değil!” gibi) söylüyorlar. Ve ancak kameralar kapandıktan sonra içlerindeki duyguyu (“devlet buradaki krizi yönetemedi, böyle devlet mi olur?” gibi) anlatıyorlar.
Dolayısıyla hayatın bu kadar güvensizlik ve korkularla dolu olduğu bir ortamda muhafazakârlık çok geniş bir alana yayılıp, kaosun içinde yolunu bulma taktiği olarak çok önemli bir işlev görüyor. Ancak bu hal, sürekli hesap kitap yapma gereği içerdiği için, insanın içini rahatlatmıyor. İnsanın içinde süren savaş (“Acaba şöyle yaparsam başkaları ne der? Şunun kıyafeti, bunun bakışı neden böyle? Tehlike altında mıyım?”) dış dünyayla barışçıl, esnek ve muhabbet içeren bir ilişki imkânını ortadan kaldırıyor. Böyle bir ilişki ağı içinde, insanlar oluşturdukları savunma hattı olan “kimliklerine” akılla değil tutkuyla bağlanıyorlar… Risklerden arındırmış olduğunu düşündükleri bu alanın dışından gelen sesleri duymak istemiyorlar. Başka ses duyulduğu zaman ise oluştuğu zannedilen denge bozuluyor. İnsanlar bu yüzden sadece kendini destekleyecek, kendi dediğini doğrulayacak cemaatlerine kapanıyorlar.
Bu yüzden siyasette ve medyada simetrik kutuplar yarış ediyorlar, “en doğruyu bizimkiler yaptı, bütün suç ötekilerde!” çığlıklarıyla bir “güven” tazeleme savaşı sürüyor. Herkes için devlet olmaktan ziyade, kıskanç bir “parti-devlet” ve kontrolu altındaki hoparlörler bu savaşı sürekli taze tutuyorlar.
İnsan olmak
Ortalıkta hüküm süren bütün bu felaketlere, olumsuz şartlara, kötülüklere rağmen, bugün bu topraklarda yaşayan insanların inanılmaz dayanışma duygularına da şahit olduk. Bir yanıyla milyonlarca insanın kaçak binalarını affettirmek üzere imar affı için başvurduğu, diğer yandan adeta bu devletin temellerini oluşturan mantıkta kendisinin ve başkalarının günahının kefaretini ödemek için canını dişine takarak iyilik yaptığı bir toplum…
Paradokslar içinde, iyiliği ve kötülüğü bir arada yaşayan, hem devleti üreten hem de ondan çok korkan, “yolunu bulanları” akıllı gören, onları politikacı yapan, politika yapmayı sosyal basamakları çıkmak için merdiven olarak gören, bunlara oy veren bir toplum adeta günah çıkarıyor. Devletinden korkan güvensiz toplum, yatay ilişkilerde, acılı günlerde insanlığını yeniden keşfediyor. Bu haliyle, çok yaralı olmasına rağmen, toplum devletini de aşıyor. Kelemet Çiğdem’in dediği gibi, devletin batırdığını da sürekli temizlemek zorunda kalıyor…
Ama bütün bunları göz önüne alarak, her anlamda altüst olmuş bu toprakların üzerinde yeni bir hayat kurmak zorundayız. Azgelişmiş, betona tapan bir memlekette bundan sonra yapılacak çok şeyler, çok güzel şeyler var. Sivil toplum olarak, hayatın her alanında kentsel mekânlara sahip çıkmak, canımızı sokakta bulmadığımızı söylemek; insanca, insani boyutlu evler talep etmek zorundayız… Bundan sonra bize ev vaadinde bulunacak olanları, ev yapacak olanları, şehirlerimizi planlayacak olanları “ahlaka” ve “adalete” davet etmek, kendimize ve birbirimize sahip çıkmak zorundayız…
Kaynak: Farklı Bakış