Günümüzde Müslümanların ne kadarının Sünni, ne kadarının Şii ve ne kadarının Vehhabi (Neo-Selefi) olduğu ile ilgili tartışmalı rakamlar ortaya konulmaktadır.
Her zaman olduğu gibi taraflar kendilerini olduğundan çok, karşıtlarını ise olduğundan az gösterme çabası içindedirler.
Ne yazık ki Ortadoğu'da ve İslam dünyasında herkesin üzerinde ittifak ettiği objektif istatistikler de bulunmamaktadır.
Ancak çoğunluğun büyük bir itirazda bulunmadığı orta-lama rakamlar göz ününde bulundurularak Müslümanların yüzde 85'inin Sünni, yüzde12'isinin Şii-Alevi, yüzde 3'ünün ise Vehhabi (Neo-Selefi) oldukları söylenebilir.
Şiilerin yüksek oranda bulundukları ülkeler yüzde 90'la İran, yüzde 70'le Azerbaycan, yüzde 57 ile Irak, yüzde 55'le Bahreyn, yüzde 40'la Yemen (Zeydiyye mezhebi) yüzde 35'le Lübnan ve yüzde 20 ile Kuveyt'tir.
Yine Şiilik'ten ayrılma Dürziler; Lübnan, Suriye, Filistin ve Ürdün'de yaklaşık 500 bin civarında bir nüfusa, 19'ncu yüzyılın sonlarında Hindistan'da ortaya çıkan Kadiyaniler de 2 milyon civarında bir nüfusa sahiptirler.
İslam'ın ilk asrında ortaya çıkan mezhepler arası savaşlar aradan 1300 yıl geçmesine rağmen bugün de etkisini sürdürmekte, birçok siyasi rekabet ve çatışmanın aleti olarak varlıklarını sürdürmeye devam etmektedir.
Günümüzde İslam ülkeleri arasındaki bu çatışmaları 3 ana odakta toplamak mümkündür:
- İran merkezli Şiilik
- Suudi Arabistan merkezli Vehhabilik (Neo-Selefilik)
- Türkiye ve Mısır merkezli Sünnilik
İran merkezli Şiilik
Ortadoğu'da özellikle 1979'daki İran İslam Devrimi'nden sonra etkili olmaya başlayan Şiilik kısa bir sürede birçok ülkede örgütlenerek bölgedeki tüm siyasi gelişmelerin belirleyici faktörü haline geldi.
Başlangıçta dünyadaki tüm Müslümanlar arasında büyük heyecan ve ümit oluşturan İran İslam Devrimi, çok kısa bir zamanda Şii bir Ulus devletine dönüştü ve İran, Şiiliği, anayasasında resmi mezhep olarak ilan etti.
Bugün; Irak, Suriye, Lübnan, Bahreyn ve Yemen'de İran'ın desteği ve kontrolündeki Şii örgüt ve partiler siyasi faaliyet göstermekte; Yemen, Lübnan, Irak ve Suriye'de ise bu gruplar silahlı mücadele sürdürmektedir.
1980'li yıllarda İhvanül Müslimin Suriye'de, Baasçı Hafız Esad ile savaşırken, İran'ın İslamcı rejimi salt ulusal mezhepçi çıkarları ne-deniyle Hafız Esad'ı desteklemiştir. Bugünkü Ortadoğu politikası da aynı çizgide sürmektedir.
Lübnan Hizbullahı, Suriye rejimi, Irak Şii hükümeti ve İran Devleti aynı saftadır. Irak ve Suriye'de çatışmaları bizzat yöneten birçok İran subayı hayatını kaybetmiştir.
İran İslam Cumhuriyeti'nin en üst yetkilisi Rehber Ali Hamaney; "Suriye'de İslam ve küfür savaşıyor" sözleri ile bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.
Lübnan'da İsrail'e karşı sürdürdüğü mücadele ile tüm Sünni Müslümanların da büyük sevgisini kazanan Hizbullah Suriye iç savaşında zalim Baas Partisi'ni destekleyerek iç savaşın bir parçası ve tarafı haline gelmiştir.
Suriye iç savaşında binlerce Lübnanlı Şii Hizbullah mensubu, Sünni İslamcı örgütlere karşı savaşırken hayatını kaybetmiştir.
Yemen'de de Hz. Hüseyin'in torunu İmam Zeyd'in takipçileri olan Zeydiler, öncelikli olarak Husi Ailesi aracılığıyla Şiileştirilmekte (Caferileştirilmekte) ve Yemen iç siyasetinde Suudi Arabistan tarafından desteklenen gruplarla, İhvan çizgisindeki diğer Sünni cemaatlere karşı savaştırılmaktadır.
İran'ın Afganistan siyaseti de, Afganistan'ı Sünni ve Şii bir bütün olarak kucaklayarak toplu bir çözüme kavuşturmaktan çok ülkede yüzde 10'lar civarında olan Şii Hazaralar üzerinden bir okumaya dayanmaktadır.
İran'ın, Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen'de izlediği siyaset; zaten kötü olan mevcut durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale çevirmiş durumdadır.
İran, Afganistan'daki Şii Hazaralardan başlayarak, Azerbaycan, Irak, Bahreyn, Suriye ve Lübnan'a uzanan bir coğrafyada Şii Hilali oluşturmak istemektedir.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra yurt dışına çıkan, uzun yıllar Afganistan'da Ruslara karşı savaşan ve daha sonra İran, Irak savaşında İran saflarında Irak'a karşı savaşırken yaralanan ve Tahran Radyosu'nun Türkçe yayınlarında çalışan Yakup Aslan'ın bu konudaki gözlemleri çarpıcıdır:
Ayetullah Munteziri'nin babasını mütevazı toprak evinde ziyaretimizde, onun samimi ikramları ve Ehli Sünnet konusunda söylemiş oldukları, ruhumuzu göklere uçurmuştu.
O yaşlı bilge şöyle diyordu:
'İnkılabın bereketi budur işte. Şah zamanında, biz birbirimize düşman haldeydik. O dönemde, bize kim '7 Sünni öldürürse cennete girer', size de 'kim 7 Şia öldürürse elleri yeşile dönüşür ve cennetlik olur' diyorlardı.
Bunu Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim halk arasında mutlak bir doğru olarak hâkim algı haline getirmişti ve bu rivayet kutsallık kazanmıştı…
İşte şimdi bu rivayetlerin ne kadar yalan olduğunu görüyoruz.'
Bu sözleri, gönlümüzde gizli kalmış bütün alanları fethetmeye yetmişti.
Munteziri'nin babasının bu sağduyulu ve ümmetçi söylemi İran'da maalesef etkili olamadı. İran İslam Cumhuriyeti'nin kısa bir müddet sonra mezhebi taassupla kendini bir Şii Devleti olarak tanımlaması, İslam ülkelerindeki tüm çatışmalara Şii perspektifi ile yaklaşması ve İran'da yaşayan Azeri, Kürt, Beluci ve Arap halkları Ulus-Devlet formatı ile yönetmeye çalışması.
İran'ın Mısır'da Müslüman Kardeşler'le, Türkiye'de ise Milli Görüş mensupları ve Nurcularla kardeşçe ve kalıcı bir ittifak kuramaması kendisine bağlanan umutları büyük ölçüde zedeledi.
İran İslam Cumhuriyeti yetkilileri ile İslami fikir ve iddiaları ile Türkiye'de siyaset yaparak iktidara gelen İslamcı kadrolar Ortadoğu'da birlikte hareket edeceklerine, ulusal-milli kaygıları ile birbirlerine rakip bir siyaset izlemekte ve destekledikleri örgütler aracılığı ile de özellikle Türkiye, Irak ve Suriye'de vekâlet savaşları sürdürmektedirler.
Yakup Aslan, bizzat şahit olduğu ve yaşadığı olayların analizinde önemli tespitlerde bulunmaktadır:
Şah'ın devrilmesinden sonra, Müslümanların evrensel normlarla, dünyayı kucaklaması baharı uzun süreli olmadı ve inkılap asli sahiplerini etkisizleştirme, tasfiye etme sürecine girdi.
Evrenselliğin yerine gelenekçi mistik, yerelci anlayışlar, bakış açıları egemen bir anlayış oldu.
İran İslam İnkılabı, İslami evrensel, ümmet bilincine yönelik değerleri öne çıkarmaktan çok, Şii ve İrani karakteri önceleyince, yabancı talebelerin eğitim gördüğü medreselerde de ciddi sorunlar çıkmaya başladı.
Her alanda İran devletinin bekası ve Şia mezhebinin yayılması hedefleniyordu ve biz de bunun etkisini görüyorduk… Bugün, Abbasi, Safevi veya Osmanlı kadar İslam boyasına batırılmış farklı bir yönetim sistemin varlığını görüyoruz.
Durumun hiç de fildişi kulelerden anlatıldığı gibi olmadığını ve yapılan savunmaların sadece pespaye çıkar ilişkilerine, kirli ve ahlaksız yapılanmalara dayandığını biliyoruz.
Suudi Arabistan merkezli Vehhabilik (Neo-Selefiler)
Öncelikle belirtmek gerekir ki, günümüz Neo-Selefi-Vehhabi anlayışı ile Hz. Muhammed sonrası "Selefi Salihin" anlayışı aynı değildir.
Hz. Muhammed'in ve Dört Halife'nin ölümlerinden sonraki dönemlerde İslam itikadına karışan bidat ve hurafeleri ayıklayarak temizlemek ve İslam'ı saf ve arı haline döndürmeyi amaçlayan Selefi Salihin'in çalışmaları her Müslümanın kabul ettiği ve desteklediği görüşlerdir.
Günümüz "Selefi-Vehhabi"liği, kendini nispet edip, bazı benzerlikler taşısa da, Selefi Salihin'in görüşlerinin dışında İslam'ın tarihte "Bedevi-Harici" olarak tanımlanan dar anlayışına dayanmakta ve özellikle de İslam ülkeleri ve Batılı ülkelerde yaşayan protest Müslümanların ilgisini çekmektedir.
Vehhabileri günümüzün "Post Modern Haricileri" olarak da tanımlamak mümkündür. ABD'deki ikiz kulelerin vurulmasından, Suriye ve Irak'taki DAİŞ (IŞİD) eylemlerine kadar ABD ve Batı karşıtı eylemlerin neredeyse tamamı Neo-Selefi-Vehhabi olarak tanımlanan örgütler tarafından yapılmaktadır.
Bu örgütlerin Suudi, İsrail, ABD tarafından desteklendiği ve yönetildiği ayrı, yereldeki insan malzemesinin bu işlere yatkın olması ayrı, ayrı gerçeklerdir.
Selefi-Vehhabilik anlayışının iki önemli noktada sorunları bulunmaktadır:
- İtikadi sorunlar (Kuran'ın nasıl anlaşılması gerektiği ile ilgili ontolojik, ideolojik yaklaşımlar).
- Siyasi sorunlar.
Selefi-Vehhabilere karşı olan Müslümanların Selefi-Vehhabilere en önemli itirazları, itikat (inanç) noktasındaki "tekfirci" yaklaşımlarıdır.
Selefi-Vehhabiler başta Sufiler ve Şiiler olmak üzere, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanların büyük bir kısmını; "Şirk içindeki kâfirler" olarak nitelendirir, Kur'an-ı Kerim'deki ayetleri tamamen düz ve çıplak bir mantıkla yorumlar, en küçük hataları affetmez ve günah işleyenleri tövbe etmediği müddetçe kâfir olarak kabul ederler.
Bu kadar sığ ve dar bir anlayışla İslam toplumunu, tüm Müslümanları kucaklamak mümkün değildir.
Selefi-Vehhabilerin Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya'daki faaliyetleri de oldukça sorunludur. Yaklaşık yüz yıl laik, seküler ve sosyalist-komünist rejimlerin dine tamamen karşı idareleri altında yaşamış ve önemli bir kısmı ateistleşmiş toplumlara İslam'ın tarihteki en katı ve tartışmalı yorumunu bir anda enjekte etmek ciddi tepkilere neden olmuştur.
Geleneksel olarak Sufi ağırlıklı bir İslam öğretisine sahip Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kazakistan gibi ülkelerde tam ters bir etki yaratmış ve halkın yüzyıllardır uzak kaldığı İslam ile buluşmasının önünde bir engel oluşturmuştur.
Henüz 'Allah' inancına bile yabancı kişilere, tüm İslami kurallara bir anda uyma mecburiyeti getirme, geleneksel erkek kıyafeti (entari-sarık) giydirme, kadınlara çarşaf ve peçe taktırma gibi uygulamalar ile cihad adı altında Batı metropollerinde gerçekleştirilen silahlı eylemler geniş halk yığınlarını ürkütmüş, İslam'ın mesajının topluma doğru bir şekilde ulaşmasını engellemiştir.
"Neo-selefi-Vehhabi-Harici"lerin siyasi metod ve yaklaşımları da oldukça sorunludur. En akıl almaz davranışlarını, Kur'an ve Hadis'ten çıkardıkları en aykırı yorumlarla gerekçelendirebilmektedirler.
Nitekim Hz. Ali ile aralarındaki ihtilaf ve sonrasında yaşadıkları çatışma, mantık örgülerini ortaya koyması bakımından en önemli örneklerden biridir.
Bilindiği gibi Hariciler yaşadıkları dönemde Müslüman toplum içinde en fazla ibadet eden, İslami kuralları şekil itibarıyla en ince ayrıntılarına kadar yerine getiren kişilerdi.
Başlangıçta Muaviye'ye karşı, Hz. Ali'yi desteklediler, Muaviye'nin ordusuna karşı Hz. Ali'nin yanında savaştılar.
Hz. Ali'nin, Muaviye'nin aralarındaki sorunları çözmek üzere bir hakem heyeti kurulması teklifini kabul etmemesi, bunun bir hile olduğunu söylemesine rağmen Hz. Ali'yi zorlayarak hakemi kabul etmesini sağladılar.
Muaviye'nin seçtiği hakem Amr Bin As'ın Hz. Ali'nin hakemini aldatması üzerine Hariciler "Allah'tan başka hakem kabul ederek, biz büyük bir günah işledik ve kafir olduk, Ali de aynı şekilde kafir oldu. Biz bu hatamızdan dönerek tövbe ediyoruz, Ali de tövbe edip, yeniden Müslüman olmalı" dediler.
Hz. Ali'nin bütün ikna çabalarına rağmen fikir ve davranışlarını terk etmediler. Mescitte hutbe okurken Hz. Ali'ye hakaret etmeye ve camide O'ndan ayrı cemaat oluşturarak ayrı namaz kılmaya başladılar.
Bir müddet sonra aralarındaki ayrılık karşılıklı olarak savaşa dönüştü, binlerce Harici hayatını kaybetti ve en sonunda Harici İbni Mülcem, Hz. Ali'yi camide öldürdü.
Tarihteki bu "düz mantık" anlayışı günümüzde de devam etmektedir. El-Kaide ve DAİŞ (IŞİD) gibi örgütler sadece Şiilere karşı değil, İhvan-ı Müslim'in gibi Sünni gruplara da, kısaca kendileri dışındaki tüm İslami mezhep ve örgüt taraftarlarına da en acımasız bir şekilde yaklaşmaktadırlar.
Ortadoğu'daki Şiilerin yaşadıkları ülkelerdeki siyasetlerini İran'ın bölgedeki siyasetine endekslemeleri gibi, Selefi-Vehhabi örgütler de Suudi Arabistan ve diğer Körfez Emirlikleri ile aynı ilişki içindedirler.
Bu konuda bir örnek vermek gerekirse, Mısır'da Müslüman Kardeşler'e karşı en önemli içeriden (İslami) muhalefeti Selefi Nur Partisi yapmış, İhvan yüzde 41 oy alırken Nur Partisi de azımsanmayacak bir orana ulaşarak yüzde 25 oy almıştır.
Arap Baharı sürecinde Müslüman Kardeşler'i ılımlı İslam'ı savunmak ve ABD yanlısı olmakla suçlayan Selefiler, Mısır'ın Müslüman Kardeşler'e mensup yasal cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin ABD destekli bir darbe ile devrilmesine karşı çıkmadıkları gibi, Suudilerle birlikte darbeye ilk destek verenler oldular.
Selefiler, Afganistan Cihadı döneminde de ABD, İngiltere ve Suudi Arabistan'ın desteğini alarak özünde Afganistan'ın kurtuluş ve refahı için çalışacaklarına; sonuç olarak ABD çıkarlarına hizmet ettiler.
Vehhabilerin Ortadoğu siyasetinde Hıristiyan Siyonistler olan Neo-Conlar ve Yahudi Siyonistler ile kurdukları ittifaklar el-Kaide ve DEAŞ (IŞİD) gibi örgütlere de alan açmaktadır.
1990'lı yıllarda Cezayir İslam uyanışının başarısızlığa uğramasının en önemli nedenlerinden biri de yine paramiliter Neo-Selefi örgütlerdir.
Yemen'de de aynı durum söz konusudur. İran destekli Zeydi Husilere karşı Suudi destekli örgütlerle bir vekâlet savaşı yürütülmekte ve dünyadaki İslam imajına büyük zararlar veren bu örgütlerin organizesi Batılıların desteği ile Suudiler tarafından yapılmaktadır.
2011 yılından itibaren tüm İslam ülkelerine yayılan Arap Baharı'nın kısa bir sürede "Kara Kış"a dönmesinin en önemli sorumlularından biri rejimlerinin çökmesinden korkarak gelişmeleri içeriden sabote eden Suudilerin liderliğindeki Körfez rejimleridir.
Siyonist-Suudi-Neocon ittifakı Ortadoğu'nun her yanını cehenneme çevirmiş bulunmaktadır.
Kısaca belirtmek gerekirse Selefi-Vehhabiler İslam dünyasında; hem itikat ve fikirleri, hem de siyasi yaklaşımları ile ciddi bir sorundurlar.
Türkiye ve Mısır merkezli Sünnilik
Günümüzde İslam ülkeleri arasında en etkili Sünni örgütler; Mısır merkezli İhvanı Müslimin ile Türkiye'deki Milli Görüş hareketidir.
Mısır'daki Sünni İhvan Hareketi içinde dönem dönem etkili olan 'Selefi' bir damar da vardır. Türkiye'deki Milli Selamet, Refah ve Adalet ve Kalkınma Partilerinin ana tabanları ise büyük oranda geleneksel tarikat ve cemaatlere dayanır.
Bu nedenledir ki Türkiye'de iktidara gelen Sünni anlayış geleneksel Sünniliği daha fazla temsil etme özelliğine sahiptir.
Mısır'daki Sünni hareketlerle, Türkiye'dekiler arasındaki bir diğer önemli fark da Mısır'da yaklaşık bir yıl süren kısa bir iktidar dönemine karşılık, Türkiye'deki Milli Görüş ve milli çıkış merkezli hareketlerin, 1970'lerden sonra dönem dönem koalisyonlarla, 2002'den sonra ise sürekli ve uzun bir iktidar tecrübesine sahip olmalarıdır.
İhvanı Müslimin'in Mısır'ın dışında Filistin'de Hamas ve Tunus'ta Nahda Hareketi ile yakaladığı iktidar dönemlerinde de toplumla arasında ciddi sorunlar yaşandı.
AK Parti iktidarı döneminde Türkiye'nin Ortadoğu'da Libya, Tunus, Mısır, Suriye Irak... politikaları da genelde Sünni İhvan çizgisini aşamadı; reel-politik okumalarda büyük yanlışlıklar yapıldı.
Türkiye'nin içinde de Osmanlı-Safavi döneminden beri devam etmekte olan Aleviler ve Alevilikle ilgili sorunlar yürekleri rahatlatacak; toplumda gönüller arasındaki mesafeyi kapatacak bir çözüme kavuşturulamadı.
Başta Diyanet İşleri Teşkilatı'nın iç işleyiş mekanizması ile yayınlarında ve uygulamalarında olmak üzere adı konulmamış şekilde "Sünnilik" ve Sünnilik içinde ise "Hanefilik" resmi mezhep haline getirildi.
Sünni Kürtlerin büyük bir kısmının mensup olduğu Şafii mezhebi bile görmezden gelindi.
AK Parti iktidarı döneminde Türkiyeli Alevilerin sorunlarına çözüm getirmek amacıyla yapılan 7 Alevi Çalıştayı'ndan da uygulamaya yönelik elle tutulur somut bir sonuç çıkmadı.
Tarihte Ortadoğu'da nasıl Osmanlılar Sünnilik adına, Safaviler ise Şiilik adına bir egemenlik rekabeti içinde olmuşlarsa; bugün de aynı şekilde bu misyonu Sünnilik şemsiyesi altında Türkiye, Şiilik iddiası ile de İran üstlenmiş durumdadır.
Suudi Arabistan ise tüm dünyada radikal Neo-Selefi Vehhabi örgütlerin hamisi durumundadır ve Ortadoğu'da bu örgütleri kendi ve özünde Batılıların çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır.
Bu rekabet ve vekâlet savaşları öyle bir noktaya gelmiştir ki Kafkasya siyasetinde Türkiye Azarbaycan'ı desteklerken, İran Ermenistan'ı desteklemektedir.
Günümüz Müslümanlarının yüzde 85'ten fazlası Sünni'dir. Şiiler ise yüzde 15'e yakındır. Şiilerin mezhebi bir anlayış ile tüm İslam dünyasını yönetmeleri ve etki altına almaları, bunu Sünni büyük çoğunluğa kabul ettirmeleri mümkün değildir.
Aynı şekilde Neo-Selefi Vehhabiliğin de 1400 yıllık geleneği alt ederek katı ve sığ anlayışını hâkim kılması imkânsızdır.
İran'ın yürütmekte olduğu Şii, Türkiye'nin Sünni, Suudi Arabistan'ın Vehhabi eksenli siyasetleri uzlaşmayı ve birlikte yaşamayı imkânsız hale getirmektedir.
Sünni İslam dünyasında Türkiye'nin Yeni Osmanlıcılığı, Mısır merkezli Müslüman Kardeşlerin siyasal İslamcılığı, İran İslam Cumhuriyeti'nin Şii öncelikli siyaseti ve Suudi Arabistan'ın Vehhabiliği esas alan bölgesel liderlik iddiaları mezhep savaşlarının 21'nci yüzyıl da da bütün yıkıcılığı ile sürmesine neden olmaktadır.
Daha özet bir tanımlamayla Müslüman Kardeşler ve AK Parti Sünniliği, Suudi Arabistan Vehhabiliği, İran ise Şiiliği temsil etmektedir.
Sünnilerin ne kadar "Sünni", Suudilerin ne kadar "Vehhabi", İran'ın ise ne kadar "Şii" olduğu veya "Sünnilik", "Şiilik" ve "Selefi-Vehhabilik"in bölgesel iktidar mücadelesinin birer aracı olup olmadıkları ayrı bir inceleme konusudur.
Birçoklarına göre bu devletler, söz konusu mezhepleri tıpkı tarihte olduğu gibi siyasi hâkimiyetleri için bir araç olarak kullanmaktadırlar.
Bu ülkelerin birbirlerini suçlayan söylemlerle kendilerini haklı göstermeleri, dini yorumlarını siyasetlerine alet ederek gerekçeler oluşturmaları ne yazık ki mevcut perişan durumu değiştirmemektedir.
Sebepleri ne olursa olsun içinde bulunduğumuz durum tam anlamıyla bir iç savaştır ve iç savaş halkların yaşayabilecekleri en korkunç şeydir.
Tarihin derinliklerine uzanan bu fay hatlarının harekete geçerek İslam dünyasını bir kez daha yıkarak harap etmesi için Batılılar ellerinden geleni yapmaktadır.
Bu konuyla ilgili olarak CIA'nın eski Ortadoğu bölge şefi Robert Baer'in; "İran'ın önlenemez Yükselişi" kitabında; yeni Ortadoğu'yu kurabilmenin tek yolunun, bölgede geniş çaplı bir "Şii-Sünni iç savaşı" tetiklemekten geçtiğini söylemesi önemli bir örnektir.
"Niye biz (Amerikalılar!) ölelim ki?" diyor kısaca eski CIA görevlisi Baer…
Bırakalım (Sünni ve Şii) Müslümanlar kendi aralarında birbirlerini öldürsünler!
Bu yaranın sürekli olarak kaşınarak kanatılmasından ve Müslümanların büyük acılar çekmesinden en az Batılılar kadar, günümüzdeki Müslüman siyasetçilerle, ilim adamları da sorumludur.
İktidarlarını sürdürme uğruna bu ateşe Sünnilik, Şiilik ve Vehhabilik üzerinden benzin döken tüm siyasilerin yanı sıra; Müslüman şeyh, molla, Ayetullah, aydın ve entelektüellerinin de büyük günahları vardır.
Sorun hangi itikadın (inancın), hangi siyasi görüşün veya hangi fıkhi (hukuki) yorumun doğru olduğunda değildir.
Böyle bir tespite çalışmak da, 1400 yıllık ihtilaflardan doğan farklılıkları yok saymak da hem imkânsız hem de yararsız ve faydasız bir çabadır.
İslam dünyasının önümüzdeki yüzyıldaki en derin fay yarığı mezhep çatışmalarıdır ve bu ayrışmayla, çatışma mutlaka sona erdirilmelidir.
Sona erdirmek demek herkesin dini, siyasi, itikadi ve fıkhi yorumuna saygılı olmak ve inancını yaşayabilmesinin ortamını sağlamak demektir.
Barış içinde, farklılıklarımızı koruyarak birlikte, hangi siyasi modelle nasıl yaşayabileceğimiz sorusu mutlaka doğru bir cevaba kavuşturulmak zorundadır
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.