Necip Hablemitoğlu, 18 Aralık 2002’de evinin önünde uğradığı saldırı sonucu öldürüldü. Bu cinayet, faili meçhul aydın cinayetlerinin son halkası olarak kayıtlara geçti ve üzerindeki sır perdesi aradan geçen 20 yıl boyunca kalkmadı.
Önceki gün (8 Haziran) ortaya çıkan bir gelişme, benzerlerinin tersine ilk kez olarak bir faili meçhul cinayetin kayıtlara aydınlanmış bir cinayet olarak geçme ihtimaline işaret ediyor. (Vurgulayalım: Sadece ‘ihtimal’den söz ediyoruz, çünkü henüz sadece bir soruşturma ve ona bağlı gözaltılar var elimizde.)
Haber şuydu (Serbestiyet’ten aktarıyorum):
“Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 2002’deki Hablemitoğlu cinayeti soruşturmasında MAK Komutanlığı’nda görev yapmış dokuz asker hakkında gözaltı kararı verdi. Gözaltı listesinde Ergenekon soruşturmalarında tutuklanan eski Muharebe Arama Kurtarma (MAK) alay komutanı emekli albay ve avukat Levent Göktaş ile aynı birimde çalışan Özel Kuvvetler Komutanlığı (ÖKK) istihbarat şube müdürü emekli albay Fikret Emek de var. Sabaha karşı yapılan gözaltılarda Levent Göktaş ve emekli albay Tan Dervişoğlu adreslerinde bulunamadı. Hablemitoğlu’nun eşi ‘Göktaş’ın adresinde bulunamamasına şaşırmadım’ dedi.”
Tele1’de izlediklerim bana Aralık 2002 sonrasındaki Türk medyasını hatırlattı
Gözaltıların açıklanmasından kısa bir süre sonra Tele1’deki “18 dakika” programında Merdan Yanardağ ve Emre Kongar’ı izledim. Merdan Yanardağ, gözaltılar hakkında bir gazeteci için hayli riskli sayılabilecek bir yorum yaptı. Yanardağ’a göre, Hablemitoğlu cinayeti “FETÖ’nün işlediği cinayetler serisinin sonuncusu”ydu ve bunda tartışılacak bir şey yoktu. Levent Göktaş ve Fikret Emek gibi “iki yurtsever”in şimdi bu cinayetle ilişkilendirilerek haklarında gözaltı kararı verilmesi ise “demokrat ve aydınlanmacı” kadrolara verilmiş bir gözdağıydı. Ne oluyordu, tam seçimlere gidilirken ikinci bir “Ergenekon kumpası” mı kuruluyordu? “İster istemez” böyle düşünüyordu Merdan Yanardağ, bu konudaki görüşü buydu.
Bir gazeteci için riskli dedim: Öyle ya, ortada ciddi, somut gelişmeler vardı, gözaltılar vardı, üstelik Levent Göktaş adresinde bulunamamıştı, büyük bir ihtimalle yurtdışına çıkmıştı ve Hablemitoğlu’nun eşi buna şaşırmadığını söylüyordu. Bu koşullarda bir gazetecinin bu netlikte bir kefalet beyanında bulunması riskli değil miydi? Bu kefalet “bir gazeteci neden böyle bir riski göze alır” sorusunu sordurmaz mıydı? Yarın, bugünün kuşkusu gerçek haline gelirse Merdan Yanardağ ne derdi?
Yanardağ sözünü bitirip “buyurun hocam” diye topu Emre Kongar’a attı ama Kongar pası almadı. Bu konunun önemli olduğunu fakat az zaman kaldığı için ertesi gün ele alacağını söyledi ve konuya girmedi.
Ertesi gün (dün, 9 Haziran) olduğunda, Kongar’ın bu “önemli” konudaki yorumunu dinlemek için yine “18 Dakika”yı izledim, fakat Kongar izleyicilerine verdiği söz rağmen konu hakkında tek söz etmedi.
Akşam gazetesi Ankara temsilcisi Emin Pazarcı’nın performansı belki “18 dakika”yı dahi yaya bırakacak seviyedeydi. Pazarcı, gözaltıların açıklandığı gün şu tweet’i attı:
“20 yıllık sır çözüldü: Necip Hablemitoğlu suikastını gerçekleştirenler, tetikçiler dahil yakalandı. Tahminler doğru çıktı. Cinayet, Türkiye düşmanı ve batının tetikçisi olan FETÖ’nün işi.”
Sabah da Ergenekon davasından cezaevinde yatanları ‘FETÖ’cü yapmak pahasına ve “nasılsa okurlarımız ‘nasıl ya’ diye sormaz” özgüveniyle cinayeti ‘FETÖ’ye fatura etti. Sabaha göre “Suikast FETÖ’cülerin yuvalandığı birimden”di:
“Zanlılar hakkında verilen gözaltı kararında suikastın Özel Kuvvetler Komutanlığı içerisinde yuvalanan FETÖ terör örgütü yöneticileriyle bağlantılı ve irtibatlı isimler tarafından planlandığı belirlendi. Bu doğrultuda 2001 yılında Özel Kuvvetler Komutanlığı’na bağlı MAK Alay Komutanı olan Levent Göktaş’ın aralarında olduğu şüpheliler hakkında gözaltı kararı verildi.”
20 yıl önce
Atatürkçü, laik, ulusalcı kimliğiyle öne çıkan Prof. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun Ankara’da faili meçhul bir suikaste kurban gitmesi basında önceki cinayetlerden çok farklı bir tepkiyle karşılanmıştı… Özellikle üç büyük gazetenin tavrı çok farklıydı. Mesela Sabah “Biz bu filmi görmüştük”, Hürriyet “Derin suikast” manşetiyle duyurmuştu cinayeti. Hürriyet genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök de televizyonlarıyla, gazeteleriyle bütün medyayı incelediğini aktardıktan sonra “Bu kez ıskaladılar” yorumunu yapmıştı… Yani: Öncekileri yutturmuştunuz ama bu defa yutmadık demeye getirmişti Ertuğrul Özkök.
Fakat cinayetten birkaç gün sonra, bunun erken bir iyimserlik olabileceğini düşündürten garip bir atmosfer oluştu… Mesela dönemin ulusalcılığa yakın etkili gazetelerinden Akşam ‘yeşil terör’ dizisine başladı. Gazeteye göre, Necip Hablemitoğlu cinayeti de “İslami terör” çerçevesinde algılanmalıydı. Dizinin yazarına göre Hablemitoğlu cinayeti bilinen yapılanmaların devamı olan Hizbullahi bir grubun işiydi.
Cinayetten beş gün sonra (23 Aralık 2002) Kubilay’ı anma gününde Hürriyet de girdi devreye. Gazete, o gün Kubilay ve Necip Hablemitoğlu’nun fotoğraflarını yan yana koyarak, altına “Aynı uğurda can verdiler” başlığını yerleştirdi. Belli ki Hürriyet’te birileri genel yayın yönetmeninin rağmına Hablemitoğlu cinayetiyle “irtica” arasında bağ kurmak hevesindeydi.
Fakat gazetenin o günkü asıl numarası bu değildi. Manşette “Asıl hedef ‘uyuyanlar’” diye bir haber vardı ve haberin spotu şöyleydi: “Necip Hablemitoğlu suikastının ardından gözler, İran’da eğitildikten sonra Türkiye’de ‘uyuyan’ ajanlara çevrildi. 25 siyasi cinayetin emrinin İran’dan verilmiş olması, şüpheleri yine bu ülkenin üzerine çekti…”
Bu haber bombardımanı havayı kısa süre içinde değiştirdi ve “Hablemitoğlu cinayeti (de) Türkiye’yi Ortaçağ karanlığına çekmeye çalışanların işi” algısını sonraki yıllara da sari olacak biçimde yerleştirdi.
Hürriyet parantezi: Genel yayın yönetmeninin ilk gün manşetten ve ertesi gün kendi köşesinden belirlediği çizginin tamamen zıttı olan sonraki çizgi değişikliğini açıklamak çok zor tabii. Burada belki gazetenin o zamanki sahibi Aydın Doğan’ın gazeteci Nuriye Akman’a verdiği bir söyleşide sarf ettiği şu cümle yardımcı olabilir: “Hürriyet’in sahibi benden çok devlettir.”
İşte böyle…
Gördüğünüz gibi konu bir insanın hunharca katledilmesi bile olsa hakikat yerine -ideolojik yarar lehine- ‘bükülmüş hakikat’ peşinde koşan bir medyamız var. Hablemitoğlu cinayetinin hemen ardından “irtica” ezberi devreye girmişti, çünkü o zamanın ideolojik-siyasi ihtiyaçları katilin ‘irtica’ olmasını gerektiriyordu… Bugün ise ortaya çıkan dev gibi kuşkulara rağmen cinayeti “FETÖ”nün işlediği ısrarından vazgeçilmiş değil. O kadar ki, bu uğurda Ergenekon’dan yıllarca hapis yatanlar bile bir kalemde “FETÖ’cü” olabiliyor.