Sait Alioğlu'nun, Özgün İrade Dergisi 2020 Ekim(198.) Sayısında yayınlanan yazısı...
Cübbeli Ahmet hoca, bir televizyon kanalına verdiği mülakatta "Selefi dernekleri silahlanıyor" açıklamasında bulunmuştu.
Adı geçen şahıs, önce, bu derneklerin sayısını iki bin olarak zikretmişti. Daha sonra ise, teleffuz ettiği rakamını revize ederek, sayıyı yüz elliye kadar düşürmüştü.
Şahsın bu açıklaması, bazı sol çevrelerde makes bulmuş, şahsın beyanı doğrultusunda, bazı yayınlar yapılmıştı.
Akabinde, Ünlü'nün bu sözleri geniş yankı uyandırmıştı. Ki, suç duyurusu niteliğindeki bu sözlere İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı kayıtsız kalmamış; Başsavcılık, Cübbeli Ahmet Hoca'ya tebligat göndererek ifade vermeye davet edilmişti.
Ünlü, Başsavcılığın 'ifade' davetine binaen, konuya dair ifade vermek için Başsavcılığa gitmiş ve yine medyada yazılıp çizilene bakıldığında, önemli bir konu olduğundan dolayı, şahsın ifadesi tam üç saat sürmüştü.
Keza, Ünlü, Başsavcılık ifadesinde, 'silahlanan ve ayaklanma çıkaracak' denen Selefi derneklerle ilgili olarak, değil iki bin, değil daha sonra revize ettiği rakam açısından- yüz elli, bir dernek ismi dahi vermemişti. Meseleye biraz vurgu yapmak için "Türkiye'de, birçok Arap-Müslüman ülkesinde olduğu gibi, Selefi olarak tanımlanabilecek bir kitle var mı?" sorusunu kendimize soralım..
Alacağımız cevabın, mümkün mertebe doyurucu olmadığını da peşinen belirtelim. Zira öteden beri İslam'ın Sünni paradigmasına sahip, o ana damardan beslenen (Matüridilik-Eş'arilik; Hanefilik-Şafiilik) bu coğrafya insanının(Türk-Kürt vb.) bazı konularda kültürel yolla da olsa, birbirlerinden etkilenmelerine zıt bir oranda, salt Arap mantalitesinin etkisinde kalarak Selefileşmesi; ne dün, ne bugün ve ne de 'büyük bir ihtimalle' yarınlarda mümkün olacaktı. Buna, birde tasavvuf düşüncesini eklediğimizde; Anadolu coğrafyası; Kur'an, sünnet, Sünni paradigma ile at başı giden bir yolda, adına "Anadolu irfanı" denilen kendine özgü 'Müslüman' bir paradigmaya sahipti. Sahip olmaya da devam edecekti.
Bu manzara, Selçuklu ve Osmanlıdan ta seksenlere kadar böyleydi. Bu arada, din eğitiminin yasak olduğu yıllarda, bu alanda oluşan boşluğun doldurulması için; Suriye gibi birçok Arap ülkesinde kurulu bulunan ve Sünni paradigma çerçevesinde eğitim veren medreselere gidenlerin yanında; Ezher gibi, modern din eğitiminin verildiği eğitim camialarında, eğitim aldığı dönemde, oraların havasından etkilenip Selefileşen Türkiyeli Müslümanlar olmuştu.
O süreçte Selefileşenlerin büyük bölümünün, günümüzde yaygın olarak kullanılan ve belli çevreleri tanımlayan "cihadî Selefî" ya da "tekfirci Selefî"lerden olmayıp, işin kendi bağlamında seyreden kültürel çerçeveli bir Selefiliğe uygun düştüğü söylenebilirdi.
Keza, işin klasik, ya da modern anlamda ideolojik kulvarda değil de, 'anlama, algılama, tabi olma' çerçevesinde düşünüldüğünde, başta itikadi ve ameli bozukluklağa karşı; Kur'an, Sünnet ve selef-i salihin'in takip etiği yola girme ve o yolu sürdürme" şeklinde anladığımızda hiçbir mesele kalmayacaktı. Ki, böyle bir yol, bizzat izlenmesi ve terkedilmemesi gerek bir yoldu.
Zaten, Müslümanların tarihi boyunca, başta peygamberlerin olmak üzere, sahabe ve ıslah öncülerinin de yaptığı bu değil miydi?
Seksenden sonra, Selefiliğin, bu topraklarda, önceki kuşak Selefiliğinden farklı olarak yeni bir Selefilik şeklinde karşımıza çıktığını söyleyebilirdik.. Özellikle de, İran'da yapılan 'İslam devrimi'nin, zaman içerisinde giderek mezhebi karakter kazanması; Afganistan'ın, Irak'ın işgali; Suriye'de Sünni kitleye karşı verilen karşı savaş(mezhep olgusu üzerinden); Mısır'da süregelen diktatörlük karşısında var olan 'acziyet' ile körfez devletlerinin ekonomi alanında var olan durumu, artarak devam eden yoksulluk ve buna bağlı olarak "Müslüman 'Sünni' Arap" imajının, dışta ve içte irtifa kaydetmesi ve yine bunlara bağlı olarak kırılan ve incinen onur, ister, istemez Selefiliği davet etmişti.
Bakıyoruz; Afganistan'da ve Suriye'de savaşanlara komuta eden uluların marifetiyle Suudi parasıyla, kendi topraklarını savunan insanlar, Selefi itikad, düşünce ve eylem biçimini kabule zorlamışlardı.
Böyle bir olgunun, vakıanın izdüşümü de ister, istemez, bu toprakların yüz küsur yıldır çözülmeyen, çözülemeyen, hatta çözülmesi istenmeyen Kürt sorununun ağır baskısı altında kalan; dini ve ulusal mevcut ve 'yerleşik' anlayış ve paradigmanın çözüme katkı sunmamasının sonucu olarak, 'iki arada, bir derede' kalan Müslüman Kürt gençlerinin Selefilik macerası da, manzaranın bütünlüğü içerisinde kendine yer bulmaktaydı.
Arap İslam dünyasında var olan klasik(dini) ve modern paradigmalar ile Türkiye'de öteden beri var olan Sünni paradigma ile sözde çağdaş değerleri içeren modern paradigmaların ketumluğu, baskıcılığı ve sorunlar karşısın da yer alan çözümsüzlükleri var olduğu sürece, Arap ve Kürt gençleri, kendi mecralarını bulana kadar sıkıntı, sorun ve eziyet artarak devam edecekti.
Selefiliğin dışında ve belki de karşısında bulunan İslamcılık paradigması da; klasik ve modern paradigmaların baskıcılığına istinaden, o da şahıslar, gruplar ve toplum bağlamında aynı sıkıntı, eziyet ve sorunları yaşayacaktı. Bir farkla ki, İslamcılık kendini yenileyecek, geliştirecek, ama Selefilik, görünürde, insanların büyük bölümüne ulaşacak, toplumsallaşacak, ama yapısı gereği agresif oluşundan dolayı, o da sorun üreten devasa biryapıya dönüşecekti.
Yazımızın başında, "Türkiye'de iki bin civarında selefi dernek var" diyen Cübbeli Ahmed hocanın medyaya yansıyan sözlerini ve sarfettiği bu sözlere istinaden Başsavcılık tarafından, iddiasını ispatlamak üzere hakkında açılan soruşturmaya davet edildiğinden bahsetmiştik.
Buna binaen Ünlü, Başsavcılığa verdiği ifadesinde, 'silahlanan ve ayaklanma çıkaracak' denen Selefi derneklerle ilgili olarak, değil iki bin, değil yüz elli, bir dernek ismi dahi vermemişti.
Yani, kısacası hocamız, rakamları revize etme yoluna gitmiş; sayıyı iki binlerden, yüz ellilere düşürmüş, daha sonra ise, savcılıkta, adeta "karakolda doğru söyler, mahkemede şaşar..." misali, olsun, bir dernek isminden dahi bahsetmemişti.
Cübbeli hocanın bu yaptığına ne buyrulur bilinmez, ama bu işte bir şeyler vardı. O da; ya devlettin haberinin olmadığı, ama devletin içerisinde bulunan birilerinin, kendi gayretiyle yapmış olduğu-sonuçta yasal olamayan- bir istihbarat çalışması olup elde edilen bilginin Cübbeli Ahmet hoca gibi insanlara - o da eksiklik ve yanıltma da içerebilirdi- aktarılan bilgiler, ya da Cübbeli Ahmet hocanın, ortamı takip etme suretiyle kendine rakip gördüğü; kendi inanç alanını daralttığını düşündüğü; kendi mantalitesine ters olarak algıladığı yapıların devlet nezdinde tehlikeli olarak görülmesi ve bu yolla, devletin Cübbeli Ahmet hocaya dikkat çekip ona itibar etmesini temin etmekte olabilirdi. Bu ikisi de pek âlâ mümkündü.
Bu ikinci şık, öteden beri çeşitli çevrelerce, kendil yapılarının, düşünce kalıplarının devlet tarafından dikkate alınmasını, kabul görmesinı arzulayan, özellikle de,"devlet nezdinde" 15 Temmuz sonrasında FETÖ'den boşalan yerlerin, görevlerin 'bizzat' devletin lutfetmesi(!) sonucu kendilerine verilmesi isteği ağır basmaktaydı. Hatta, öyle ki böyle bir söylem, sözde 'İslamcı' olarak bilinen, ama maksat açısından bakıldığında ise, İslamcı olmadığı görünen 'bazı' yapıların politbüroları dahi talip olmuş ve taleplerini, çeşitli medya organlarında dile getirmişlerdi.
Hadi, bu istek, maksat açısından yanlışta olsa; bu isteğin, şu ya da bu şekilde 'kendini vazifeli addeden' bir İslamcı için makul görünse de, yapısı, düşüncesi ve hiçbir ıslah düşüncesine sıcak bakmadan taşıya geldiği kendi gelenekçi İslam anlayışının cumhuriyet değerleriyle uyuşmadığı ortada olan bir zevatın böyle bir istekte bulunması kendi bütünlüğü içerisinde mümkün ise de, modern devlet için pek mümkün, makul ve makbul olmayabilirdi.
Ama burası Türkiye'ydi, olmazı oldurmak pek ala mümkün olabilir deniliyorsa, o zaman ya devlet başa, ya kuzgun leşe halleri yaşanacak demekti.
Bu tür bir düşüncenin temelinde, var olan devleti ya baştan beri Müslüman olarak görmek, onun içinde Müslüman (Ehl-i Sünnet) bir kimlikle elde etmek -siz buna ele geçirmek de diyebilirsiniz- ya da devleti Müslüman olarak görmedikleri halde, onu, Sünnnilik saikyle Müslümanlaştırmak; bunda da en yetkili olarak kendilerini görme düşüncesi ağır basmaktaydı.
Elde etme, ele geçirme ve sızma...
Hangi yol, tarz ve formda olursa olsun; bu Müslümanlar, bırakın devleti, giderek çatallaşan toplumsal yapıya, farklılaşan toplumsal ilişkilere dair, kendi gelenekçi din anlayışlarından nasıl bir karşılık bulacaklardı. Eğer bulmuş olsa idiler, birçok dahili ve harici saikten dolayı, doğal olarak çökme aşamasına gelen, ve çöken Osmanlıyı elde tutmaları gerekirdi. Ama tutamadılar ki, modern paradigmalar, onların oldukça klasik ve giderek köhneleşen anlayışları, ölüm, kalım mücadelesi veren devleti kurtarmaya, ayakta tutmaya yetmemişti.
Buna rağmen, kızalım, bağıralım, çağıralım, ama modern paradigmalar üzerinden, yere düşen bir devlet(Türkiye), tekrardan ayağa kalkıp yerinde durmaya çalıştı, ama eski paradigmaları da iyisi ve kötüsü ile bir kenara iterek...
Yani anlayacağımız, AK Parti sürecinde gördüğümüz üzere, o da besbelli konjönktür gereği, sürekli olarak şiddetli bir şekilde eleştirdikleri modern anlayış üzerinden 'uzak durmaları' gereken devlet vasıtasıyla, kendilerine düşman olarak gördükleri, çoğu da Müslüman anlayış ve yapılara karşı devletin kapısını çalma düşüncesi, kimseye bir şey kazandırmayacaktı. Zira devlet, yapısı, yani ontolojisi gereği kendi varlığını koruyacak ve kendi paradigmasına göre hareket edecekti. Devlet, sonuçta ne cübbelileri, ne de bir başkasını dinler, onlara kulak kabartırdı.
Gerçi, maalesef Emevilerden bu yana -istisnai durumla hariç- Müslümanların tarihsel tecrübesinde sivil toplum olgusu pek yer etmemişti. Böyle olunca da, aklı eskiye giden, onda kalan 'eski kafa' Müslümanlarımız, mümkün mertebe devlete başvurmadan ayakta kalmayı akıl etmediği, akledemediği, hatta beceremediği için, halen klasik devletçi reflekslerle yaşamayı sürdürüyorlar.
Ama zaman ve zemin aynı zaman ve zemin değil; bilakis çağdaş, ultra zamanlar ve birbirinden görece de olsa, farklılaşan zeminlerdi. Burada en başta paradigma farkı öncelik ve önem kazanıyordu.
Biz Müslümanlar, ömrünün tam otuz yılını Fizan çöllerinde sürgünde geçiren ve af edildiğinde ise, istibdat devrinde, sultan 2. Abdülhamid tarafından kapatılan, ama yıllar sonra yayınlandığında ise, sadece birkaç gün yayınlanabilen Basiret gazetesinin sahibi 'Basiretçi' Ali Efendilere benziyorduk, birazda...
Zira aradan bir hayli zaman geçmiş, devir ve onunla birlikte anlayışlar ve kavrayışlarda değişmişti haliyle; ama gel de, bu durumu anlat, zevat-ı kirama..
Daha ne diyelim: "yel uçurdu, su götürdü" derlerdi Anadolu'da bu işe!
Son dönemlerde çeşitli medya organlarında tartışılan, yazılıp çizilen tarikat; yanlış tasavvuf anlayışı, sahte tarikat yapıları, sahte şeyhler, sapık şeyhler derken, ibre birden Cübbeli Ahmed hocanın Türkiye'de faaliyette bulunan selefi dernekleri ile ilgili iddiası gündeme oturdu.
Konu ile ilgili olarak, belirtmemiz gerekenleri, yukarıda dile getirmeye çalıştık.
Konunu birde, bir kısmı da İlahiyat fakülteleri bağlamında ele alınıp değerlendirilen başka boyutu vardı. Konu ile ilgi tartışmaların, çeşitli mecralarda, uzun bir süre daha devam edeceği öngörülebilirdi. Zira birçok kişi, bu tür Sfesifik konulardan besleniyordu: ekrana çıkartabilecek, ya da konuya dair sözleri, gazete manşetlerinde yer bulacak olan -bizim doğrucu Davutları- bulup buluşturmaya çalışan, çoğu da sol orijinli olan ve 'işi gereği' gerçeği öğrenme adı altında İslam düşmanlığı yapan laik/seküler zevatında katkılarıyla(!) uzun bir süre devam edecekti.
Konuya ilgi duyan sol zevatın ilgisi dışında, birde ilahiyat ortamında bulunan, uzmanlık alanı mezhepler vb. olan bazı akademisyenleri de, tv. ekranlarından, öteden beri olmak üzere, bu konuyla da bağlantılı olarak görmekteyiz.
Konu ile ilgili olarak, 25 Eylül 2020 günü akşam kuşağında Habertürk ekranında gazeteci Mehmet Akif Ersoy'un sunduğu programda, her ikisi de ilahiyatçı olan; Prof. Dr. Hilmi Demir ile Prof. Dr. Mehmet Ali Büyükkara'da, o programda bu konu ile ilgili görüşlerini dile getirmeye çalıştılar. Biz, programı, tv. ekranından değil de, aynı kanalın yayında olan radyosu üzerinden, son iki, üç bölümünü (radyodan)dinlemeye çalıştık.
Büyükkara, programda, Selefiliğin tarihi üzerinde durdu. Selefilik üzerine, içeriden kaleme alınmış olan birçok eserden ve içeriğinden bahsetti. Onlara yönelik yaklaşımlarını dile getirmeye çalıştı. Büyükkara konuyu dile getirirken, getiriliş tarzına istinaden, Hilmi Demir tarafından, kendi yaklaşımına karşı bir saldırı var düşüncesiyle, adı geçen konuk birkaç kez Büyükkara'ya itirazda bulundu, sitem etti ve kullanılan bazı ifadelerin gerçeği yansıtmadığı burgulandı. Bütyükkara, çoğu kişi tarafından, adeta "vurun abalıya" mantığı içerisinde Selefiliğe karşı düşmanca tavırlar sergilendiği, bunun yanlış bir yaklaşımdan kaynaklandığını, aksine Selefiliğin Diyanet tarafından, yayınlanmış bulunan kendi eserlerinde Sünnilik içerisinde sayıldığını belirtti. Zaten, Selefilik Sünnilik içerisinde bir mezhep olarak değil, bir tarz, yol olarak kabul görmüştü.
Teşeyyü ve Tesalüf...
Diğer konuk ise, Diyanet'in bu yaklaşımının yanlış olduğunun ısrarla altını çizmeye çalıştı. Demir, Selefiliğin, Diyanet tarafından bir nevi kabulü ile ilahiyat fakültelerinde öğrenciler arasında yer bulmasını; başta devlet ve toplum açısından tehlikeli bulduğunu belirtti. Demir, en büyük tehlikenin teşeyyü(şiilik) ve tesalüf(selefilik) olduğunun altını ısrarla çizdi. Bu konuda Diyanet'i özellikle Selefilik konusunda eleştirdi. Ki, hal böyle olsa dahi, Diyanet, bir kurum olarak olbjektif davranarak belli bir kısmı da Türk vatandaşı olan selefileri vb.''en azından' vatandaşı olması hasebiyle koruması gerekirdi. Ama bu yalın bir gerçek, millilik ve mezheplilik durumuna göz göre,göre kurban ediliyordu.
Konuşması içerisinde, din ve düşünce özgürlüğüne de yer verdiğini belirten, buna atıf yapan Demir'in, Selefiliğin başta ilahiyat öğrencileri olmak üzere Müslüman gençlik üzerinde var olan etkisini tehlikeli bulduğunu belirti. Hakkını yemeyelim, Demir, Selefilik ile ilgili olarak yapmış olduğu saha çalışmalarına, bizzat gidip derneklerde, konuya dair bilgisi bulunanlarla yüz yüze yapmış olduğu görüşmeler, masa başı oluşturulmuş bilgiler olmayıp sahaya dair ilk elden bilgilerdi.
Ama bu saha çalışması; ilahiyat fakültesi üzerinden, başta ilahiyat fakülteli olup kendine Selefiliği uygun gören öğrencilerle birlikte, yasal olarak faaliyette bulunan dernek mensubu insanların Selefilikle olan ilgisini ölçmek, onları raporlar halinde düzenlemek ve bunun üzerinden başta devletin güvenliği ile birlikte Matüridilik-Eş'arilik-Hanefilik-Şafiilik üzerinden Sünni ana damarı, dolayısıyla mevcudu koruma refleksine hız kazandırmaktı.
Modern dünyada dinin yeri ve konumu çokça tartışıldı ve tartışılmaya da devam edecekti. İşe bu bağlamdan yaklaştığımızda, Osmanlının ve toplumunun, içte var olan ve yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip bulunan kendi yanlışlarına koşut olarak, dışta var olan ve durmadan gelişen durumları izah edemediğinden dolayı bir yok oluşa evrilmesi sonucunda, din karşıtı olan modern paradigmalar ve durumlar; devleti yok oluşa sürüklediği gibi, dinin de bir değerler manzumesi olmaktan çıkmasına sebep olmuştu.
Devleti eskisinden farklılaştıran modern durumlar; günümüzde, kalbi İslam'a, ama maddi alanda da olsa, yüzü modern devlete dönük olan muhafazakar Müslümanların; klasik paradigmalardan olan Sünniliği; dolayısıyla türevlerini pek ciddiye aldığı söylenemezdi. O sadece, dini alt edemediği için, onu, örneği Bizans'ta ve onun da halefi sayılan Osmanlı'da olduğu üzere, onu kendi uhdesinde, ama belli bir alanda hakimiyeti altında tutuyordu.
Emevilerin ve Abbasilerin her şeyden önce 'yönetim ve ona uygun bir meşruiyetin ikamesi için, yakın örnek olduğundan dolayı Sasanici anlayışın yerine, Osmanlı Bizantinist bir yaklaşımı baz almış ve dini Bizans'ta olduğu üzere dini, devletin hakimiyetine sokmuştu.
Bu iki durumda da, Sünni paradigmanın bir hayli çabası söz konusu idi. Ki, Abbasiler döneminden başlamak üzere, kaleme alınan siyasetnane türü eeserlerde, dönemine göre Sasani, döneminde göre de Bizantinist bir dil, söylem ve mantık yürürlükte idi. Ör. İbni Mukaffa'nın "el edebu'l Kebir'i, Mâverdî’nin el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye’si...
Konumuza dönersek, kendi ifadesinden anlaşıldığı üzere Demir'in yapmış olduğu saha çalışması ile bu çalışmanın bir bütünlük içerisinde bir araya getirilme suretiyle çeşitli makamlara sunulması; sonuçta müntesipleri tarafından dine dayandırılan bir düşünce ve yaşam pratiğinin devletin baskısı altına alınma çabaları; Sünnilikten ve dinden ziyade ulus devleti korumaya yönelik devletçi çabalardı ve o şekilde de okunmayı gerektirirdi. Nitekim, Demir Selefilerin ulusal hiçbir şeyi kabul etmediklerini, bayrağı kutsal saymadıklarını ısrarla belirtmeye çalışıyordu. Yani, selefiler, şu ya da bu şekilde 'milli' değillerdi, dışarlıklı olup 'bizden' değildiler!
Demir'in ilahiyat fakültelerinde selefi öğrencilerin varlığından dolayı Sünni paradigmanın varlığının tehlikede olduğunu vurgulaması önemli idi. Ama bırakın Arap gençlerin Selefiliğe meyletmelerini; başta ilahiyat öğrencisi olmak üzere Kürt gençlerin Selefiliğe yönelmesi nasıl izah edilecekti?
Modern ulujs devletin yaklaşık yüz yıllık inkar politikası; o da konjönktür açısından, kırk, elli yıl önce Marksist olmalarına sebep olan inkarcı politikaların, bu kez, Marksist damar ile birlikte Kürt gençlerinin önemli bir kısmı Selefiliğe meyledip soluğu El*Kaide ve Deaş/(Işid) türü yapılarda arıyorlarsa; bunun sebebini o inkarcı modern politikalarda ve adeta yüzlerce yıldır yerinde saydığı üzere, üzerine 'olumlu anlamda' bir şeylerin ilave edilmediği; eskinin devamı olmaya çalışan Sünni paradigmayı da hesaba katmak gerekirdi. Ya, o paradigma kendimi yenileyerek var kılacak, insanına güven verecek, onu onure edecek, gönendirecek, ya da onun yerine yeni bir dil, söylem ve mantık ikame edilecekti. (Keza bu değişim ve farklılaşma Şiilik içinde geçerliydi)
Sonuçta, her dem yenilenme ve de eskimeyen üzerinden yenilenme vesselam...