Tarih: 15.01.2021 14:25

Güç Metafiziğinden Gücün Metafiziğine

Facebook Twitter Linked-in

Bağımsızlık savaşları akabinde çeşitli ülkelerde iktidara gelen ve duyarlılıkları kadar ideolojik bilinçleri de büyük ölçüde sıcak çatışma koşulları tarafından belirlenmiş olan bir öncüler kuşağının liderliğiyle, silahlanmaya, sanayileşmeye, kalkınmaya, inşaatçılığa, kısacası çeşitli açılardan güç devşirmeye verilen önem, kapitalizm karşısındaki hassasiyetleri bile bastırarak, gerekirse kapitalizmden de yararlanmaktan kaçınmayan bir fütuhatçılık biçiminde tezahür edecektir. Öyle ki, bu açılardan Nureddin Topçu, Cemil Meriç, İsmet Özel, Turgut Cansever, Aliya İzzetbegoviç gibi düşünürlerin teknolojiye ve medeniyetçiliğe[1] karşı eleştirileri bile, pek de dikkate alınmayacak ve hatta bu fikriyatın öneminin farkına bile varılmayacaktır.  Doğaya, topluma ve dünyaya karşı sürdürülen bu fütuhatçı mantık ise, her üç alanda da ciddi sıkışmalar ve sorunlar ortaya çıkaracak ve giderek adalet, istişare, tevazu, paylaşımcılık gibi değerlerden; toplumsal barış, yaşanabilir şehirler ve sürdürülebilir kalkınma gibi temel şiarlardan bile uzaklaşmalara yol açacaktır.

Bu tür duyarsızlıklar ve dikkatsizlikler, orta yolcu bir tutumu, toplumun özgürleştirilmesini ve adaleti amaçlayan bir siyaset idealini ikincilleştirdiği için, hiyerarşik bir otokrasiyi, yani iktidarın paylaşılması yerine tek elde ve bir merkezde toplanılmasını her şeyin önüne geçirecektir. Çünkü yerel veya küresel egemenlere karşı uzun süren bir mücadele sürecinde edinilen ve güç kazanmayı her şeyin önüne koyan bir kitle bilinci, bir kez iktidar yakalanınca, öncelikle bu tatmini yaşamayı, dahası her aşamasıyla elde tutmayı, üzerinde çok da düşünülmeyen bir vecibe haline getirmiştir. Hatta İslamcı bakiyenin önemli bir kesimi bile bu tavrı kendisi açısından, üstelik de salt bir güç kazanımı üzerinden meşrulaştırabilecektir. Göklere yükselen minareler kadar gökdelenler de, işte bu tatminin birer zafer işaretidir. Ama bu tatmin, maalesef, geride insanca ve Müslümanca bir hayatı imkânsızlaştıran betonlaşmış ve gettolaşmış (sitelerdeki hayatlara özelleştirilmiş mutena bir İslamîlik anlamında) şehirlerden ve de birbirine karşı duyarlılıkları kadar, hak ve adalet arayışı arzularını da yitirmiş cemaatlerden başka bir şey bırakmayacaktır.

Yönelinmesi gereken hangisidir: Nasıl ve niçin tartışmalarına girilmeksizin iktidara ve güç metafiziğine teslim olmuş bir akıl mı; yoksa madunların seslenişinde dillendirilen ve bunları yankılayan tanrısal bir sesleniş mi? Yeri geldiğinde küresel egemenlerle işbirliğine gidebilen, gücün metafiziğine bağımlı bir egemenlik stratejisi mi; yoksa arzu dolu umudu, mahrumların sessizliğine gömülmüş bekleyişi, adalete bulanmış eşitlikçiliği, kadınların kamusallığa açılmış yüzünü, sömürgeciliğin karşısında başkalarını da saflarına bekleyen evrensel direnişi, mazlumların çığlıklarına karışan sözcükleri, bütünsel bir bakışa ulaşmak için dillendirilememiş adanışı… esas alan, ihanete uğramışların sitemkâr kırgınlıklarını duy(ur)abilecek yürekler ve bunları kavrayarak savunabilecek bir düşünsel yetkinlik ve siyasal duyarlılık mı?

Yalnızca Kutub, Şeriati, İkbal, Malik bin Nebi, Fazlur Rahman, Meriç, Topçu…’nun düşünceleriyle beslenmiş bir kuşağın sınırlılıkları günümüzün çıkmazlarının aşılmasına yetmediyse, bunda bizim de kendi okuma sınırlılıklarımızın, Doğunun yanında eksilttiğimiz Batılı seslenişleri duymamamızın da bir etkisi yok mu? Bunlar, bir ölçüde de dönemsel şartların baskısıyla milliyetçi, sağcılığa ve kapitalizme ya-t-kın, Doğucu bir söylemin açtığı patikaların ulaştırdığı çıkmazlar… Emeği, özgürleşmeyi, felsefeyi, eleştirelliği, estetiği ve farklılıkları eksiltmiş bir düşünme ve mücadele biçiminin kısıtlılıkları, ister istemez dünyayı kavramamızı da kısıtlamakta.

Dolayısıyla tek gözünü kapamış bir bakışın darlığından, duyarlılığından sanatı ve felsefeyi eksiltmiş bir okuma biçiminin kısıtlılığından ve kendisini baskıcı, güç metafiziğine bağımlamış bir otoriterlikle sınırlamış ve ötekine karşı körleşmiş olan içe kapanmacı bir siyasal eğilimi İslam adına tescilleyerek tarihsel tekrarların ezberinden çıkamayan bir sığlıktan kurtuluş için, şura, adalet ve toplumculuğa dayanan bir insanî oluşu, tanrısal seslenişin cesaretiyle tüm insanlığı kucaklayacak bir eminliğin iklimine ulaştırmak, kendimizle birlikte insanlığı da kurtuluşa ulaştırmanın yegâne koşulu.

Özgürleşmeci ya da kurtuluşçu bir dinî söylem, öncelikle buna uygun bir okuma sürecinden geçmelidir. O zaman ise Kuran ve hadis okuması kadar tarihin okuması da ister istemez daha farklı, biçimsellikten kurtulabilmiş bir okuma olacaktır. Zira imanın ve teslimiyetin olduğu kadar okumanın ve anlamanın da farklı katmanları vardır. İttifakların ve selametlerin, ubudiyetin ve velayetin, cehaletin ve zaaflara yenik düşmenin de. Bütün bu okumalar, oluşturacağı eylemlerle bireyi ve toplumu farklı yerlere taşıyacaktır. Pratiklerin gerçekleşmediği yerde ise okumalar da anlamına ve amacına kavuşmamış demektir. Tüm bunlarla birlikte tefekkürümüzün selameti için çapraz okumalar da yapılmalı, hatta sözgelimi İbn Haldun Marx’la, Foucault Seyyid Kutub’la, Aliya Kant’la, İbn Arabi Hegel’le,  İkbal Bergson’la, Şeriati Sartre’la, Humeyni Gandi ile birlikte okunabilmelidir.

Devamı >>>




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —