Karakış bütün şiddeti ile kendini göstermeye başladı. Hayat pahalılığı dur-durak bilmeksizin artıyor. Türkiye’nin görünen ekonomik göstergeleri döviz endeksli değerlendirildiği için en azından şimdilik güzel gözükmüyor. Gelecek günler ne getirir bilemeyiz. Kısaca, İngilizlere görece ekonomik-iktisadi kolaylıklar-imtiyazlar sağlayan Balta Limanı Anlaşması’ndan günümüze kadar Türkiye’nin bağımsız bir ekonomi politikası olduğundan da söz etmemiz mümkün değil. Yalnız 1923-1938 arası dönem Cumhuriyet tarihinde farklı bir dönemdir. Yönetimin İslam’a ve Müslüman ahaliye negatif yaklaşımını bir kenara bırakırsak ki o dönemin adeta ideolojik amentüsünün başını İslam ve ümmet kavramının yerine Türklük ve Ulusalcılığın ikameye çalışıldığını biliyoruz. Buna rağmen 1923-1938 yılları arasında ve yine o yılların zor koşullarına, 1929 ekonomik krizine rağmen açılan fabrikalar. birçok müteşebbisin sanayi hamleleri kayda değer gelişmelerdi.
Türkiye’nin Kurtuluş savaşı sonrası kendi halkına yetebilecek kadar buğday vb. tahıl üretiminden bile yoksun olduğu bir zaman diliminde halk bağrına tabiri caizse taş bağladı ve zorluklara göğüs gerdi.
1938 yılına gelindiğinde ise Türkiye dış dünyaya hem tahıl hem de sanayi ürünleri satan bir ülke konumuna gelmişti. 1927-1938 arası Türkiye’nin reel büyüme oranı %8.72’ye ulaşmıştı. Balta Limanı Anlaşmasından (16 Ağustos 1838) 1923’e kadar geçen sürede daha çok İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinin ekonomik baskısı egemendi.
Belki de Cumhuriyet tarihinde 1923-1938 ekonomik bağımsızlık açısından farklı bir dönem sayılabilir. Gerek İkinci Dünya Savaşı’nın getirdikleri ve gerekse İnönü’nün vizyonsuzluğu-cesaretsizliği ve buna ilaveten de Marshall Yardım Planı’nın(1947) devreye girmesi sonucu 1923-1938 arası kazanımlar da kayboldu. Demokrat Parti dönemi ise kontrolsüz bir şekilde köyden kente akının başladığı ve yine kazanılmayan paranın harcandığı bir dönem oldu. Elbette çeşitli imar-iskân, yol, su, elektrik gibi hizmetler yapıldı.
O dönem itibariyle petrol açısından %100 dışa bağımlı olan bir ülkenin o denli karayoluna ihtiyacı var mıydı, elbette buna uzmanları karar verir. Lâkin DP dönemini yakinen bilen iktisatçı Prof. Gülten Kazgan bunun gerekli olmadığını ifade edenlerdendir.
2001 ekonomik krizinin ardından Kasım 2002’de AK Parti iktidarı ile birlikte Türkiye yeniden bir sıçrama hamlesini ortaya koymaya başladı. Elbette başarılı hizmetlerinin yanında tenkit edilecek yönleri de oldu. Mesela DP döneminde halk nasıl ki kazanmadıkları bir parayı harcadı iseler, başkalarının paraları ile yapılan yolları kullandı iseler, AK Parti döneminde de halk belki de hak etmediği lüks bir hayatı yaşadı. Ali Şeriati diyor ki: ‘Çocuktum, anneme; ağaca çıkacağım yardım et. dedim.’ Annem: ‘başkasının çıkardığı yerden düşersin oğlum.’ dedi.
Tıpkı bunun gibi başkalarının paraları ile imkânları ile bir yerlere gelirsen onlara seni düşürme-aşağılama imkânını da vermiş olursun. Merhum II.Abdülhamid, Osmanlı maliyesinin çok zor olduğu bir dönemde Galata bankerlerinin borç tekliflerini kabul etmesi için maliye bürokratlarının yaptıkları borç almayı kabullenme baskısına karşı tarihe geçen şu sözleri söylemişti: “Hayır, hayır! Sakın sizden olmayanlardan borç almayınız. Zira bugün borç alırsanız, yarın da buyruk alırsınız.” Başkalarından buyruk almamak için zorunlu olmadıkça borç da almamalıyız.
Ama ne var ki Cumhuriyet tarihi boyunca başkalarından borç alarak geçti ömrümüz. Türkiye Cumhurbaşkanı R.Tayyip ERDOĞAN bu makûs ekonomik süreci değiştirme kararlılığını açıklamaya, faiz oranlarını düşürmeye, ihracatı artırmaya, ithalatı azaltmaya, cari açığı kapatmaya ve istihdamı, üretimi artırmaya karar vermesinin ardından kızılca kıyamet koptu.
Niçin?
Yani üretimin, ihracatın artması sermaye çevrelerinin işine gelmez mi? Gelmez efendim!
Çünkü onların kahir ekseriyeti Balta Limanı Anlaşmasına, 24 Ocak 1980 kararlarına bağlılıklarını devam ettiren kesimlerdir. Onların bağlı ve bağımlı oldukları mihraklar Kemal Derviş modelinin devamını istiyorlar. Olsun. Türkiye inşallah bu badireyi de atlatacak. Nitekim ben, bu makaleyi kaleme alırken, kabine toplantısı sonrası Cumhurbaşkanı’nın açıklamaları devam ediyordu.
Mesele işin bir yerinde değişimi, değişim kararlılığını göze almayı gerektirir.
Bu konuda da Cumhurbaşkanı’nın gözünü kırpmadan bu kararlılığı göstereceğinden eminim. Sahi siz Merhum Erbakan Hoca’ya karşı başlatılan ekonomik, siyasi, sosyolojik linç kampanyasının Erbakan’ın İslamcılığından olduğunu sananlardan mısınız? Öyle ise yanılıyorsunuz. Erbakan Hocanın birinci kabahati başta Afrika ülkeleri olmak üzere tüm İslam dünyasını kapsayan kısaca D-8 projesi ve yine İslam ülkeleri ortak para birimi atağı, bunun yanı sıra cari açığın azaltması, devlet harcamalarını havuzda toplaması, işçi-memur, emekli vs. ücretlerinin artırılması ve en genelde kendinden öncekilerinin ekonomik ve küresel amentüsüne dokunmasından dolayı 28 Şubat’a muhatap oldu. Ve iktidarı kaybetti. Şu an da Tayyip Bey için de itiraf etsinler ya da etmesinler ayni gerekçelerle mücadele ediyorlar. Dışa bağımlı sermaye çevreleri ve bir kısım at gözlüğü takmış bürokrat, akademisyen, yazar-çizer takımı galiba halen Türkiye’nin patronlar kulübü tarafından idare edildiğini sanıyor. Anadolunun ve Anadolu kökenli dışa bağımlı olmayan müteşebbis ve sermayeden haberleri yok.
Değişim kararlılık ister. Merhum Erbakan 9 Ocak 1997 Başbakanlık Kriz Merkezi Kararnamesi’ni kabullendiğinde zaten iktidarını kaybetmişti. Vekâleten sermaye sahibi olanlar Erdoğan’dan da aynı edilgen bir duruş bekliyorlar. Oysa Erdoğan tüm ekonomik göstergelerin olmasa da döviz kurlarındaki artışın tavan yaptığı, TUSİAD’ın adeta muhtıra verdiği bir zaman diliminde faiz indirimine devam edeceğini belirterek: ‘Benden başka bir şey beklemeyin. Bir Müslüman olarak NAS neyi gerektiriyorsa onu yapmaya devam edeceğiz.’ dedi. Zaten Tusiad vb.ni korkutan en önemli silah da tarih boyunca hep KARARLILIK olmuştur. Yukarıdaki ifadeler de bunu teyit etmektedir.
Evet, yazımın başında karakıştan bahsettim, ekonomik konulara girdim. Üstelik de haddim olmadan.
Şimdi ne yapmamız gerektiğine gelelim.
Gözlemlerime, hissettiklerime dayanarak diyorum ki, kış-kıyamette battaniyeye sarılarak çoluk-çocukları ile ısınmaya çalışan yakın-uzak insanımıza hiçbir ayırım yapmaksızın el uzatmanın zamanı. Allah açıkta, soğukta kalanların hesabını onlardan değil, benden, sıcak evlerde oturan, tek başına özel arabasına binen, toplu taşıma araçlarına tenezzül etmeyen, ilkokul çağındaki çocuğuna-torununa cep telefonu almayı ihmal etmeyen, her gün etsiz yemek yemeyenlerden soracak. Ve belki de Resulullah (as.) kıyamet günü o mazlumların lehine, benim de aleyhime şahitlik edecek. O gün çok uzak değil, belki yarın, belki yarından da yakın. Bir kez olsun aldığımız, verdiğimiz nefesin maliki olmayan bizler, Kur’an ifadesiyle yarın için önden ne gönderdiğimize bakalım. Bugünler ve benzeri günler; muhatabı insan olarak görmek, hiçbir kimseyi renginden, dilinden, inancından dolayı ötekileştirmeden kederine, sevincine, ihtiyacına, sahip çıkmakla atlatılır. Aksi halde aynı gemide seyahat ettiğimiz için mazlumla, ihtiyaç sahibiyle birlikte bizler de batarız. Elbette bugünler de geçer.
Yeter ki yönetenler ve yönetilenler olarak kararlı ve sorumluluk sahibi olduğumuzu unutmayalım. Olanlar bizi karamsarlığa sürüklememelidir. Olanlar, olması gerekenlere mani olmamalıdır.
Evet,bu günler de geçer Yâ Hu!