Gorbaçov’un ağustos ayı sonunda ölümü eski defterleri yeniden açmak için yeni bir vesile oldu. Aslında Gorbaçov’dan bir hafta önce de, o dönemin bir bürokratı, kısa süre KGB’nin başkanlığını yapmış olan Vadim V. Bakatin vefat etti. Batı dünyasının ‘liberal siyasetçi’ (New York Times, 23 Ağustos 2022) diye tanımladığı Bakatin, Putin Rusyası’nın Sovyetler Birliği’ni Batı dünyasına ‘peşkeş çekmek’le suçladığı isimlerden biriydi. Başkan olduğunda, Sovyetler’in elçiliği nasıl dinlediğine dair 70 sayfalık bir belgeyi ABD büyükelçisine teslim etmişti. KGB içinde, içlerinde Putin’in de olduğu bir grubun görevinin bitmesinde rol almıştı. Bakatin resmî görevi sona erdikten sonra, Sovyetler Birliği’nin ekonomik kaynaklarının talan edilmesi sürecinde bir yatırım şirketinin danışmanlığını yaptı. Batı dünyası bu dönemin talancılarını ‘liberal siyasetçi’ olarak tanımladığı sürece, Putincilik güçlenecek ve maalesef liberalizm ve demokrasi kavramları itibar kaybedecek. Ölümünün ardından, neden Batı’nın kahraman olarak gördüğü bir liderin, “kendi ülkesinde onu olumlu olarak hatırlayanı bulmanın zor olduğu”( Serge Schmemann, ‘Gorbachev freed the Soviet Union but could not save it’, New York Times, 2 Eylül 2022) tartışılmaya devam edecek.
Doğrusu, Soğuk Savaş’ın üzerinden otuz yıl geçtikten sonra, Batı dünyasında da Gorbaçov üzerine yazılanlar, artık onu ‘demokrasi kahramanı’ndan ziyade iyi niyetli ama sonuç alamayan bir siyasetçi olarak tanımlıyor. Hatta bazıları, iyi niyetli ve samimi ama kibarcası biraz saf demeye getiriyor. Küresel elitin dergisi Monocle’da çıkan bir yazıda doğrudan salak (‘klutz’) diyen bile oldu (Ottmar Liebert, 1 Eylül 2022).
Gorbaçov biyografisi yazarı William Taubman lafı biraz daha dolandırmış, şöyle diyor: “İkinci Dünya Savaşı sonrası hızlı şehirleşme ve yaygın eğitim çerçevesinde yetişmiş diğer köylü çocukları gibi sadece iyimser değildi, tarihçi Vladislav Zubok’un dediği gibi, kültürel söyleme dair naif bir inanca da sahipti.” (Gorbachev His Life and Time, Simon&Schuster, 2017, 689) Taubman böylece sekiz yüz sayfalık kitapta anlattıklarına rağmen Gorbaçov’u ‘ileri görüşlü bir lider’ olarak tanımlamasına masum bir gerekçe bulmuş oluyor. Financial Times’da Tony Barber ise, sonuçta Gorbaçov ‘başarısız oldu, ama bu saygıdeğer bir başarısızlıktı” (‘honarable failure’) şeklinde bir hüsnü tabir kullanıyor. (3-4 Eylül 2022)
Sonuçta, tüm imalara rağmen, Batı basını Gorbaçov’u güzellemeler ile uğurlarken, Putin’in onun barışçıl mirasını nasıl mahvettiğine işaret ediliyor. Sovyetler Birliği’nin matah bir düzen olmadığı tartışma götürmez, ancak bu durum Gorbaçov’un gerçekleştirdiği iddia edilen ‘barışçıl dönüşüm’ün maliyetlerinden söz etmenin halen tabu olmaya devam etmesini gerektirmiyor. Burnunun ucunu görmekten aciz açılım siyasetlerinin sonucu, Rusya’da ve eski Sovyet cumhuriyetlerinde kaos, talan, yoksulluk, mafya düzeni, Balkanlar’da savaş ve sonuçta yeni otoriter rejimlerin yükselmesi oldu. Avrupa Birliği’ne dahil olmak dolayısıyla daha az zayiatla kurtulan Polonya ve Macaristan gibi Doğu Avrupa’daki eski Demir Perde ülkeleri bile otokratlar tarafından yönetiliyor. En önemlisi, tüm Batı dünyasının ‘yeni şeytan’ olarak gördüğü Putin’in de bu kaos ortamından yükseldiği unutuluyor.
Tony Wood’un bu konuyu deşen kitabına (Money, Power and the Myths of New Cold War Russia Without Putin, Verso, 2020) daha önce dikkat çekmiştim. Kuramsal bir yanı yok ama meraklısına bir kitap daha tavsiye edeyim. Söz konusu süreci, ‘Moskova Kumarhanesi, Kapitalizmin En Vahşi Sınırlarında Bir Açgözlülük ve Macera Masalı’ (Casino Moscow A Tale of Greed and Adventure on Capitalism’s Wildest Frontier, Simon&Schuster, 2002) başlığı altında yazan Matthew Brzezinski, ‘barışçı dönüşüm’ün ortaya çıkardığı ortamı bir gazeteci gözüyle anlatıyor.
Ukrayna savaşıyla yeni bir ‘Soğuk Savaş’ın başlangıcından söz edilen bu günlerde, Soğuk Savaş’ın bitiş sürecine yeniden göz atmakta fayda var. Gerçi aslında soğuk değil, sıcak savaş ihtimalinden söz edenler de var, ve sonuçta Ukrayna’da yaşanan sıcak bir savaş durumu. Ancak Soğuk Savaş denen dönem de dünyanın pek çok yerinde iç veya dış sıcak çatışmalar ile geçmişti. Diğer taraftan, ‘90’lı yılların başlarında Soğuk Savaş’ın bitişi adına çizilen pembe tabloya da yakından bakıldığında, pembe sisleri dağıtacak pek çok sıcak çatışmayı hatırlamak gerek. Bu sürecin daha başlarında, Ortadoğu’da Irak’ın Kuveyt’i işgali ve ardından Irak’a ABD askerî müdahalesi geldi. Yugoslavya’nın çözülüş süreci kanlı bir iç savaşa ve yine dış askerî müdahaleye yol açtı. 11 Eylül 2001’den sonra barışçıl çözümler fikri tamamen rafa kalktı. Afganistan’da yaşanan iç savaş süreci nihayetinde yine ABD öncülüğündeki askerî müdahale ile sonuçlandı. Hemen ardından Irak işgali geldi. ‘Karanlık kıta’ Afrika’da yaşananlar ise zaten insanlık tarihinin bir parçası olarak görülmediği için, neredeyse kayda bile geçmedi. En önemlisi, Soğuk Savaş’ı bitiren barışçıl sürecin, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ikincisini kışkırtan etkenlerden biri olan Versay Barış Antlaşması’na ne kadar benzediği göz ardı edildi. Oysa Putin Rusyası bu izlekte siyaset üretiyor, NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesini, özellikle iç kamuoyunda bu çerçevede meşrulaştırıyor.
SSCB lideri Mihail Gorbaçov, dönemin ABD başkanı Ronald Reagan ile. 7 Aralık 1988.
Gorbaçov’un başlattığı süreç sonrası, aslında Soğuk Savaş’ın kaldığı yerden devam ettiği bile söylenebilir. Batı dünyası açısından, bu sürecin hakkıyla sorgulanmak yerine, bu denli cilalanmasının en önemli nedeni Sovyetler’in çözülüşünün ardından, özellikle Avrupa’daki Sovyet cumhuriyetleri ve Doğu Avrupa ülkelerinin büyük ölçüde Batı ittifakına dahil olması ile sonuçlanması idi. Diğer taraftan, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü neo-liberalizm için iyi bir reklam oluşturuyordu. Serbest piyasa ekonomisi ‘tarihin galibi’ ilan edildi. İlginç olan, tarihçi John Foot’un dediği gibi; “Soğuk Savaş sonunda komünizm tamamen yok olmasına rağmen, anti-komünizm’in yaşamaya devam etmesi idi” (The Archipelago Italy Since 1945, Bloomsbury, 2018, 298). Foot bunu ‘90’lı yıllarda İtalyan siyaseti için söylemişti, ancak Sovyetler Birliği’nin çözülüşü üzerine yazılıp çizilenlerin çoğu, anti-komünizm perspektifine sahipti. Bunlardan biri İngiliz muhafazakâr David Pryce-Jones’un, Gorbaçov dönemine dair yazdığı kitaptı (The War That Never Was The Fall of the Soviet Empire 1985-1991, Phonix Press, 1996) Kitabına komünizmin insan doğasına aykırı olduğu iddiası ile başlayan yazara göre, komünizmin yayıldığı her yere verdiği zarar o kadar büyüktü ki, mesela “Komünizm olmasaydı, Orta Asya’nın Müslümanları, tıpkı Ortadoğu’daki gibi seküler ulus-devlet modelini benimseyebilirdi”. (s. 137)
Robert Service’in, Jones’dan otuz sene sonra, bu sürece dair yazdığı kitap (The End of the Cold War 1985-1991, Macmillan, 2015) tabii bu denli ideolojik bir bagaja sahip değil. Yazarların görüş farkı bir yana, bu zaman zarfı içinde Gorbaçov dönemine dair daha ihtiyatlı bir dil kullanılmaya başlandı. Service’in daha ziyade dönemin kişileri üzerinden kurduğu anlatımda, Gorbaçov’un Batılı siyasetçileri bile şaşırtan, hatta kuşkuya düşüren ‘hesapsızlığı’nı izlemek mümkün. Bugün yaşananları daha iyi kavramak açısından Soğuk Savaş’ın bitiş sürecini yeniden gözden geçirmeyi önerirken, bir yandan da artık konunun iki yanlı bir propaganda savaşının kurbanı olduğunu teslim etmek gerekiyor. Bir yandan Putin’in Büyük Rusya propaganda söylemine karşın, diğer cephede Stalin/Putin benzetmeleri ve ‘Sovyet İmparatorluğu’ gibi tarihsel göndermeler, anti-komünizmin hâlâ yaşadığını göstermese de, Soğuk Savaş söylemlerinin hâlâ canlı olduğunu gösteriyor.
Son olarak, Putin’in otokratik rejimine karşı çıkanların, Gorbaçov’un da Sovyetler Birliği’nin kaderini değiştiren kararları otokratik bir yönetim şekli çerçevesinde mümkün olan bir siyasi güç üzerinden yaptığını, dolayısı ile söz konusu sürecin demokratik meşruiyetten yoksun olduğunu göz ardı etmeleri de, olsa olsa siyasi hesaplar ile açıklanabilir.
Kaynak: farklı Bakış