01 Temmuz 2017 Pazar. Pendik/Eskişehir´e gidiyoruz. Trenleri seviyorum. Çocukluğumuz tren yollarında, istasyonlarda ve trenlerde geçti. Çocukluğumuzdan başlayan yolculuklarla sevdik trenleri, tren yolculuğunu. Tünellere giriş çıkışı, pencereden baktığınızda önünüzde uzanan uçsuz doğa manzarası, tabiatın değişik tonlarda bize sunduğu güzellikler, bakmaya doyamadığımız eşsiz manzaralar hala tazeliğini koruyor hafızamızda. Uzun yolculuklarda kompartımandaki masaya koyup yediğimiz yemekler, meyveler tadı damağımızda. İstanbul´a giderken kimi istasyonlarda yöresel yiyeceklerin satıldığını, oralardan alıp hemen yediğimizi hatırlıyorum. En çok da yine bu ara istasyonlarda çocukların ?gaste gaste, abi gaste var mı gazteeee´ diye bağırışlarını ve pencereden dışarıya bırakılan bir gazetenin peşinden koşan bir grup çocuğun önde gidip gazeteyi kaptıktan sonra yaşadığı sevinci unutamıyorum. İstanbul´a gelirken şehri denizle özdeşleştirdiğimizi, İzmit dolaylarında deniz görülür görülmez, İstanbul´a geldik diye sevinç çığlıkları atışımızı unutamıyorum. Denizin kokusunu içimize çeke çeke İstanbul´a Haydarpaşa garına varıncaya kadar pencereden ayrılamadığımızı unutabilir miyim..
GAR, ESKİŞEHİR
Çocukluğumun büyük bir kısmını geçirdiğim istasyon; Eskişehir garı. Çocukluğumuzun anıları, hatıraları burada peronlar arasında trenlere inip binişlerimiz, orada oynadığımız oyunlar, özellikle trenlere koşup oynadığımız saklambaç oyunu. Rahmetli annemin uyarıları, aman düşersiniz, koşmayın diye ikazları, Eskişehir´in serin akşamlarında rüzgarın hafif sesi eşliğindeki yürüyüşlerle istasyona gidip dönüşlerimiz..gar düğün salonundaki düğün telaşını uzaktan seyreden çocuklar olarak bahçede koşarak oyunlara dalışımız..Boş vagonların bulunduğu peronlarda saklambaç oynarken vagonların içine korku ile saklanmalarımız, iki vagon arasındaki boşlukta saklanırken vagonların aniden hareket etme ve bize çarpma riskinin verdiği korku ve heyecan ile karışık garip duygularla yaşamak. Geride bırakılan çocukluk günlerinden seçebildiğim net görüntüler arasında hala canlılığını koruyor. Çocukluğumuzun en güzel akşamlarını buradaki oyunlarla geçirdiğimizi hatırladıkça karlı havalarda istasyona gidip dönmenin güçlüğünü yaşarım yeniden. Kar tipi şeklinde yağıyor, yollar karla kaplı, araçlar güçlükle ilerliyor. Uzaktan hangi yönden geldiğini kestiremediğiniz bir kartopu ile neye uğradığımızın şaşkınlığı içinde sağa sola bakınmalar..Silkinerek yeniden yola devam ederken ayağımızdaki lastik ayakkabıların sık sık kayması ile düşe kalka yürümek..Fakat bundan asla şikayetçi olmamak ancak bizim gibi karı her zaman göremeyen ve yağdığında da çok fazla karla oynamalarına izin verilmeyen küçük çocukların yapacağı bir şeydi. Karın yağmasını en çok biz istiyorduk. Tahtadan özenle yapılmış kızaklarımız olmadı hiç ama eski bir naylonu kızak yaparak kaymak daha bir zevkli oluyordu. Kayarken altımızdaki naylonun sık sık bizi üstünden fırlatmak istercesine toplanıp kayganlığını yitirmesi üzerine yana devriliyor ya da sırt üstü düşüyorduk. Yeniden kalkıp kaymaya başladığımızda boynumuzdan sırtımızın içine karların girdiğini hissettiğimizde üşüdüğümüzü anlasak da yeniden toparlanıp naylondan yapılmış kızaklarımızla kaymaya devam ediyorduk. Eve döndüğümüzde üstümüzdeki kıyafetlerimiz tamamen ıslanmış bir biçimde gizlememize imkan vermeyecek kadar belirgindi ve annemiz bu yüzden bize kızıyor bir daha dışarı çıkmama cezası ile baş başa bırakıyordu. Üstümüzdeki ıslak giysileri bir çırpıda çıkarıp sobanın etrafına uygun yerlere yerleştirerek daha kısa sürede kurumalarını sağlıyordu. Yaz akşamları gibi olmasa da kış günleri de güzel vakitleri içinde barındırdığımız çocukluk hatıraları ile doluydu.
Bu düşüncelerle indiğimiz Eskişehir garında eskiye ait binaların yerlerinde durduğunu fakat garın arkaya doğru yayılarak genişlediğini, yer altı geçitleri ile peronlar arasında geçişin sağlandığını, yeni yapıların Yüksek Hızlı Tren istasyonu çevresinde toplandığını gördüm. Trenden inip alt geçitten geçerek eski büyük gar binasına girip burada yaşadığımız eski günleri, eski anıları tazelemek istedim. Babamın treninin gelmesini beklerken dışarısı çok soğuk olduğu için iç alandaki bekleme salonuna girip kalorifer peteğinin yanında kaç kez uyuyakaldığımı hatırlayamıyorum. Gecenin bir vakti uyanıp trenin çoktan geldiğini, bütün yolcuların gardan bile ayrılıp gittiklerini öğrendiğimde aceleyle yola koyulup eve gitmeye çalışıyordum. Yürürken de acaba evde babam nasıl karşılayacak gene mi bana inanmayacak, gelmedin, oyun tatlı geldi şimdi de sıcakta uyuyakalmışım diyorsun diye beni azarlayacak mıydı. Tabi yine aynısı oluyordu. Babam benim istasyona kendisini karşılamaya geldiğime inanmıyor, sinemaya gittiğimi düşünüyordu. Sert mizaçlıydı babam. Sadece kendi doğrularına inanır, kendi düşüncelerinin doğru olduğu yönünde ısrarcı olurdu. Onun bu tavrını bildiğimiz için çok fazla ısrar edemez, susmayı tercih ederdik.
Eskişehir´e geliş nedenimiz bir düğün daveti üzerine. Amcamın kızlarından Mukaddes´in kızı evleniyor, bu vesile ile buradayız. 3 yıl önce annemin vefatında yine buradaydık fakat, cenaze için gelen akrabalarla görüşme imkanı olmamıştı. Sadece başsağlığı dileyip gidiyorlardı. Şimdi düğün vesilesi ile akrabalar bir araya toplanınca daha çok görüşüp konuşma imkanı oldu. Bursa´dan halamlar da gelmiş, uzun zamandır görüşemediğimiz için hasret giderdik. Eski güzel günlerimizin içinde akrabaların, akrabalıkların ne kadar güzel bir yerde durduğunu şimdi daha iyi görebiliyor insan. Çocukluğumuzun güzel günleri içinde en çok bayramlar, sonra da düğün dernekler öne çıkıyordu. Bayramların en güzel yanı akrabalarımla görüşmemizdi. Bizim evde bayram demek her öğün yemekte yeni misafirlerin oluşu demekti. Bayram günlerinde öğlen ve akşam yemeklerinde mutlaka misafirler olurdu. Gelen misafirleri yemeğe kalmaları konusunda ikna etmeye zorlanmıyorduk çünkü hemen hepsi biliyordu artık bizim eve bayram ziyareti için bile gelseler mutlaka yemek yemeden gitmelerine izin verilmezdi. Uzaktan gelen misafirlerimiz de olurdu. Bursa´dan halamlar, annemin amcasının kızı her bayram gelirdi bize. Büyük olarak siz kaldınız, imkanımız oldukça sizi ziyaret etmeye gayret edeceğiz derlerdi. Küçük yaşıma rağmen gelen misafirlerin böyle iz bırakan konuşmalarını ilgiyle izliyordum. Bir de bugün geldiğimiz noktayı düşünüyorum şimdi. Daha doğrusu düşünmek istiyorum, değerlendirmeye çalışmak istiyorum bugün yaşadıklarımızı. Ne yazık ki pek iç acıcı şeyler söyleyemiyoruz bu noktada.
09.temmuz.2017.Pazar/ Yedi İklim bu ay geç basıldı. Bir çok derginin aynı şekilde geç basıldığını gördük. Ayın son günleri Ramazan bayramına rastladığı için dergiler ya bayramdan önce basılacaktı çok erken, ya da böyle bayramdan sonraya kalacaktı. Kitapçılarda dergileri arıyorum henüz dağıtılmamış.Temmuzu sordum gelmemiş. Türk Dili, Hece, Ay Vakti, Edebiyat Ortamı, Dergah,
İtibar, Bir Nokta onlar da henüz yok. O zaman bütün dergilerin bayram nedeniyle gecikmiş olabileceğini anlıyoruz. Temmuz dergisindeki gecikmede yönetimdeki değişikliğin de etkisi olabilir. Ali Emre geçtiğimiz günlerde bir not yazarak duyurdu bu yeni durumu. Sağlık nedenlerini ve yorgunluğunu dile getirerek, daha fazla sürdüremeyeceğini belirterek bırakıyorum, dedi. Gerçekten son zamanlarda Ali´nin ciddi anlamda sağlık sorunları oldu. Tez zamanda sağlığına kavuşup, yeni eserler üzerinde çalışabilmesini diliyoruz.
Yedi İklim´in temmuz sayısında Osman Bayraktar´ın yazdığı önsözde şöyle güzel bir cümle var: ?Her yerde bahar çoşkusu olsa da ölüm uğramış bir ev hüznün en koyusunu, kışın en soğuğunu yaşar. Bu anlarda insan çevresinden ne kadar çok destek görürse bu sarsıntıyı o kadar çabuk atlatır.´ Evet çok güzel bir söz bu gerçekten. Ölümün hanelerine uğradığı evlerde hüzün daha bir başka oluyor. Hele hele o bir evladın ölümü ise bu daha da zor oluyor. Her temmuz ayı bana yeniden hatırlatıyor bu hüznü. Kimi zaman neşeli vakitler içindeymişiz gibi görünsek de, bir kez evlat acısı ile sınanınca yürek, hüznün en koyusunu, kışın en soğuğunu yaşıyor. Bazen arkadaşlar uyarıyor, hayat devam ediyor, kızının ölümünü bu kadar hatırlamasan, onu unutmaya çalışsan, bu kadar hüzünlenmesen, diyorlar ama ne mümkün. Şeyma her gece uykularımın misafiri..
11.temmuz.2017.Salı/ Yine Eskişehir´e gidiyorum. İmam-Hatip 76 mezunları olarak bir toplantı tertip edilmiş, ilk kez katılacağım. 7 sene birlikte aynı sıraları paylaştığımız dönem arkadaşlarımızdan kimler gelecek bakalım, kimlerle görüşeceğiz. Okul bittikten sonra uzun bir süre görüşemedik bu arkadaşlarla. Herkes bir yerlere dağıldı, kimileri yüksek okul tahsili için değişik illere gitti, kimileri hemen camilerde göreve başladı, haberleşmemiz kesildi birden. Sonraları evlilik, iş hayatı hepimizi ayrı ayrı yerlere sürükledi. Asıl bizi hayatın kendisi savurdu. Hayatın güçlükleri, ekonomik sıkıntılar, ailevi sorunlar savurup attı hepimizi ayrı ayrı yerlere. Savrulduğumuz yerlerde ayakta durmaya çalıştık. Karşılaştığımız güçlükleri kendi adımlarımızla yavaş da olsa yenmeye çalıştık.
Odunpazarı.Buluşma sonrası/ Eskişehir İmam-Hatip mezunları dernek binasında toplandık arkadaşlarla. İlk kez bir araya geliniyor. Gerekli duyuru , çalışma yapılamamış maalesef. Mezun arkadaşlarla iletişim kurulamadığı için gelenlerin sayısı 15 kişi kadardı. Bizim sınıf arkadaşlarımızdan Ahmet Çepni, Mustafa Nazmi Bahçe, Rıdvan Çakır, Yunus Emre Güllü, Himmet Yanık, ben, diğer sınıflardan ise Bahattin Atak, Abdullah Bayram, Bahri ve Zülküf Sağdıç kardeşler ile dernek yöneticileri Mustafa Özkan ve İbrahim Atıcı vardı. Mustafa Özkan yeni başkan olmuş ve mezunları dönem dönem sırayla bir araya getirme çabası içersinde. Yeni başlattıkları bu çalışmayı yaz boyunca da sürdürme düşüncesindeler. Derneğin çalışmaları, karşılaştıkları sorunları anlattı, neden bir araya gelemiyoruz sorusuna cevap bulmaya çalıştı. Herkes bu konuda konuştu, düşüncelerini paylaştı. Biz de şunları söyledik: ?1976dan bu yana ilk kez arkadaşlarla bir araya geldiğimiz bu küçük çabayı önemsiyorum. Neden bir araya gelemediğimiz konusunda her birimizin ayrı ayrı mazeretleri olabilir. Bunları çözebilir ve bundan sonra bu toplantıları sağlıklı bir biçimde sürdürebiliriz. Bunun yanında benim asıl söylemek istediğim, gündeme getirmek istediğim başka bir konu var. Sizler de mutlaka şahit olmuşsunuzdur, bizim okuduğumuz o yıllardaki eğitim ile şimdiki eğitim arasında çok büyük fark var. Bizler İmam-Hatip müfredatı yanında genel lise programlarındaki dersleri de gördük, bilgi ve eğitim noktasında yeterli sayılabilecek bir düzeyde yetiştik. Bunun yanında özel ilgileri olan arkadaşlarımız okuma ve yazma çabaları noktasında kendilerine bir yol çizip ilerleme kaydedebildiler. Demek istediğim şu kısaca. Bizim dönemimizde okullar da bir kalite vardı. İmam-Hatipler takdir edilen, başarılı öğrenciler yetiştirdiği için beğenilen, aranılan okullardı. Sınavla öğrenci kabul eden, talebin çok yüksek olduğu okullardı. Şimdi geldiğimiz noktaya bakarsak, sayı olarak çok fazla İmam-Hatip var fakat eğitim ve öğretim maalesef çok düşük. Bu sadece imam hatipler için değil, diğer okullarımız için de geçerli. Genelde eğitimimizle ilgili sorunlar var ve bunları henüz aşabilmiş değiliz. Bu konu üzerine söylenecek çok şey var mutlaka. Kendi gözlemlerimizden çıkarak söylüyorum. İstanbul içinde olsun veya dışında Anadolu´nun başka illerinde olsun okullarda çeşitli vesilelerle öğrencilerle bir araya gelip söyleşiler yapıyoruz. Bu çerçevede onların eğitim düzeyini, becerilerini, başarılarını, ilgilerini test etme imkanı da buluyoruz. En önce söyleyebileceğimiz şey maalesef hiç okumuyorlar. Kültürümüzü, edebiyatımızı, sanatımızı öğrenme aşkı yok denecek kadar az. Gittiğimiz bazı okullarda bırakın öğrencileri, öğretmenler arasında bile hala Sezai Karakoç´un ismini duymamış olanlar var. Ne acı ki durum bu. Çağımızın yaşayan en büyük düşünürü ve şairi olan bir Sezai Karakoç´u tanımamış, okumamış öğretmenimiz öğrencilerine ne anlatabilir, nasıl faydalı olabilir. Burada asıl üzerinde durmamız gereken konu bu olmalı. İnsan yetiştiremiyoruz. En büyük eksiğimiz bu. İnsan yetiştirme noktasında çok alt seviyelerdeyiz. Donanımlı bireyler yetiştiremezsek o kişiler de ilerde başkalarına nasıl faydalı olacaklar. Öğrenciler öncelikle ahlaki tutum ve davranışlar konusunda eğitilmeli, sonra kültürümüzü, sanatımızı, medeniyetimizi tanımalı, tarihimizle yüzyüze gelebilmeliler. Bu nasıl olur. Onlara bu noktada eğitim verebilecek, onlara bu aşkı tattıracak idealist eğitimciler sayesinde olur. Biz gittiğimiz okullarda gerçekleştirdiğimiz söyleşilerde öğrencilere bunları anlatmaya çalışıyoruz. Öğrencilerin bu konunun farkına varmalarını sağlamaya çalışıyoruz. Kendimizi, kültürümüzü, tarihimizi, medeniyetimizi bilmemiz gerektiğini bunu başarmanın tek yolunun da okumakla olacağını anlatmaya çalışıyoruz. Eğitim noktasında şiddetle bir yenilenmeye ihtiyaç var. Gençlerimizi test ve sınav zulmünden kurtarmalıyız. Test ve sınavlarla yetişen bir nesil var önümüzde. Kendini kapana sıkışmış bir biçimde hissediyor gençler ve bu durumdan kurtaramıyorlar kendilerini. Böylesine sığ bir çerçeve içine hapsolmuş gençlikle geleceğimizi kuramayız. Geleceğe giden yolda ilerlerken, sağlam, donanımlı, güçlü, bilgili gençliği o sıkışmışlıktan kurtarabilmenin yollarını aramalıyız, bulmalıyız. Onların yeniden kendilerini tanımaları, bilmeleri gerektiğini hissettirmeliyiz. Kendi medeniyetini, düşüncelerini, ideallerini, tarihini, sanatını, edebiyatını bilen bir gençlik olarak yol almalarının önünü açmalıyız. Kaybolan gençlik, sadece kaybettiğimiz gençler değil, bizim geleceğimizdir.´