“Foucault ve Derrida, Aklın Öteki Yüzü” adlı kitabında Roy Boyne, Foucault’nun suçun ve hapishanenin (cezalandırmanın) tarihine dair analizlerinden söz ederken ve onun tezlerinden yola çıkarak, modernleşme döneminde iktidarların suçun ve suçluluğun geleneksel tanımını değiştirerek, adi suçlara karşı daha müsamahakâr olan ama asıl hedeflerine siyasal suçları koyan bir anlayışa yöneldiklerini belirtmekte. Buna göre terörize edilen siyasal suçlar (suç örgütleri) sistemin savunulmasına araçsallaştırılırken, adi suçlular ise iktidarların kullanımına açık aparatlar haline getirilmektedir. Cezalandırma yöntemleri ise, iktidar tekniklerinin dönüşümüne paralel olarak bir yandan suça ve suçluluğa karşı mücadele içerisindeyken, öte yandan ise bu süreci yöneten iktidarların meşruiyetini ve tahkimini sağlayan araçlara dönüş(türül)mektedir. Foucault’ya göre modern cezalandırma sistemi, günümüzde adi suçlar olarak bilinen suçların takibi ve bu tip suçluların cezalandırılmasından ziyade, siyasal suç örgütlerinin ihdası ve kullanımından hareketle, toplumun düzenlenmesinde başarılı bir taktik olarak uygulanmaktadır.
“Foucault suçluluğun devam ettirilmesine yönelik arzu ile onu tamamen ortadan kaldırmaya yönelik arzunun nasıl olup da çakışabildiğini sorgular… Bu tür bir varsayımın Fransa’da on sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren ortaya çıkmış olan süreçlerle, özellikle de suçun muhalif siyasal güçlerle ilişkilendirilmeye başlanmış olmasından ötürü belli bir ağırlığı vardır. Kapitalist düzenin doğuşu son derece acımasız yönetim biçimlerinin ortaya çıkmaya başlamasına da neden olmuştu. Suç işlemek düzene yönelik bir protestoydu. Siyasetten arındırılması gerekiyordu. Bunu gerçekleştirebilmenin yollarından biri, alt sınıflarda suç ya da kabahat işlemeye yönelik bir eğilim bulmaktan geçiyordu. Burjuvazi tarafından işlenen suçlara, toplumsal düzene yönelik bir tehdit içermedikleri için genellikle hoşgörü gösterilmekteydi. Suçluluğun tanımlanması, alt sınıfların yasadışı eylemlerinin siyasal düzen için ‘zararsız’ hale getirilmesi konusunda başarılı oldu. Ayrıca bu ‘zararsız’ suçluluğu yeniden üretmek için ortada daha önemli nedenler de vardı ve bu nedenler, sınırlı bir suçlu nüfusunun burjuvazinin fahişelik, silah ticareti, içki yasağının delinmesi, kumar ve uyuşturucu ticareti gibi marjinal etkinliklerden kâr elde ediyor olmasıyla ilgiliydi. Üstelik gözetim altında tutulan bir suçlu nüfusu, aynı zamanda el altında bir muhbirler ağı, polise itaat etmek zorunda olmalarından ötürü toplumsal gözetleme görevine soyunmak zorundan bırakılan bir ispiyoncular ordusu da yaratmaktaydı. Foucault’nun ifadesiyle, ‘polisin gözetiminin nesnelerinden biri olan suçluluk, aynı zamanda bu gözetimin ayrıcalıklı aletlerinden biridir… Polis gücünün ve suçun iktidar ile kurduğu suç ortaklığının gündelik melodramı kısa süre içinde başlayacaktı’.”[1]
Fransa’nın 19. yüzyılından bahseden bu satırlar, günümüz Türkiye’sini, daha doğrusu yüz yıllık Türkiye tarihini ne kadar da anımsatmakta. İktidar olmanın yeni biçimi, doğrudan suçlulukla bağlantılı olması kadar, suçun tanımının ve mahiyetinin siyasallaştırılmasıyla da, giderek “adi suçlar”ı suç olmaktan çıkarmakta. Öyle ki günümüz Türkiye’sinde de darp, yaralama, gasp, dolandırıcılık, rüşvet, yolsuzluk gibi suçluluklar artık neredeyse cezalandırılmazken (ve hatta suç bile sayılmazken) ya da bu tür suçlular en azından tutuksuz yargılanırken, siyasal açıdan suçlanan kişiler, henüz ortada ciddi bir karine yokken bile, hem de oldukça uzun bir süre (yedi yıla kadar), tutuklu olarak yargılanmakta ve dolayısıyla da hiç suçu olmasa bile cezalandırılmaktalar.
Bu yöntem, iktidarların hegemonya ve rıza oluşturma çabalarında artık zor bir uğraş olarak addedilen toplumsal adaleti tesis etmeyi birincil amaç olarak gözetmek yerine, toplumsalı ve hatta siyasal alanı değiştirmede ve iktidarlarını tahkim etmede baskı altına alma ve cezalandırma süreçlerini bir araç olarak kullanmaya başladıklarını göstermektedir. Adi suçlularla ve suç örgütleriyle işbirliği, bu örgütlerin kirli ilişkilerinden iktidarın çıkarı açısından yararlanmanın yanı sıra, sektörleş(tiril)en bu iştigal alanlarından elde edilen gelirler de, iktidarın kayıt dışı ilişkilerinde kullanılmaktadır. Toplumsal dikkat ise bir beka sorunu olarak addedilen ve esasında ihdas edilmiş siyasal suç (terör) örgütlerine yöneltilerek, adalet anlayışı kadar siyaset de bu düşmanlaştırılmış ötekiler üzerinden inşa edilmektedir.
Bu bakış açısı değişikliğiyle önemli hale gelmiş olan ise, topluma veya dünyaya egemen olma iddiasındaki bir iktidarın (küresel kapitalizmin iktidarının ve/veya onun bölgesel işbirlikçilerinin iktidarlarının) varlığını sürdürebilmesinin koşullarını ancak bu yolla oluşturulabilmesidir. Çünkü bu tip iktidarlar ya halk desteğinden (toplumsal rızadan) yoksun oldukları için bu eksikliği ancak suç örgütleri veya küresel güçlerle işbirliği ile ikame etmekte; ya da aşırı iddialara sahip oldukları ve bunu gerçekleştirmekte zorlandıkları için bu yollara başvurmaktadırlar. Yani iktidarını veya iddialarını sürdürebilmek için, yerel veya küresel, gerçek veya muhayyel terör örgütlerinin varlığının (elbette kötücüllüğünün) sağladığı bir tartışılamazlık atmosferinin söylemsel veya eylemsel şiddetine muhtaçtırlar. Kendilerine hegemonik bir destek sağlama yanında, sahici bir muhalefetin imkânını da yok etmeye matuf bu tutum, bunu sağlamak için “alt sınıflar”dan bir suç örgütü, yani “sahte” bir muhalefet (eğilim) bulur. El Kaide ve IŞİD’in küresel ölçekte ABD operasyonlarını ne denli meşrulaştırdığı ortada. Beri yandan Türkiye siyasetini dizayn açısından da, özellikle uydurma bir terör örgütü (28 Şubatçıların icat ettikleri Selam-Tevhid örgütü veya Fetullahçıların icat ettikleri Ergenekon örgütü gibi) ihdas edilir veya artık kullanışlılığını yitiren ve çizgiden çık(arıl)an bir toplumsal eğilim (Fetullahçılık gibi) siyasal bir suç örgütü (FETÖ) haline getirilir. Böylece hem artık bir yük olmaya başlayan bir iktidar ortağından kurtulunur, hem de toplumsal dikkatin üzerinde yoğunlaştırılacağı bir düşman icat edilmiş olunur.
Bu tip suç örgütlerinin ihdas edilmesiyle birlikte, küresel bir İslamî muhalefetin imkânı kadar, Türkiye’de de, cemaatlerin muhalif bir dinî ve/veya siyasi aktivitelerinin imkânı da berhava edilmiş bulunmaktadır. Hatta bırakın siyasetle iştigali, adaleti savunma hakları bile ellerinden alınmış durumdadır. Bu örgütler ise, belli stratejilerle biçimlendirilmiş olsalar da, büsbütün muhayyel ya da sahte de değildirler. Sahte veya muhayyel olan, örgüte atfedilen niteliklerin abartısı ya da bu örgütlerin iktidar odaklarınca biçimlendirilmişliğidir. (İzmir suikastında, Menemen’de, Şeyh Said isyanında, 6-7 Eylül olaylarında, “Hizbullah”da veya küresel ölçekte El Kaide veya IŞİD’de olduğu gibi.)
Öyle ki, ihdas edilen “terör örgütleri”nin sahte (kripto) muhalefetine veya suçlarına dayandırılarak oluşturulan iktidar söylemleri, sahici muhalefetlerin gelişmesini de engellediği gibi, bu örgütlere karşı üretilen söylemleri benimsemenin icbarı (ya da inandırıcılığı), sahici bir siyasal bilinç geliştirmekten giderek uzaklaşan sahte bilinçlerin otomatizmini de yaratarak, iktidara bu söylemler yoluyla bağlanmış kitleler oluşturulur. Bu durumda ise adalet kavramı bile giderek iktidarların ideolojik söylemleri tarafından asimile edilerek, ancak “biz” ve “onlar”[2] denkleminin içerisinde anlam kazanabilen bir egemenlik tezinin savunu aracı haline gelir. Hem bu öyle bir söylemdir ki, bunun “ideolojik” bir değerinin olup olmadığı bile tartışılabilir. (Çünkü ideolojik bir söylemin de pozitif bir değeri olabilir.)
Açıkçası, bu durumda üretilen söylemler, gerçeklikleri bir yana, ideolojik bir değerden bile yoksundur. İdeolojik veya siyasal söylemleri ikame eden ise hiçbir kanıtlayıcı delile ihtiyaç duyulmayan ve bu açılardan sorgulanamayan komplo teorileridir. Tartışılan veya riayet edilen ise sadece bu (kurgulanmış, üretilmiş, ele geçirilmiş, kullanışlı ve araçsal bir hale getirilmiş…) “örgüt”ler üzerinden yürütülen iktidar söylemlerinden ibarettir. Dolayısıyla bu koşullar içerisinde sürdürülen adli işlemler, adaletten ziyade siyasi süreçlerin bir parçasıdır. İşin kötü tarafı ise, adalet mekanizmaları kadar mantığının da bu süreçler tarafından ele geçirilmesi nedeniyle sahici adalet arayışlarının akim kalması ve dolayısıyla da mülkün (siyasetin) temeli olduğu yaftasının altında, adaletin bir türlü gerçekleştirilemeyişidir.
İttihatçıların da 1908 darbesiyle birlikte hem iktidarlarını pekiştirmek, hem de ülkeyi yeniden biçimlendirmek için başvurdukları bu yöntem, daha sonra Kemalist sistem tarafından da kullanılmıştır. Ama yüz yıllık tarihine rağmen sistemin bir türlü oturtulamaması, temel sorunların çözülememesi ve istikrarın sağlanamaması nedeniyle, son günlerde de açığa çıktığı gibi, suç örgütleriyle oluşturulan bu tür kirli ilişkiler hâlâ sürdürülmektedir. Son sıralarda gündemde olan Yalıkavak Marina’da verilen fotoğraf, bir bakıma bunun resmidir. Bu gibi yerlerden elde edilen “kara para”lar ise, iktidarların kirli işlerinin aklanmasında da kullanılmaktadır.
Ancak sürdürülmeye çalışılan bu iktidarlaşma biçimi, kullanılan yöntemlerin kirliliği nedeniyle uzun zaman gizli tutulamamakta, bu da siyasal krizlere yol açmaktadır. Gerçi Türkiye’deki siyasal bölünmüşlüğün doğası, iktidar yanlılarını bu tür kirliliklerin etkisiyle desteklerinden kolay kolay vazgeçiremediğinden ve ikame komplo teorileriyle her türlü ideolojik saldırıyla baş edilebildiğinden, siyasal krizler daha çok rastlantısal kazaların ortaya döktüğü beklenmedik olaylarla ortaya çıkabilmektedir. Mesela 1996 yılında Susurluk’ta meydana gelen bir kaza, suç örgütü, bürokrasi ve siyaset ilişkilerini ortaya döken bir sarsıntı yaratsa da, bu sorunla ne devlet, ne siyaset ne de yargı olarak hesaplaşılabilinmiş ve yargılama süreci de hâlâ bitirilememiştir.
Burada rol alan suç örgütü liderliği ise, “mahallenin namusunu” savunan, bir yönüyle serkeş, öbür yönüyle ise “hayırsever” kabadayı imgesinden (mesela Köroğlu veya Robin Hood) hareketle toplumsal akılda olumlu bir yere de sahiptir. Oradan hareketle bir tür meşrulaştırma yoluyla bu “büyük suçlu” imgesi, zaman zaman bir türlü gerçekleştirilemeyen adaleti tesise bile çağrılabilir. “Devletin ideolojik aygıtları”nca sürdürülen özneleştirme süreci de, insandaki (tanrısal) çağrılmaya açıklıktan kaptığı rolle, itaatkârlaştırılmış bir toplumu inşaya da araçlaştırılabilir. Hatta Foucault’nun dikkat çektiği bir politik aktör olarak “büyük suçlu” imgesinde dahi bu iz’in, seslenene icabet eden nebi tarafından üstlenilen tanrısal çağırmanın yarattığı dehşetin ve/veya bu dehşete yol açan bir şiddetin (karizmanın/ihtişamın) izinin etkileri de vardır. Olumlu ya da olumsuz da olsa kendisini meşru/olağan durumun dışarısına çıkaran bu suçluluk imgesi, kahramanca bir edaya bürünerek veya doğrudan kahramanlaşarak, etrafına etkileyici bir büyü de yayar. Öyle ki zalim, belalı ama kimileyin de kurtarıcı bir figürdür bu.
Olağan yollarla sistemin işleyişinin sağlanamamasının ve dolayısıyla bir türlü baş edilemeyen siyasal krizlerin ana etkeni ise, bu olağanlıkla yetin(ile)meyen iktidarlaşma ya da refaha dair bir türlü yatış(tırıl)amayan arzulardır. Daha doğrusu bir yandan iktidar mutlaklaştırılmaya çalışılırken, öte yandan ise toplum, iktidar çevrelerine araçsallaştırılmak ve tâbileştirilmek için bu tür arzularla ayartılır. Sözgelimi modern konutlar, lüks araçlar, yazlıklar, AVM’lere ve lüks otellere sıkıştırılmış yaşama biçimleri, pahalı aygıtlar, maddi konfor ve bu konfora örneklik eden iktidar çevrelerinin ihtişamı yoluyla sahicilikten yoksun bir cazibe yaratılarak toplumun dikkati ve arzusu da buna yöneltilir. AKP örnekliğinde ise artık sadece ideolojik bir aparat olarak istihdam edilen dindarlıkla şatafatın çelişkisinin izalesi için “güç metafiziği”ne dayalı bir ideolojik sanrı oluşturulur. İçeride ve dışarıdaki şer cepheleriyle mücadele söylemi üzerine bina edilen bu sanrının gerçeklikten koparılması ise, bu mücadelenin sürdürülmesini sağlayan açık ve kapalı stratejilerin aşkınlığıyla sağlanır.
Dolayısıyla daha en başından memleketin gerçekliğine ve buna uygun bir tevazuya, halk desteğine, toplumsal barışa ve uygun ölçeklerdeki bir kalkınmanın olumluluğuna dayandırılabilecek olan bir iktidar mücadelesi ve siyasal strateji, giderek olumluluğundan uzaklaştırılarak, muhayyel şer cepheleriyle mücadele adına, gerçekte bu stratejinin ürettiği şer cepheleriyle çatışmaya sokulur. Özünde ise bu, hiç de zorunlu olmayan bir uluslararası gövde gösterisine ve yine hiç de zorunlu olmayan bir iktidar arzusunun bekasına; bu bekanın sağlanması için de halkın emeğinden ve gerçek anlamdaki refahından çalınan imkânların suç örgütleri ve kirli ilişkilerle hebasına dayanır.
Merkezinde insanın (egemenin) Allah’ın halifesi (temsilcisi) olması anlayışının (iktidarın kutsanmasının) bulunduğu ve yanal kavramlarla pekiştirilen bu güç metafiziği, özellikle yirminci yüzyılın ortalarında belirginleşen bir ideolojik söylem (paradigma) haline gelecektir. İdeolojiden de öte Hakikatin temsilini iddia eden bu iktidar merkezli güç metafiziği, çoğu İslamî hareketin ve aydının belki de üzerinde pek de düşünmeksizin teslim olduğu bir cazibeye de sahiptir. Birçoğunun aksine Aliya’nın ulaştığı “iktidar” ise, onun uzun yıllar içerisinde oluşturduğu kavramsal ağın merkezinde yer almaz. Oysa bu haliyle beklenmedik bir savaş kazanılmış ve iktidar da kaybedilmemiştir. İktidarın zehirleyici etkisinin farkında olan Aliya, ne düşünsel ne de uygulama açısından, bu güç metafiziğinin hayatı belirleyici bir esas haline getirilmesine izin vermemiştir. Bunun, yani iktidarın baştan çıkarıcı etkisini önlemek için en doğru yol ise sınırlandırılması; yani şura sisteminin veya benzeri bir model olarak demokrasinin[3] (gücün ve iktidarın paylaşılması ve yönetimin toplumsal katılıma dayandırılması) ve adalete dayanan bir yasallığın, dolayısıyla da bunu pekiştiren güçler ayrılığının uygulanmasıdır.
Türkiye’de ise iktidara yakınlaştıkça sağcılaşan Millî Görüş hareketinin zihinsel ve siyasal koşullarını oluşturan “güç metafiziği”, İslamcılığın da üzerinde çok da düşünmediği saptırıcı bir etken oluşturmuştur. Bu haliyle yine de iktidara gelmesine müsaade edilmeyen Millî Görüş (Refah Partisi) hareketi, devletin içerisine çöreklenmiş “zinde güçler” eliyle biçimlendirilerek, AKP’nin iktidarlaşması sağlanmıştır. Sosyal sermayeye yatırım biçimlerinden kaynaklanan toplumsal ve siyasal gelişmelerdeki eşitsizlikler ve kısıtlılıklar, bu iktidarı oluşturan düzenekleri “demokratik” (toplumcu ve çoğulcu) bir mantıktan uzaklaştırdığı için, iktidarlaşma sürecinde farklı toplumsal kesimlerin olumluluklarıyla işbirliğine gitmek yerine, güç odakları (Fetullahçılık ve benzeri suç örgütleri) ve çıkar çevreleriyle (beşli çete denen müteahhitler, küresel şirketler) iş tutma tarzı (kolaycılığı) yeğlenilmiştir.