Televizyonları izliyorsanız cumhurbaşkanlığı sisteminin tartışıldığı programlarda karşınıza hep aynı cümlenin çıkmasını kanıksamış olabilirsiniz. Katılımcıların çoğunluğu (bazen kendilerini ‘muhalefet’ olarak adlandıranlar bile) şu anki sistemin kötülüğünü anlattıktan sonra bu eleştirilerini muhtemel ‘kötü’ bir başkanın gelme ihtimaline karşı söylediklerini öne sürüyorlar. Diğer deyişle Erdoğan’ı genelde eleştirenler bile cumhurbaşkanlığı sistemini yerden yere vururken akıllarında Erdoğan’ın olmadığını, ama ondan sonra gelebilecek kişinin yetersiz kalabileceğini vurguluyorlar.
Buradan anladığımıza göre Erdoğan herkes için ‘dirayetli’ bir cumhurbaşkanı ve bizim ihtiyacımız da bu… Sistem kötü ama şu anda bu dirayet sayesinde işliyor. Öte yandan endişe içindeyiz: ‘Ya kötüsü gelirse?’ Yani ya dirayetsiz bir cumhurbaşkanına sahip olursak?
Dirayetten anladığımız ise ne istediğini bilen ve onu yaptırtma becerisi olan biri. Kısacası devletin tepesinde tereddüt ve muğlaklık istemiyoruz. Baştaki kişinin kendinden emin olmasını ve sistemin tümüne egemen olmasını arzuluyoruz, çünkü bu bizi rahatlatıyor… İşlerin belirli bir ‘akıl’ çerçevesinde tutarlı şekilde yürüdüğü duygusunu veriyor.
Şimdi bir an için durup cumhurbaşkanlığı sistemini düşünelim… Tek bir kişiyi, cumhurbaşkanını, her konuda yetkili hale getiren, bakanlar kurulunu pratikte ortadan kaldırarak bakanları sekreter işlevine indirgeyen bir yönetim yapısı. Yüksek yargıdan kamu kuruluşlarına ve üniversite rektörlerine kadar tüm atamaların o tek kişi tarafından yapıldığı, bu kişinin aynı zamanda parti başkanı olması nedeniyle parlamento grubunu ve muhtemelen parlamento çoğunluğunu kendi istekleri doğrultusunda yönlendirdiği, enformel kanalların formel bilgi ve görev akışının yerine geçtiği, baştaki kişinin keyfi tercih ve kararlarının devlet tasarrufu haline geldiği ve bütün bunların denetime konu olmadığı bir sistem…
Cumhurbaşkanlığı konumundan yansıyan gücün ‘doğal olarak’ yargı sisteminin gündelik pratiği üzerinde baskı oluşturduğu, sivil toplumu ve üniversiteleri kadük ettiği, medyayı hükümetin propaganda aracı haline getirdiği bir sistem…
Eğer sisteminiz bu ise nasıl birinin cumhurbaşkanı olmasını isterdiniz? Böylesine keyfiliğe ve suistimale açık olmasına karşın yasal denetim güvencesinin bulunmadığı bir yönetim yapısında, özellikle sağduyulu ve ‘kendini bilen’ bir cumhurbaşkanına sahip olmayı arzu etmeniz lazım. Çünkü sistemin şirazesinden çıkmasını engelleyebilecek tek unsur baştaki kişinin feraseti.
Dolayısıyla kendi bilgisinden kuşku duyup onu sınama ihtiyacı içinde olan, çevresine her alanın en iyilerini liyakat ölçütüne göre seçip yerleştiren, olabildiğince yatay ve katılımcı karar mekanizmaları üreten, gücün verebileceği megalomaninin cazibesinden uzak durabilen, kendisini eleştirecek danışmanlar kullanacak kadar açık fikirli ve cesur, ülke yönetimine ilişkin alanlarda asgari temel bilgiye sahip ve de kısaca ifade etmek gerekirse, kullandığı büyük yetkiyi taşıyabilecek olgunlukta birini isterdiniz…
Cumhurbaşkanlığı sistemini değiştiremiyorsanız, hiç olmazsa yukarıdaki gibi bir insanın cumhurbaşkanlığı koltuğunda olmasını yeğlemeniz lazım.
Ama ortada garip bir durum var. Bugün ülkenin tepesinde kendi eksiklerini bilmeyen, bilmediği konuları bildiğini sanan, vasat ve altı kalitede kişilerle çalışmayı tercih eden, kendisine biat etmeyen kişilerin bilgisine önem aftetmeyen, eleştiri duymaktan hoşlanmayan, parlamento ve yargıyı kendi tercihleri doğrultusunda araçsallaştıran, yüksek öğrenimi, iş dünyasını, sivil toplum ve medyayı baskı ve tehditlerle kişiliksizleştiren, dış politikada çatışmacılığı teşvik eden, keyfiliği bir yönetim normu haline getiren bir cumhurbaşkanı bulunuyor ve insanlar onun bu sisteme çok ‘uygun’ olduğunu düşünüyorlar. Saha çalışmalarında da halkımızın halen neredeyse yarısı Erdoğan’ı cumhurbaşkanı olarak beğendiğini söylüyor…
Oysa açıkça anlaşılabileceği üzere böyle bir cumhurbaşkanlığı sisteminde Erdoğan kadar ‘uygun olmayan’, sıkıntı yaratacak, ülkeyi akıl dışı noktalara taşıma ihtimali olan başka bir cumhurbaşkanı hayal etmek zor. ‘Ya kötüsü gelirse’ diye bir endişeden söz ediliyor, ama kötüsü zaten işte böyle bir şey…
O halde meselenin Erdoğan olmadığını, bizlerin zihniyetimizden ötürü ‘keyfiliği’ beğendiğimizi görmemiz lazım. Dirayet diye bahsettiğimiz şey aslında insanlara söz geçirme ve onlara rehberlik ve liderlik etme kapasitesi. Sağduyusu olmayan bir dirayet… Hepimizin gönlüne bir Sultan ihtiyacı yerleşmiş. Bir gün biri gelecek, yapılması gerekenleri fıtraten bilecek ve büyük bir irade ile (peşinden bizleri de sürükleyerek) ülkeyi nurlu ufuklara taşıyacak…
Keyfiliğe karşı olmadığımız gibi, keyfiliğin önünün kesilmesini bir olumsuzluk olarak değerlendirebiliyoruz. ‘Adamı engelliyorlar, yoksa ne büyük işler yapacak’ diyoruz. ‘Madem doğru adamı bulduk bırakalım keyfiliği sonuna kadar kullansın’ istiyoruz.
Oysa aklımız tersini söylüyor. Keyfiliğe dayanan bir düzenin ancak bu keyfiliğin farkında olup onu sınırlayan bir liderlikle akılcı sonuçlar üreteceğinin farkındayız. Ne var ki bu tutumumuz ‘bilinç’ gerektiriyor. Oysa zihniyetimiz bilinçdışından besleniyor ve derin istek ve endişelerimize yaslanıyor.
Halk olarak kendi dirayetsizliğimizden o denli ürküyoruz ki, dirayetli birinin başa geçip ‘gerekeni’ kendi bildiği gibi yapmasına razıyız. İşin acıklı yanı bu işin doğru yapılıp yapılmamasıyla da ilgili değiliz. Çoğunlukla sanıldığı gibi otoriter zihniyete değil, ataerkil zihniyete yakın duruyoruz. Yapılan işi bir (ideolojik veya değil) doğru ile mukayese etmektense, onu doğru kabul edip yola devam etmekten yanayız. Nitekim bir süre sonra baştaki kişi tam tersini yaptığında da rahatsız olmayıp yeni doğruyu ‘kendiliğinden’, hiçbir baskıya gerek olmadan, kendi arzumuzla benimseyebiliyoruz.
Bize cazip gelen, heyecanlandıran şey liderin insanları sürükleme gücü. Tek bir işaretle milyonları oradan oraya sevk edebilme yeteneği. O nedenle örneğin cumhurbaşkanlığını oluşturan kurallara saygı göstermiyor ama kişinin kendisine bağlılık sunuyoruz.
Keyfilik bizi biz yapan ortamın has özelliği… Sadece tepemizdekine layık gördüğümüz bir özellik değil. Kendimiz de olabildiğince keyfiliği tatmak, keyfiliği hissetmek istiyoruz. Belki de ancak bu şekilde ‘değerli’ olduğumuz duygusuna varabiliyoruz…