Metin Karabaşoğlu yazdı;
Türkiye’nin en batısında, Ege denizine en fazla kırk kilometre mesafede bir ilçe olan Tire’de 1960’ların ortasında doğup büyümüş biri olarak, Kürt kelimesini ilk duyduğumda kaç yaşındaydım, tam bilmiyorum. Altı, yedi, en fazla sekiz… Doğup büyüdüğüm çevrede ilk kez iki farklı sebeple bu kelimenin kullanıldığına şahit olmuştum ve her ikisinde olumsuz bir çağrışımın amaçlandığını o yaşımda anlayabiliyordum.
İlki, Doğudan ve Güneydoğudan yaşadığımız diyara göçlerle ilgiliydi. O gün, şimdi anlatacağım detayıyla kavradığımı söyleyemem, ama mevsimlik tarım işçiliği ile başlayan bir göç dalgası olduğunu biliyordum. 1970’lerin başı… Yaşadığım ilçenin bağlı olduğu İzmir, o tarihlerin yüksek ekonomik büyüme sürecinde artan ve gelişen fabrikaları için işçi arıyordu ve bu durum bulunduğumuz ilçedeki düzenli ve ‘sigortalı’ iş arayan özellikle yeni evli ve bekâr genç nüfus için İzmir’i bir umut şehri haline getirmişti. Ama bu durum, o tarihlerde üzerinde ziraat yapılmayan neredeyse tek bir boş tarla bulunmayan ve geniş bir kısmına pamuk ekilen Küçük Menderes ovasında insan gücü açığı oluşturuyordu. Tire’dekiler bir fabrikada iş bularak veya bulmak ümidiyle İzmir’e giderken, onların gidişiyle tarımda oluşan boşluk Doğu ve Güneydoğudan gelen mevsimlik tarım işçileriyle kapatılıyordu.
Tarla kenarlarında, sazlarla oluşturulan ve yağmur yağdığında naylonlarla örtülen ‘çardak’ dediğimiz çabuk yapılır çabuk bozulur barınaklara yerleşen mevsimlik tarım işçileri, yedisinden yetmişine tarlada çalışıyor; Ege’nin kırk dereceyi aşan yaz sıcağında zorlu pamuk çapasını yapıyor, ardından Eylül ayıyla birlikte pamuk toplamaya başlıyorlardı.
Yaklaşık dört ya da beş ay ovada geçirilen bu zamandan sonra evine dönen bu işçi ailelerin bir kısmı, çok değil bir-iki sene içinde, geri dönmeyip Tire’ye yerleşmeyi seçmişlerdi ama. Yani, artık yılın dört veya beş ayında tarlalarda görülen kişiler değillerdi artık. Tire’nin ‘yerli’sinin yılın on iki ayı gördüğü ve beraber yaşadığı yan komşusu, karşı komşusu olmaya başlamışlardı. Elbette, imkânlar o kadarına müsaade ettiği için şehrin daha yamaçtaki, ulaşımı daha zor ve nisbeten daha eski evlerini ‘yerli’sine göre daha pahalı bir fiyattan kiralamak suretiyle… Ve elbette, geldikleri yerden getirdikleri görenekleri, giyim tarzları, aile düzenleri ve de kendi aralarında iletişimi en kolay şekilde sağladıkları anadilleri ile… İşte o süreçle birlikte, ‘Kürt’ kelimesini gündelik hayatta, özellikle de her yelpazeden üyeleri ile ailelerin biraraya geldiği düğün ve bayram ziyaretlerinde sıklıkla duymaya başlamıştım. Şehre kabul edilmemesi gereken birer ‘yabancı unsur’ olarak, ciddi bir ötekileştirme ve küçümseme ile söz ediliyordu Kürtlerden. Tekil olumsuz örnekler üzerinden, ‘hepsi’ne dair yargılar geliştirerek, bu olumsuz tutum tahkim edilmek isteniyordu sonra: “Filan mahallede filan tanıdıkların sokağına bir Kürt aile taşınmış, onların bir çocuğu şöyle bir yaramazlık yapmış, yani Kürtler çok kötü, onları aramıza almamak lazım, bizim Tirelilerde iş yok, duydunuz mu komşu ilçe Ödemiş’e sokmamışlar Kürtleri, kovmuşlar onları, biz neden kovamıyoruz?”
Bu söylemi hararetle üretip yayanlar olduğu gibi, buna itiraz geliştirenler de yok değildi gerçi. Ama onlar, azınlıkta kalan yahut sesi az çıkan taraftılar.
O çocuk yaşta, sıklıkla duymaya başladığım bu söyleme bir anlam verebilmiş değildim. Mahallemizden, işçi olarak Almanya’ya gitmiş birkaç aile vardı. Ayrıca, anneannemin ailesi imparatorluk dağılıp ulus-devletler oluşurken bir tarafı Yunanistan’a bir tarafı Bulgaristan’a kalmış Nevrokop’tan göç edip Tire’ye yerleşmişti. Onlarla aynı kaderi paylaşan ve artık Langazalı, Tikveşli, Istırlı, Karaferyeli, Giritli diye anılan birçok aile vardı mahallemizde ve komşu mahallelerde. Hem ailenin bir tarafının ‘muhacir’liği üzerinden kurduğum empati, hem mahallemizden Almanya’ya veya İzmir’e gidenler için sorun olarak görülmeyen bir yer değiştirmenin Urfa’dan, Diyarbakır’dan, Ağrı’dan Tire’ye gelenler için sorun olarak görülmesi, daha o yaşta çelişkili ve haksız bir tutum olarak gözükmüştü bana.
O gün böyle adlandırdığımı söyleyemem; ama aslında ırkçı bir tutumdu sözkonusu olan. Yaşanan yeni göçleri sorun olarak görenler, ürettikleri söyleme bakılırsa, şehrin yeni sakinlerini sırf ‘Kürt oldukları için’ Tire’de istemiyorlardı. Irkçılığın her zaman yanlı tartan terazisini, ilk kez burada tanımıştım. Bu söylemi üretenler, Almanya’ya veya İzmir’e yerleşen Tireli bir Türk için meşru gördüğü şeyi, Urfalı yahut Ağrılı bir Kürt için hak olarak görmüyordu.
Çocukluğumun o yaşlarında sıklıkla duyduğum bu vurgulu ‘Kürtler’ ve ‘Kürt’ kelimesinin tınısı kulağımdan hiç silinmedi. Çocuk yaşımda isyan etmiştim bu öteleyici ve ötekileştirici, dahası düşük ve küçük gören söyleme. O günden beri de, bu kelimeyi bu tonda ve bu vurguyla kullanan insanlara karşı içimde hep bir mesafe; bu ton ve vurguyla ötelenenlere karşı ise bir yakınlık hissettim.
Kürt kelimesiyle, aklımın da vicdanımın da kabullenmediği bir kullanım dolayısıyla tanıştığım bu süreçte, peşisıra, kelimenin bir başka sebeple ve yine olumsuz şekilde istimal olunuşuna şahitlik edecektim. Geniş ailemizin o çocuk halimle duruşunu ve ahlâkını en çok takdir ettiğim erkek üyesi, henüz bekâr olan üç teyzemin büyüğü olan dördüncü teyzemin eşiydi ve mahallemizde ‘Nurcu’ olarak bilinen ve anılan bir marangozdu. Muhitimizde, onun çapraz komşusu dahil, yine aynı sıfatla anılan ve hepsi şahit olduğum ortalama davranış kalıplarının biraz dışında bir tutuma sahip başkaca kişiler de vardı. Hepsi işinde gücünde, namazında niyazında insanlardı. Kimse onlardan bir kötülük görmüş değildi. Herkesin kendilerinden güzel muamele ve hayır gördüğü insanlardı. Ama geniş ailemizin tembelliğiyle ve kendi sorumluluğunu başkalarına yıkmakla maruf bir üyesi başta olmak üzere bazı erkekleri, bu durumdan hazzetmiyorlardı. Bayram, düğün ve başkaca sebeplerle aileler biraraya geldiğinde, belki kendileri için sorumluluklarını hatırlatan bir ayna görevi gördükleri için onları muhakkak dillerine dolar ve bir cümleyi ısrarla ve tekrarlayarak söylerlerdi: “Bir Kürdün peşine takılmış gidiyorlar!”
Bu da çocuk aklımın almadığı bir cümleydi. Adam çalışkan, adam insaniyetli, adamın kırıcı sözü yok, adam herkesin iyilik gördüğü biri; eleştiren adamda olmayan iyi özellikleri var. Ama onu kötü görmeniz, eleştiren adamı beğenmeniz isteniyor. Çünkü adam ‘bir Kürdün peşinden gidiyor’muş! İyi bir insan iyi şeyler yazmışsa ve onun yazdıklarını okuyan içinde yaşadığı çevrede bariz şekilde farkedilen iyi insan özellikleri kazanıyorsa, ‘Kürt’lük üzerinden bu nasıl bir kötüleme ve tahkirin sebebi olabiliyordu ki?
Elbette, tek bir sebeple. Türkü genetik olarak üstün görüp, Kürde mâduniyet atfeden bir zihniyetle. Yani, ırkçılıkla… Sözümona ‘milli bilinç’le bunu yapanlar, öte yandan ‘yerli bilinç’le Balkanlardan göç ederek gelmiş Türklere de ‘muhacir’lik -mümkün mertebe heceleri kısaltan ve harfleri azaltan Ege ağzıyla konuşursak, ‘mâcır’lık- üzerinden tepeden bakıyorlardı ayrıca.
Allah’ın arzında bir diyarı, sırf kendisi orada doğup büyüdüğü için merkeze koyup, başka diyarlardan gelenlere bu sebeple bir mâduniyet atfetmek, yani düşüklük ve düşkünlük izafe edip aşağılamak, küçük görmek… Kendisi Türk olarak doğduğu için, doğuştan kendisinde bir hak ve üstünlük vehmedip, başka ırktan olanları, özellikle de Kürtleri kötülemek ve tahkir etmek… Milli eğitim müfredatıyla zerkedilmek isteneni bir kenara koyarsak; bizzat hayatın içinde milliyetçiliğin en kaba hali olarak ırkçılıkla karşılaşmam, işte bu iki zemin üzerinden vuku buldu.
Bu çocukluk duyarlılığı, bir numaralı hedef öznesi onlar olsa bile bu ırkçı tutumun hedefinin yalnızca Kürtler olmadığını da farketmemi sağlamıştı. Kürtleri sevmeyenler, Arapları da sevmiyorlardı meselâ. Ve birine karşı olumsuz bir kanaatleri varsa, bunu ‘Yunan tohumu, sütü bozuk, kanı bozuk, Yahudi bozması, Çingene’ gibi kelimeler üzerinden ifade ediyorlardı.
Çocuk yaşımda aklımın almadığı, vicdanımın da anlayamadığı bu duruma binaen, sonraki hayatımda da ırkçılığın kokusunu taşıyan tutum ve söylemlere karşı bir gerilim ve teyakkuz halini hep yaşadım. İnsan olmak asıl meseleydi ve her coğrafyadan ve her etnisiteden iyi insanlar da, kötü insanlar da vardı. Doğduğu yer ve ait olduğu etnik köken üzerinden kimse iyi veya kötü olmuyordu.
(Bu arada, kaderin bir cilvesi olsa gerek, iyi bir insan olarak yaşamak üzere hayatıma bir anlam ve yol arayışı içine girdiğim gençlik yıllarımın başında, ben de ‘bir Kürdün peşinden gitmeye’ karar verecektim. Çevremdeki insanlar içinde belki en iyisi olan kişiyi bu kadar etkilemiş ve dönüştürmüşse, ben de onu tanımalı ve eserini okumalıyım diye onbeş yaşında verdiğim karar, Bediüzzaman Said Nursî’yi ve eseri Risale-i Nur’u hayat yolculuğumda mürşid edinmem sonucunu getirmişti.)