Tarih: 30.12.2019 18:15

Günün Sorumluluğu ya da Öncelikler Hiyerarşimizin Yanlışlığı

Facebook Twitter Linked-in

Yüzlerce yıl kendi dışındaki dünyaya kapalı yaşayan Japonlar, 19.yy’ın ortalarında yüksek teknolojiyle donatılmış ABD savaş gemilerini kıyılarında gördüklerinde, iki şeyin birden farkına varmışlardı. Bunlardan biri, ABD ile kendi aralarındaki uçurum düzeyindeki gelişmişlik farkı, diğeri ise mevcut Şogunluk sistemiyle Amerika ile başa çıkamayacaklarını… Zira İngiltere yüzünden Çin’in başına gelenlere yakın zaman önce tanık olmuşlardı.

Bu nedenle, 1870’lerden itibaren, biraz da düşman korkusuyla, dünyaya açılma ve gelişme kararı alan Japonya’nın ilk işi Şogunluğa son verip anayasal monarşiye geçmek ve ülke yönetimini parlamentoya devretmek olmuştu. Zira aydın bir imparator olan Meiji, politik sistem düzeltilmedikçe, eğitim ve ekonomi alanının düzelmeyeceğinin farkındaydı. Nitekim siyasal sistem değiştikten sonra başta eğitim olmak üzere her alanda birbiri ardına reformlar gelmeye başlamıştı.

Siyaset, ekonomi ve eğitim kurumlarında beraberce başlayan bu değişim süreci, 40 yıl içinde tarihin gerisinde yaşayan Japonya’yı bir dünya gücü haline getirmişti. ABD’nin, istemeden uyanmasına neden olduğu bu dev, kendisi gibi büyük bir canavara dönüşmüş ve maalesef onun da ilk işi komşularını sömürgeleştirmek olmuştu.

Petrol, turizm ya da jeopolitik açıdan hiçbir avantajı olmayan Finlandiya, 1970’lere kadar Türkiye ile aynı kaderi paylaşıyordu. Fakat 1970’lerde ülke tarihinin en genç başbakanı ve bir köy çocuğu olan Esko Aho ile yeni bir sayfa açtı. Finlandiya benzer bir hamleyi, öyküsü Gregory Petrov’un muhteşem eseri “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” anlatılan bir hareketle 1800’lü yıllarda Snelman öncülüğünde denemişti.

İki aşamalı bir reform geliştiren Finlandiya, 1970’li yıllarda yakalandığı krizi fırsata dönüştürmeyi başarmıştı. Onların da ilk işi, siyasal sistemi ıslah etmek olmuştu. Nitekim Finlandiya, 180 ülke arasında yapılan uluslar arası bir değerlendirmede, bilgiye erişim özgürlüğünde 1., hukukun üstünlüğü yani, adalet ilkesinin uygulanması açısından ise 4. sıraya yükselmişti.1

İktidar, devleti küçülterek yeniden yapılandırmış ve ortaya çıkan tasarrufları ve zorunlu harcamalar dışındaki bütün kaynakları eğitime ve araştırmaya ayırmıştı. 1970’lerde üniversite ve enstitü gibi kurumsal altyapıya, 1990’larda ise eğitim ve Ar-Ge’ye yatırım yaptı. Sonuçta, 1990’ların başlarında her yıl %10 küçülen ve işsizliğin %20’lere tırmandığı bir ülke olan Finlandiya, bugün dünyaya eğitim reformu ihraç eden, neredeyse uluslararası bütün eğitim ölçeklerinde zirvede olan, Ar-Ge’ye ayrılan pay, araştırmacı sayısı, melek yatırımcı vb alanlarda dünya birincisi olan bir ülkeye dönüştü.2

Japonya ve Finlandiya tarafından izlenen süreçlerin Singapur, Güney Kore, Danimarka, İrlanda ve Tayvan gibi daha birçok ülke tarafından da izlendiğini ve benzer sonuçların alındığını biliyoruz.

Türkiye de 2000’li yılların başında, büyük bir fedakârlık yaparak eğitime ayrılan kaynağı 3-4 kat arttırmış, fakat bu artış ne yazık ki eğitimin niteliğinde hemen hiçbir olumlu değişime yol açmamıştır. Bize ait bu örneğin belki de tek faydası, otoriter, merkeziyetçi ve ideolojik devlet anlayışından vazgeçmedikçe, sadece kaynakları artırarak eğitim, ekonomi vb. alanlarda mesafe almanın mümkün olmayacağını göstermiş olmasıdır.

Kendi ülkemiz de dâhil olmak üzere coğrafyamızın en önemli sorunu, siyasal ve ekonomik sistemlerin yapısı ile kalkınma ve refah arasındaki doğrusal ilişkinin bir türlü görülememesidir. Üstelik kendi tarihimizdeki birçok örnek ve uygulamaya rağmen...

Sözgelimi Abbasi sultanlarından Harun Reşit, ülkenin ekonomik gidişatını düzeltmek amacıyla Ebu Hanife’nin önde gelen iki öğrencisinden biri olan İmam Yusuf’tan vergi reformu konusunda bir kitap/rapor hazırlamasını istediğinde İmam Yusuf, bu konuda rapor hazırlamanın kolay olduğunu, fakat ekonomide iyileşme için bunun yeterli olmayacağını, düzelmenin ancak idari ve ekonomik yapıda gerçekleştirilecek başka reformlarla birlikte mümkün olabileceğini bildirmiştir. 3

Hz. Ömer döneminde 137 milyon dinar olan Irak gelirinin, zalimliğiyle meşhur Haccac döneminde 18 milyona düştüğü, fakat daha sonra âdil halife Ö. b. Abdülaziz gelince gelirin tekrar eski seviyeye yükseldiği rivayet edilmiştir.

Sanayi Devrimi’nin, 1688’de İngiltere’de gerçekleşen Şanlı Devrim’i müteakiben ortaya çıkmasının sebebi de aynıdır. Şanlı Devrim’le birlikte, kral anayasal monarşiye razı edilmiş, kendi sınırlarına çekilmesi sağlanmış, parlamento ortaya çıkmış, ülkede göreceli de olsa eşitlikçi, özgürlükçü ve çoğulcu bir yapı oluşmuştur. Yani, Sanayi Devrimi’nin öncelikle İngiltere’de başlamış olması, rastlantı değil, sağlanan bu ortamın doğal bir sonucudur.

Yine Ak Parti, 2002’de iktidara geldiğinde, katılımcı ve çoğulcu bir yaklaşımdan hareketle önceliği ülkede özgürlüklerin önünün açılması, yasakların kalkması, demokratik standartların yükseltilmesi gibi alanlara verdiği için ülke her alanda hızlı bir gelişme sürecine girmiş, 2012-2013’den itibaren bu ilke ve değerlerden vazgeçmeye başladığı için de yine hemen her alanda hızlı bir gerileme süreci başlamıştır. Algı yönetimi ve çarpıtmalardan bağımsız, ülkemizle ilgili göstergelerin dünya ortalamalarıyla karşılaştırılması durumu açıkça ortaya koyacaktır.

Son dönem Osmanlı sadrazamlarından olan ve Tunus’un İbn Haldun’dan sonraki en önemli ismi kabul edilen Tunuslu Hayrettin Paşa, bundan 150 yıl kadar önce “İslâm medeniyeti neden geri kaldı! Batı medeniyeti sürekli yükselişteyken İslam medeniyeti neden dibe vurdu. Onların coğrafyaları mı daha uygun? İklimleri mi daha güzel? Toprakları mı daha bereketli? Irkî bir üstünlükleri mi söz konusu? diye sormuş ve konuyla ilgili kapsamlı bir araştırma yapmıştı. Sorduğu soruya “Elbette ki hayır!” cevabını veren Paşa’nın, konu hakkındaki nihai tespiti şudur: “Bireysel özgürlükler, basın özgürlüğü ve siyasete katılım özgürlüğü sağlanmadan bir ülkeyi geliştirmeye ve zenginleştirmeye çalışmak beyhude bir çabadır.4

Sonuç olarak, politik sistem, eğitim, ekonomi, dış politika vb. sistemlerin üst sistemidir. Üst sistemi ıslah etmeden alt sistemleri ıslah etmek mümkün değildir. Bir ülkede hukukun üstünlüğü sağlanmadan, denge denetleme sistemleri kurulmadan, yasama-yürütme ve yargıyı birbirinden bağımsız tutmayı başarmadan, kısacası, adaletli, katılımcı, çoğulcu ve özgürlükçü bir yönetsel sistem inşa etmeden, eğitim, ekonomi vb. alanlarda mesafe almaya çalışmak havanda su dövmek ya da bataklık dururken sineklerle meşgul olmak gibidir.

Bu ülke ve coğrafya için bir şeyler yapmak adına yola çıkmış ya da çıkacak olan tüm kişi ve kurumlar için günün sorumluluğu, öncelikle bu konuda farkındalık geliştirmek ve bunu topluma yaymak olmalıdır. Bu ise, başta ülkemiz olmak üzere bütün coğrafyamızda devlet, cemiyet ve sivil toplum kuruluşları tarafından uygulanan eğitim müfredatının içerik ve öncelikler açısından yeni baştan ele alınması anlamına gelecektir. Vesselam…

1 Şirin, S. 2015. Yol Ayrımındaki Türkiye, Doğan Kitap, İstanbul.

2 Acemoğlu, D ve Robinson, J., 2013. Ulusların Düşüşü¸Güç, Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri, Doğan Kitap, İstanbul

3 Ergün, N., 2017. İktisadi ve Siyasi Düşüncede Akıl, Otto Yayınları, Ankara.

4 T. H. Paşa., 2004. En Emin Yol, Ufuk yayınları, İstanbul.

Kaynak: Her Taraf




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —