Hadi bakalım sandıklara, iki binli yıllara...

Yıldıray Oğur yazdı;

Hadi bakalım sandıklara, iki binli yıllara...

İlk sezonu 2010’da, üçüncü ve son sezonu 2013’de yayınlanmış olan Danimarka politik dizisi Borgen nasıl oldu da 7 yıl sonra Türkiye’deki Netflix’in en çok izleyenleri arasına girdi?  

Dizide büyük entrikalar, nefes kesen aksiyon sahneleri ya da çözülmesi gereken bir gizem yok.  

Belki de popüler olmasının sebebi tam olarak budur.  

Büyük siyasi entrikalardan, düşmanlıktan, devasa sorunlardan sıkılanlara, küçük ve müreffeh bir ülkede partiler, siyasetçiler, medya arasındaki demokrasi oyunlarını izlemek rahatlatıcı gelmiştir. 

Borgen’de parlamenter demokrasiye, eşit siyasetçiler arasındaki çekişmelere, polemiklere özlemimizi gidermiş olabiliriz. 

Türkiye’nin 70’leri, 80’leri ve 90’larından darbeleri, siyasal şiddeti, askeri vesayeti çıkarırsak geriye TBMM’de geçen bir Borgen dizisi kalabilir. 

Bir zamanlar Türkiye’nin de birbirine yakın güçleri olan, karizmaları birbirini ezmeyen, eşit statüde yarışan ve bu eşitliği içine sindirmiş siyasi liderleri vardı. 

O yerli Borgen dizisinin özellikle 90’lar Türkiye’sindeki ana karakterlerinden biriydi Mesut Yılmaz. 

Mesut Yılmaz iki medeniyetin arasında kalmış bir insandı, bütün siyasi hayatını da bu belirledi.  

Bir taraftan Rizeli milliyetçi-muhafazakar bir aileden geliyordu. Babası, 70’ler 80’lerde İstanbul’daki dini yayıncılığın merkezi olan Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’nın sahibiydi. 

Amcası, 1939 Erzincan depreminden sonra yaptıklarıyla ünlenmiş eski bir savcı olan, 1950-60 arası DP’den Rize milletvekilliği ve bakanlık yapmış, Yassıada’da yargılanıp müebbet hapis cezası almış, 4.5 yıl Kayseri cezaevinde kalmış İzzet Akçal’dı.  

Amcasından dolayı Türkiye’de sağın en temel travması olan Yassıada’yı bizzat yaşamıştı. 13 yaşındayken Yassıada’da yargılanan amcasına şöyle ateşli ve öfkeli bir mektup yazacak kadar: 

“Türk milleti doğrudan şaşmaz amcacığım 

Bizlere susmak düşmez amcacığım 

Göğsünde iman var, ufkunda yıldız 

Duacıdır sana şu kadın, şu kız 

Bu kutsal davada değilsin yalnız 

Seninledir millet Oğuz amcacığım 

Ferah tut kalbini Yavuz amcacığım 

Hazreti peygamber pirimiz bizim 

Allah diye başlar şiirimiz 

Varsın zindan olsun yerimiz bizim” 

Ama bir taraftan ortaokulu Avusturya Lisesi’nde, liseyi İstanbul Erkek Lisesi’nde okumuş Alman ekolüyle yetişmiş, varlıklı, şehirli, seküler bir hayatın içinden geliyordu. 

Bu iki dünya arasındaki gelgitler Mesut Yılmaz’ın siyasi çizgisinde de kırılmaların esas nedeni oldu. 

1991’de ANAP Kongresi’nde genel başkanlığı muhafazakar kanadın karşısında liberal kanadın adayı olarak kazanmıştı. 

Ama esas olarak o tarihlerde liberallikten kasıt sekülerlikti.  

Onun başında olduğu ANAP, 91 seçimlerine Mitterand’ın siyasi reklamcısı Jacques Seguela’ya hazırlatılan bugün için bile fazla Avrupai bulunabilecek bir kliple ve Sezen Aksu’nun şehirli, modern Hadi Bakalım şarkısıyla girmişti. 

Ama Türkiye genç, ciddi, iyi eğitimli, Alman siyasetçisi gibi duran, popülizm yapmayan Mesut Yılmaz’ı ve onun Avrupai seçim kampanyasını değil, eskilerden, tanıdık Süleyman Demirel’i seçmişti. 

Bu yıllarda Yılmaz’ın iki büyük şansızlığı ve bir yanlış kararı siyasi kaderini de belirledi. 

Şansızlıklarının en büyüğü, merkez sağda karşısındaki rakibinin Tansu Çiller olmasıydı. Şansızlığının sebebi Çiller’in karizmatik ve iyi bir siyasetçi olması değildi. Tam tersine siyaset bilmeyen, derinliği olmayan ve aşırı pragmatik bir liderle aynı ringi paylaşmak zorunda kalmak Mesut Yılmaz’ın da imajına zarar verdi.  

Çiller’in Yılmaz’ın vefat haberini bile Başkanlık sistemi övgüsü yapmak için bir fırsat olarak kullanması, bu şansızlıktan ne kastedildiğini anlatmak için tek başına yeterli.  

İkinci büyük şansızlığı siyasi kariyerinin Türkiye’de İslamcılığın ve Refah Partisi’nin yükselişine denk gelmesi oldu. Buna karşı çıkacak fikri donanımı zayıftı, sağ seçmeni elinde tutacak kadar bir muhafazakar kimliğe ve müktesebata da sahip değildi. 

Laik tarafı, ordunun irticayla mücadele adı altında siyasete müdahalesine net bir biçimde karşı çıkmasına da engel olmuştu. 

Bu iki şansızlığı en ateşli laiklik taraftarı ve Refah Partisi karşıtı olan Çiller’in bir anda fikir değiştirip Refah Partisi ile koalisyon kurmasıyla hayatının yanlışına onu sürükledi. Biraz devletçilik, biraz da siyasi ihtirasla 28 Şubat post modern darbesiyle devrilen Erbakan’ın yerine kurulan asker gölgesindeki hükümetin Başbakanı olmayı kabul etti.

Bugün muhafazakarların önemli bir kısmı Mesut Yılmaz’ı 28 Şubat’ın ardından bu ara dönem hükümetinin Başbakanı olarak hatırlıyor. 

Özellikle de o dönemde imam hatip okullarına yapılan baskılar ve bu baskıları protesto eden insanlara söylediği “yarasa” sözüyle. 

Ama çok az insan bugün 28 Şubat’tan sadece bir yıl sonra Mesut Yılmaz’ın Başbakan olarak askerlerle irticayla mücadele yüzünden nasıl karşı karşıya geldiğini ve 21 Mart 1998’de TSK’nın Yılmaz’a karşı yayınladığı muhtırayı hatırlıyor. 

28 Şubat’tan sadece bir yıl sonra askerler artık Mesut Yılmaz Başbakanlığındaki hükümetin irticayla mücadele performansından da memnun değildi.  

27 Mart 1998 günü yapılacak MGK toplantısında irticayla yeterince mücadele edilmediğini düşünen ordunun Başbakan Mesut Yılmaz’ı uyaracağı, yeni bir 28 Şubat yaşanacağının konuşuluyordu. 

MGK, YÖK ve rektörlere irtica brifingleri vermişti. Ara rejim tartışmaları başlamıştı.  

Yılmaz ile ordu arasındaki krizin merkezinde ise irticayla mücadeleden daha çok 28 Şubat’ın ihtiraslı generali Çevik Bir’in Genelkurmay Başkanlığı hesapları vardı. 

Genelkurmay Başkanı Karadayı emekli olursa yerine Org. Kıvrıkoğlu gelecek, Org. Çevik Bir de emekliye ayrılacaktı. Ama eğer Karadayı'nın görev süresi bir yıl uzatılırsa Bir’in önü Genelkurmay Başkanlığı’na kadar açılacaktı. Mesut Yılmaz, Çevik Bir’in önünün açılmasını istemiyordu. 

Nihayet Yılmaz askerlerle yaşadığı krizin esas sebebini bir Tiflis seyahatinde gazetecilere anlattı. 

Aslında anlattı denemez. Mehmet Ali Birand’ın bulduğu bir yöntemle sessiz film olarak anlattı.

O geziye katılan isimlerden gazeteci Yalçın Doğan yeni çıkan kitabı “Sussam Susulmaz Yazmasam Olmaz” da bu görüşmeyi şöyle anlatıyor:  

“Askeri apolet işareti yapıyor, eliyle dört işaretini ekliyor, son yine eliyle yukarılara doğru işaretiyle tamamlıyordu. Her işarette bize soruyorduk . Onun deyimiyle sessiz film oynuyorduk. Askeri apolet ve dört yıldız işareti yapınca biz “Orgeneral Çevik Bir mi” diyoruz, başıyla onaylıyordu. “Yukarılara mı gitmek istiyor” diye sorunca “Evet” anlamında başını sallıyordu.” 

Bugün arada yaşanan tecrübeler yüzünden askeri vesayet meselesini küçümseyenlerin anlaması kolay değil ama Başbakanların orduyla ilgili şikayetlerini yüksek sesle dillendiremediği zamanlardı.  

Hatta bu görüşmede anlatılanları, kaynağın Yılmaz olduğunu söylemeden yazan Birand, Doğan ve Muharrem Sarıkaya için ertesi gün Genelkurmay bir açıklama yaparak, gazetecileri komuta kademesine "nifak sokmakla" suçlamış, "Basın görevini onuruyla yapamadıkları için askeri tesislere girmelerine, demeç verilmesine yasak getirilmiştir" demişti. 

Ama Mesut Yılmaz geri adım atmadı ve 17 Mart günü ANAP grup toplantısında siyasi hayatının en sert konuşmasını yaptı.  

Bu, cumhuriyet tarihinde askere karşı o ana kadar bir Başbakan’ın yaptığı en sert konuşma da olabilir. 

Konuşmasında “27 Mart, 28 Şubat olmaz, asker kendi işine baksın, dayatma yapılacaksa ben yaparım” demiş, “İrticayla mücadelenin askerin değil, hükümetin görevi olduğunu” hatırlatmış, başörtüsü yasağına karşı çıkmış, “irticayla mücadele edilirken dindar vatandaşlar rahatsız edilmemeli” mesajı vermişti. 

Eresi gün konuşma “Yılmaz: Ordu kışlaya dönsün” başlıklarıyla verildi. Bugün maalesef bir kısmı hala itibar gören bazı Kemalist-askerci yazarlar Yılmaz’ı orduyla böyle konuştuğu için yerden yere vurdu.  

Ve bu konuşmanın ardından 21 Mart günü TSK ertesi günkü gazetelerde “muhtıra gibi” başlıklarıyla verilen çok sert bir açıklama yaptı:  

“TSK Anayasa ve yasaların kendisine verdiği görevlerin bundan önce olduğu gibi bundan sonra da eksiksiz olarak yerine getirmeye devam edecektir. Bu hususta kesin kararlıdır. Bunu yaparken de hiçbir kimsenin bu görevini hatırlatmasına ihtiyacı yoktur. T.S.K. yüce milletimizin güvenine mazhar olan bütün Cumhuriyet hükümetlerine bağlıdır, saygı duyar ve başarılarını mutlulukla izler. Ancak makamı, konumu ve görevi ne olursa olsun hiç kimse kişisel menfaatleri ve siyasi ihtirasları uğruna T.S.K.'nin yasal görevi olan ülke güvenliğine yönelik bölücü ve irticai gelişmelere karşı mücadele azminden vazgeçirecek, zayıflatacak tereddüde düşürecek veya kararlığını gölgeleyecek hiçbir tavır, tutum, beyan ve telkinlerde bulunamaz. T.S.K. ayrıca bu tarz tartışmaların devamının ülkenin demokratik yapısına ve milli menfaatlerine son derece zararlı olduğu düşüncesini taşımaktadır. Bazı talihsiz beyanlarda olduğu gibi, T.S.K. bir tehdit değil, aksine ülkemiz için bir güvencedir. Türk Silahlı Kuvvetleri dün olduğu gibi bugün de yüce milletin kendisine duyduğu güven ve itibara gölge düşürecek hiçbir davranış içinde olmamıştır. T.S.K. gelecekte de her türlü siyasi mülahazanın dışında olarak bu tutum ve davranışını sürdürecektir. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmamalıdır.” 

2001 yılında Mesut Yılmaz bir kere daha bu siyaset düşkünü, vesayetçi TSK’yı karşısına aldı.  

Bu kez krizi çıkaran ordunun AB reformlarına sürekli taş koymasıydı. 

ANASOL-M hükümetinin ortağı olarak AB reformlarını uygulanması, ekonomik reformların hayata geçirilmesi konusunda en kararlı tavrı gösteren kişi Yılmaz’dı. 

İdam cezasının kalkması, TRT’de Kürtçe yayın yapılması ve özeleştirmeler konusunda askerlerle tartışmalar yaşamıştı.

2001’de ANAP Kongresi’nde askeri vesayeti net sözlerle eleştiren çok tartışılan bir konuşma yaptı:  

“Avrupa Birliği uyum çalışmalarındaki engelleyici rolü konusunda herkesin az çok bilgi sahibi olduğu, ancak üç maymunları oynadığı bir tabu var. Ulusal güvenlik gerekleri... Ya da daha doğru bir isimlendirmeyle ulusal güvenlik sendromu... Bugün bu tabunun üzerindeki perdeyi çekip almanın zamanı gelmiştir. Ulusal güvenlik, bir devletin bekasını sağlamayı amaçlayan son derece gerekli bir kavramdır. Bu kavramın bugünkü kullanım tarzı, tam aksi yönde cereyan etmektedir. Ulusal güvenlik kavramı, devletimizin geleceğini sağlamlaştırıcı her adımın engelleyicisi konumuna getirilmiştir. Devletin bekasını sağlayacak bir kavramı, devletin can damarlarını keser hale getirmeyi dünya üzerinde yalnız Türkiye becerebilirdi. Nitekim de öyle olmuştur. Türkiye'de değişimin anahtarı, ulusal güvenlik kavramında saklıdır. Ulusal güvenlik gerekçesiyle devletimizin bekasını sağlamlaştıracak, milletimizi rahat ve huzura erdirecek adımlar atılması adeta imkansızlaştırılmaktadır. Türkiye, eğer bir adım ileriye gitmek istiyorsa bu sendromdan kurtulmalıdır.’’ 

Bu konuşma üzerine yine Genelkurmay’dan ertesi gün gazetelerin “muhtıra gibi” başlıklarıyla verdiği bir açıklama yaptı. 

Yılmaz’ı onursuzlukla suçlayan, yargılamayla tehdit eden berbat bir açıklamaydı bu: 

“Son tartışma konusunun, sorumlu bir makamda olunmasına rağmen, meşru zeminlerde tartışmak yerine, dünyaya şikayet etme şeklinde gündeme getirilmesinin onurlu bir yaklaşım olarak kabul edilmesi mümkün değildir.  

***

Eğer atılması düşünülen ileri adımlar; Şeriatı düşünen sapık düşünce ve eylem sahiplerinin faaliyetlerini kolaylaştıracaksa, Ülkeyi bölmeyi çalışan gruplara yasal dayanak sağlayacaksa, Ülkenin yaşamsal güvenlik mülahazalarından tavizler verecekse, bunlar gerçek anlamda ileri değil, geriye doğru atılmış adımlar olacaktır. Başarız Tarihi örnek alarak verilen matbaanın gelmesini istemeyen zihniyetin bu konuşmada ulusal güvenlik kavramını reddeden zihniyet olduğu değerlendirilmektedir. Üzerinde düşünülmesi gereken önemli konu, kişi ve kurumların sorunlar karşısında, üzerlerine düşen görevleri eksiksiz yapmak yerine, başkalarına saldırarak sorumluluktan ve başarısızlıktan kaçma gayretleridir.  

Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nde; Ekonomi iflas noktasına gelmişse, Ekonomiyi bu hale getirenler hakkında en ufak bir işlem yapılmıyorsa, Milli ve ahlaki değerler aşındırılmışsa, 
Soygun düzeni adeta normal bir davranış haline gelmişse  AB'ye girmeyi hedefleyen bir ülkede ortaçağı hedefleyen zihniyetler devlet kadrolarında bile yer alabiliyor ve buralara özenle yerleştiriliyorsa, Ülke içinde siyasi istrar, kişisel ihtiraslar nedeniyle bir türlü sağlanamıyorsa, Ülkenin bir parçasında ekonomik ve sosyal tedbirlerin alınamaması neticesi ayrılıkçı terörün, etnik/milliyetçi ve ayrılıkçı harekete dönüşmesi önlenemiyorsa, küreselleşme anlayışı ekonomik teslimiyetçilik olarak benimseniyorsa, tüm bu olumsuzlukların nedenini ‘ulusal güvenlik kavramı' ile örtmek ve bu kavramın sonucu olarak görmek hem makul hem de insaflı değildir, aynı zamanda tehlikelidir. Yapılan bu talihsiz konuşmada; ‘Her ileri adımın, ulusal güvenlik gerekçesiyle kesildiği' ifade edilmiş, ancak tek bir örnek de verilmemiştir. Bu sorumluluğu paylaşan bir kişinin kurumları hedef alan bu tür konuşması, mesnetten yoksun ve düşündürücüdür.” 

Mesut Yılmaz’ın askeri böylesine kızdıran konuşmayı yaptığı ANAP Kongresi’ni ailesi ANAP teşkilatlarında görevli bir üniversite öğrencisi olarak yerinde izlemiştim. 

Ama o gün kongre salonundaki ANAP’lıları bu konuşma pek de heyecanlandırmamıştı. Konuşma cılız alkışlarla karşılanmıştı. Çünkü böylesine çetin siyasi mücadele verebilecek bir sosyolojik tabanı kalmamıştı artık ANAP’ın. O sosyolojik taban bu mücadeleyi AK Parti’de vermeyi tercih etti. 

2002 seçimlerine AB vurgularıyla giren ANAP yüzde 5’lerde kalmıştı. Maltepe’deki son seçim mitinginde Yılmaz, yine iddialı bir demokrasi konuşması yapmıştı ama meydanın neredeyse tamamını dolduran 2002 seçimlerinde ANAP’ı destekleyen ve ANAP’tan aday olan liderleri Denizolgun’u görmeye gelmiş Süleymancılar için bu hiç bir şey ifade etmemişti. 

Mesut Yılmaz ise yeniden 2007’de Rize’den bağımsız aday olduğunda AK Parti’nin parti olarak aldığı oyun yarısını tek başına almayı başarmıştı. (40 bin oy)  

Rize gibi muhafazakar bir şehirde, sırtında 28 Şubat kamburu olan bir siyasetçinin, Tayyip Erdoğan gibi Rizeli karizmatik bir Başbakan’ın karşısında ve 27 Nisan’ın gölgesinde gidilen bir seçimde bu kadar yüksek oyu nasıl aldığını en iyi dün Rizeli tarihçi ve gazeteci Fatih Sultan Kar’ın çektiği fotoğraf anlatıyor. 

 

Türkiye’de seçmenlerin tercihlerini ideolojilerine ve kimliklerine göre yaptığını düşünmek, her şeyi siyasi rasyonaliteyle açıklamaya çalışmak entelektüel bir defo. Tek motivasyonları dindarlık, laiklik ya da milliyetçilik olmayan milyonlarca insanın siyasi tercihlerini liderlerle kurdukları irrasyonel olabilecek duygudaşlıklar da belirliyor. 

Mesut Yılmaz, en azından kendi memleketinde bu duygudaşlığı kurmayı başarmıştı. Örneğin benim hacı anneannemin ömrünün sonuna kadar oyunu ve kalbini kazanmıştı.
 

Rize ile İstanbul arasında, Beyazıt’taki Beyaz Saray ile Avusturya Lisesi arasında, muhafazakarlıkla, laiklik arasında kalmış Türkiye’ye erken gelmiş, yalnız, ihtirası ve pırıltısı az, meşruiyetçi, macera sevmeyen bir liberaldi.  

28 Şubat’ta kurulan hükümetin Başbakanı olmayı kabul ederek siyasi hayatını riske atmıştı ama Türkiye’nin 28 Şubat havasından çıkmasında, yeniden AB reformlarıyla demokratikleşme yoluna girmesinde, idamın kaldırılması, devlet kanalında Kürtçe yayın gibi Türkiye için radikal adımların atılmasında, 2001 krizinin aşılmasını sağlayan Derviş programının uygulanmasında az bilinen kritik bir rol oynamış, ön açıcı olmuştu. 

“AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” sözü bile tabu kırıcıydı.  

2001 yılındaki ANAP Kongresi’nde yaptığı konuşmanın şu bölümü ise hala güncelliğini koruyor:  

“Biz devlet ve millet olarak hızla yolların ayrıldığı noktaya doğru gidiyoruz. Geleceğe giden Türkiye’nin önünde iki yol var. Ya birisinden gideceğiz, ya diğerinden. Biri, merhum Özal’ın bizlere miras bıraktığı Türkiye’ye yeniden çağ atlatan yol. Diğeri, statükonun bataklığında her geçen gün ülkemizi bir alt kümeye düşürecek yol. Biri, ülkemizdeki insanlarımızın tamamı ayrım yapmadan kucaklayacak yol. Diğeri her geçen gün daha fazla sayıda insanımızı düşman ilan edecek yol. Biri, Türkiye’yi çağdaş dünyaya, AB’ye ulaştıracak yol. Diğeri, Türkiye’yi Orta Doğu’daki yeni bir Baas Cumhuriyeti olmaya götürecek yol. Yollardan biri aydınlık, diğeri karanlık. Biri sağlam, diğeri kaygan. Girdiğimiz yola göre, ya çağı yakalayacağız ve geleceğe doğru sağlam bir şekilde ayakta kalacağız. Ya da çağı ıskalayıp, belirsiz bir geleceğe mahkum olacağız. Yolların birinde çağdaş dünyayla birlikte yürüyeceğiz. Diğerinde, Miloseviçlerle, Saddamlarla... Şu gerçeği iyi kavrayalım, Önümüzdeki yol çatallaştı. Bu yolların hangisine girilirse girilsin dönüşü yok. Karar verme zamanı.” 

Konuşma 2000’lerin başındaki statükoya karşı değişimci, sivil demokrat liberal iyimserliğini yansıtıyordu. 2000’lerin ilk 10 yılı bu iyimserliğin sürdüğü bir dönem oldu.  

1991’deki seçim şarkısının nakaratında çok uzaktaki bir hedef olarak tekrarlanan “2000’li yıllara”nın ikinci 10 yılının sonunu devirirken Türkiye herhangi bir yola girmemiş, tam olarak yolunu kaybetmiş bir ülke artık. 

1991’de büyük ümitlerle “2000’li yıllara” derken vaad edilenlerin çok uzağında olduğumuz ise açık.  

73 yaşında vefat eden eski Başbakan Mesut Yılmaz’a Allah’tan rahmet, Berna Hanım’a başsağlığı dilerim....