Devrimden geriye kalan
Devrimin üzerinden yıllar geçti; bir devrimin devrim olmaktan çıkacağı kadar uzun yıllar.
Nitekim İran’da yürürlükte olan sistemin bir devrim olduğunu söylemek de artık pek mümkün değil.
Bu imkansızlık, sadece aradan geçen yıllarla ve olaylarla da ilgili değil. Kendi çağının çok üstünde olan bir devrimin, toplumsal bir altüst oluşun etkileri, cari dünya ile, bu dünyanın gerçekleriyle uyuşmazlığı nedeniyle, bir süre sonra mevcut durumun direnciyle karşılanarak olağanlaştırılır ya da eksiltilir.
Muhammedî Devrim kadar, Fransız burjuva, Rus Marxist ve İran İslam Devrimleri de, neredeyse 20-30 yıl, yani devrimci kuşağın ömrü kadar bir süre fiiliyata geçirildikten sonra, artlarında devrimci bir yankılanma bırakarak, tezahür ettikleri çağın gerçekliği tarafından bastırılmış ve devrimci sürecin yerel gerçekliğe benzeştirilmesi ve “reel-politiğe” eklemlenmesi ile sonuçlanmışlardır.
Devrimin çocuklarını yemesi, aslında budur: Devrimci sürecin kıyılarında mevzilenen karşıdevrimci oluşumların, bu olağanüstü, yani hayatın olağanlığını altüst eden zuhuru ehlileştirerek hayatın olağanlığına katma çabası.
Ve her şey, eskisi gibi sahnede yeniden yerini alırken, geride devrimci sürecin bir çığlık gibi düşlerimizde yankılanan, düşüncelerimiz kadar hayallerimizin de beslendiği bir anı kalır.
İran İslam Devrimi'nden eksilen ise sadece Şeriati değildir. Talegani ve Muntazeri’yle birlikte süregiden bu eksilmeler, gerçekte “devrim”in kendi tahayyüllerini gerçekleştirmedeki yetersizliğinin de belirtileridir.
Daha doğrusu devrim, Şah’a karşı muhafazakar tepkinin ittifak içerisine girdiği devrimci hareketlerle birlikte gerçekleştirilen; ama akabinde giderek muhafazakar kesimlerin iktidarı ele geçirdiği bir yol haritası izler.
Doğaldır bu durum: Zira devrimciler romantik iken, muhafazakarlar gerçekçidir.
Zaten aynı süreçler Hindistan’da, Mısır’da, Türkiye’de ve benzeri birçok başka ülkede de yaşanmıştır.
Dolayısıyla bir devrim, daha gerçekleşirken, Alain Badiou’nun Lacan’dan alarak felsefesine yerleştirdiği bir terimle, “hepsi-değil”dir.
Yani daha gerçekleşirken, fikriyattan fiiliyata geçerken, Badiou’nun deyimiyle bir “olay” haline gelirken, eklentilerinden, özgünlüğünden, ideallerinden pek çoğunu bu fiilileşmeye, görünürleşmeye, tecessüme kurban eder.
Ali Şeriati’nin fikirleri de, devrimin gerçekleştirilmesinde çok önemli etkileri olsa ve tüm karşıtlarına rağmen İmam Humeyni tarafından sonuna değin arkasında durulsa da, gerek devrimin büsbütün gerçekleştirilemezliği ve gerekse devrim sonrasındaki bir sıradanlaşma ve geleneğe avdetin etkisiyle, önemli ölçüde bu “devrim olayı”nın dışında kalmıştır.
Tıpkı Şeriati’nin daha solunda kalan aydınlar ve örgütlerin ve Humeyni’nin devrimci çizgisinin daha sağında kalan mollaların, yani klasik Şii öğretisinin de bu “olay”ın dışında kalması gibi.
Fotoğraf: IFDI
Ama günümüze kalan o devrimin tortularından ziyade devrimin nabzının attığı asıl mecra, artık sadece Şeriati’nin düşüncelerinin aktığı mecradır dense, yeridir.
Şeriati’nin kitapları, 1980’lerden itibaren, Türkiyeli Müslüman okura, ihtiyaç duyduğu devrimci ruh ve coşkuyu kazandırmanın yanı sıra, devrimci bir İslam tarihi okumasının ya da İslam’ın devrimci bir okumasının imkAnını ve yolunu da öğretecektir.
Beri yandan Şeriati, aydınlatmaya çalıştığı kalabalıkların asla gideremediği o kökensel ve olanca yalnızlığına rağmen, bu yalnızlığın fildişi kulesinde sonu gelmez ve bencil bir uzlete çekilmeyi yeğlemedi ve çağdaş bir münzevî olarak, aşkı ve şiiri, felsefeyi ve sanatı ve bir dizi Batılı düşünürü de tanıtarak sevdirdi okurlarına.
Ardından gelen nesiller, “devrim” ve “aydın” terimlerinin olumlu anlamı kadar, iman etmenin olumluluğunu da büyük ölçüde ondan öğrendi.
Malûm, “dindar” olmak çoğunlukla neşesiz, ciddi, tutucu, gelenekçi, mesafeli, soğuk, felsefe ve şiire uzak, aşka ve tutkulara karşı kuşkulu bir yaklaşım anlamına gelmektedir.
Özellikle ‘80’ öncesi yıllarda, bir yandan muhafazakarlığın ve gelenekçiliğin etkileriyle, öte yandan ise sözgelimi Gazali okumalarıyla “yaşlanan”, tüm olumlu katkılarına rağmen Seyyid Kutup ve Mevdudi’nin Batılı literatür ve düşüncelere karşı yarattığı olumsuz havayla Batılı düşünürlerden uzak duran genç kuşak, bir ölçüde Sezai Karakoç ve Cemil Meriç, ama büyük ölçüde de Ali Şeriati’nin etkileriyle bu taassubunu yenebilecektir.
Ne yapmalı
Türkiye/Osmanlı dışında diğer İslam ülkelerinin doğrudan sömürgeleştirilmelerine karşı İran da, doğrudan sömürgeleştirilmediği gibi, Türkiye örnekliğindeki gibi sert bir kopuşu ve köktenci Batılılaşmacı bir dönüşümü de yaşamamıştır.
Bu korunaklılık bir avantajdır ve başka bir avantaj ise Şii ulema geleneğinin görece bağımsızlığıdır.
Bu koşullar içerisindeki İran’da, Şeriati’nin de dahil olduğu devrimci dönüşümün özgüllüğüne ilişkin Şii tarihinin kendi dinamizmi kadar, İslam dünyası içerisindeki öncü/modern ve kendine özgü bir farklılaşma arzusunun yarattığı devrimci ivme de, İran’daki devrimci aktörleri prototipleştirecektir.
Bu anlamda Şeriati’nin etrafında devrimin yarattığı o karizmatik aura, belki bir süre onun gerçek düşünsel kimliğini görmeyi de engelleyecektir.
Pozitif anlamda o bir devrimci şehittir, negatif anlamda ise bir Şii propagandist ve hatta sosyalist bir kozmopolit.
Gerçekte ise ülkesinde dinî ve edebî bir tahsil görmüş, Fransa’da ise sosyoloji dolayımıyla batı düşüncesini hem tanımış, hem de bu düşünceyle hesaplaşmış bir aydındır. 1
İklimi içerisinde yetiştiği kültürden ve inançtan aldığı feyzini, geniş tuttuğu bir ufukla ve Batılı düşünürlerin de katkılarıyla zenginleştirerek, İslam dünyasına yepyeni bir perspektif sunabilmiştir:
Devrimci, mistik, özgürlükçü, Şii (Muhammed ve Ali sevdalısı anlamında) bir entelektüel; sorumlu ve mücahit bir aydın.
Ama o aynı zamanda benzeri birçok örnek gibi aslında bambaşka amaçlarla Batı’ya giden, ama orada gördükleri karşısında şaşırarak ürperen ve yurduna, bu yurdun makûs talihini değiştirmek üzere kafasında bir yığın düşünceyle geriye dönen o azın azı sorumlu aydınlardan biridir.
Aslında pozitivizmin ve teknolojizmin şaşaalı gösterileri tarafından etkilenmiş ve zehirlenmiş olan bu dönem aydınlarının çoğunluğuna göre, İslam dünyasının asıl ihtiyacı mühendisler, doktorlar ve iktisatçılardır.
Yani sorun bir kalkınma ve maddi göstergeleri düzeltme sorunudur.
Oysa görüntülere aldanmayan o sorumluluk sahibi ve kendisini hakikatin yakıcı ifşasına adamış birkaç mustarip aydın ise, bu yoksul toplumun asıl yoksunluğunun ruhsal bir sefalete dayandığını, dolayısıyla asıl neşter vurulması ya da imar edilmesi gereken yerin burası olduğunu, aksi halde ruhsal dirimini yitirmiş bu toplum için yapılacak maddi yatırımların ithal ikameci bir kalkınma stratejisinin sonuçsuzluğuna mahkûm olduğunu teşhis edecektir.
O zaman ise o yakıcı “Ne yapmalı?” sorusunun karşılığı, Şeriati’nin paradoksal “daha yeterince konuşmadık, düşünmedik, anlamaya ve anlatmaya çalışmadık ki”sinde karşılığını bulur.
Bu bir cevap değildir kuşkusuz. Şeriati bu karşılıkla sadece bu soruların aslında cevapsız olduğuna ve hatta gerçek cevapları atlatmak, örtbas etmek için başvurulan lafazanlıkların ve çözümsel gösterilerin sahte endişesinin izlenimini taşıdıklarına dikkat çekmek istemiştir olsa olsa.
Yeterince üzerinde düşünülmemiş eylemciliğin, devinimin, bir şeyler yapıyor görünmenin nasıl da aldatıcı olduğunu, enerji israfından ve dikkat dağınıklığından başka bir işe yaramayacağını, onun kadar derinden kim bilebilirdi ki?
Üstelik böylesi bir soruya, yani “bu kadar konuşmak yeter, artık biraz da bir şeyler yapalım”ın akabinde gelen bu acilci soruya karşı böylesi bir cevap vermek, hayli cesaret istemektedir.
Çünkü karşımızdaki kişi/toplum, kendi aklınca, konuşulabilecek tüm şeyleri konuşmuş, düşüncenin her aşamasını tamamlamıştır ve artık konuşmak, “boşuna” vakit geçirmek istememektedir.
Oysa önünde durmakta olduğu bilgeliğin bakış açısı hiç de böyle değildir.
Bir kıyamet sahnesinin ortasındaki bu sükûnetin fütursuzluğu kadar bilgeliği ve yazgısına karşı derin bir tevekkül içerisinde bulunan bu başkaldırmışlığı, nasıl da görkemli bir eylem çağrısıdır aslında.
Evet, daha hiçbir şey yapmadık, ama durun hele, sakin olun, oturup konuşalım, birbirimizi tanıyalım, ne yapacağımızı anlayalım; kırk düşünüp bir yapalım; yalancı ve sadece kendisini tatmine çalışan bir eylemcilik görüntüsüyle kendimizi aldatmayalım; yoksa o yanlış edimlerin izlerini ve etkilerini silmek, birer deneme tahtasına çevrilmiş ülkelerin tanınmazlaşan yozlaşmışlıklarını düzeltmeye çalışmak, göstergeler zinciri içerisinde büyülenmekten başları dönmüş aydınları ayıltmaya çalışmak, daha bir içinden çıkılmazlaştıracaktır görevimizi.
Sorumlu ve kendisini çağının vicdanı olarak duyumsayan her aydın gibi, Şeriati de ruhunda bu ağır sorumluluğu duyumsar ve “işte, ben, sorumluluğunu üstlenmeye hazır özgür bir mümin, tek başına bir ümmet olmaya cehd etmiş insan, Allah’ın dostu ve müminlerin yoldaşı olarak, buradayım!” der; tıpkı Allah’ın çağrısını duyarak Hira’ya ya da Moria Dağına koşan Muhammed ve İbrahim gibi.
Görsel: Pinterest
Peki, bu nasıl bir görevdir; hem görevlendiren kimdir?
Belli ki bu aslında kendisini bir tür adayış ve aşkla bağlanış olan; ve “işte, ben buradayım, varım, tüm sorumluluklarımı üstlenmeye hazırım” diyen o cesaret, Kantçı bir burjuva görevliliğinin konformizmine, soyut bir evrenselciliğin o boş telaşına, heyecanına ve güvenine dayanmamaktadır.
Beri yandan yine bu, Marxçı o proletaryanın “çıkar ortaklığı”na ilişkin neredeyse güdüleşmiş bir maddeci somutluğun sınıfsal mecburiyetine binaen de değildir.
Yani sınıfsal bir mecburiyete veya çıkarsal bir arzuya dayanmamaktadır bu.
Geçmişe veya geleceğe tapınma gibi bir zihin sarhoşluğu, kendini yitirmiş bir vecd içerisinde de değildir.
Belki Sartre'cı bir “bağlanma” ya da Badiou'cu bir “sadakat” kavramları karşılayabilir bu yaklaşımı.
Ama imtihanlardan geçmemiş, hem de varlığın tüm anlamını ve hatta onun da ötesini kuşatacak bir biçimde kendisini Allah’a teslim etmemiş bir iman, bağlanma ya da sadakat ne ola ki?
Yani bir hakikati olmayanın imanı, bağlanması veya sadakati neye ve nasıl olabilir ki?
Kime bağlanacağız, neye sadakat göstereceğiz, nasıl bir şeye iman edeceğiz ki, kalbimizde en küçük bir kuşku olmasın?
İşte öylesine bir eksiksizlik, tümlük, bütünlük, sonsuzluk ve sınırsızlık olmalıdır ancak ki önünde kendimizi olanca gönül rahatlığıyla teslim edebilelim.
Evet, biz bu dünyada, şu basık gökyüzünün altında yaşıyor olabiliriz. Ama tüm kâinatı kavrayan bir kalbe, bir akla sahibiz.
Ve üstelik bu kalp ve akıl, öyle bir yere/noktaya gelmekte ki orada durakalmakta, suskunlaşmakta ve çaresizleşmektedir.
O zaman, işte bütün değerleri kendisine bağlayacağımız, onun uğrunda her şeyden vazgeçebileceğimiz, beri yandan onun adıyla tüm hayatımızın aydınlanacağı, göğsümüzün ve göğümüzün genişleyeceği birine/hakikate olan teslimiyet, bizi hayata yeniden bağlar.
Adeta yeniden doğarız; ama bu kendi asli doğumumuzdur; bir beşer olarak değil, bir şahsiyet/insan olarak dünyaya gelmemizdir.
"İster babanız İbrahim olsun, isterse on yedi atanız olsun, çabayı göze almayan kişinin kulağına küpe olsun; çünkü o ancak yel doğurur. Ama çalışmayı göze alan kişi kendi babasını da doğurur." (2)
Böylece hayatı bu değerlerle birlikte okumak, yaşamak ve doğrultmak gibi bir görev karşısında buluruz kendimizi.
Kendi uğraşımız, cehdimiz, uğruna başımızı ortaya koyduğumuz emeğimiz, aynı zamanda kendi yaratılışımız da olur; oradan yaratılır ve dünyaya oralı biri olarak geliriz.
Ateşten, topraktan, bilimden, endüstriyalizmden ya da aşktan yaratılmış biri olarak.
O zaman bu nasıl bir sorumluluk telaşı ve görevlenme aşkıdır?
Kim çağrılı kılmıştır bu yeryüzü sürgününü?
Onda açığa çıkan hangi kaybedilmişliktir, nasıl bir mecburiyettir?
Şeriati gibilerini anlamak nasıl da zordur. Çünkü orada olağan açıklamaların perspektifinden kopmak mecburiyetinde kalmaktasınız, şayet derdiniz gerçek bir anlama çabası ise.
Orada insan tekliğinin, yani belki de mümkün yegâne tekilliğin aslında nasıl bir evrensellik ve hakikate ev sahipliği yaptığını, daha doğrusu hakikatin nasıl da böylesi bir tekillikte ikamet etmekte olduğuna tanık oluruz.
Allah’ın kainattaki yegane ikamet alanı olan mümin kalbin bu hakikate açıklığı ve hakikatin oradaki ikametinin, kendi dirilmişliğinde tüm toplumsallığı da diriltecek bir sığaya sahipliğinin en canlı ve yakın şahididir Şeriati.
O kendi yangınında Hallacvari bir esrimenin ya da Gazalici bir dizgeselliğin baştan çıkışlarının işareti değil, bir toplumun yolundan çıkarılmışlığının aydınlatılmasının, sorgulanmasının ve o topluma devrimci bir ruhun aşılanmasının ve bu sayede diriltilmesinin ışığı olmuştur; hem de bakışlarında hiç yitirmediği o sakin tebessümle.
Görsel: Twitter
Şeriati’yi anlamak
Burada, işte tam da burada, Şeriati’yi benzerlerinden ayıran o temel özellik belirginleşir: İtiraz.
O, içinde bulunduğu sıradanlığa itiraz ederek, bir beşer olmaya rıza göstermeyen ve bir insan haline gelen Âdem gibi, sıradan bir “Doğulu”, “Şii” veya “Müslüman” olmaya itiraz eder ve tüm bunları, bu hakikatin üstünü örten verili gerçekliği yeni baştan sorgular.
Yüzündeki o ironik ve “çarpık” gülüş, aslında iki katlı bir bakışı vermektedir ele.
O acı çekerken tebessüm etmekte, sorgularken düşünmekte, itaat ederken itiraz etmekte, uzlete çekilirken kalabalıklara doğru seslenmektedir.
Tıpkı kendisini bir “at sineği”ne benzeten Sokrates gibi o da “insanları rahatsız etmeye gelmiş”tir.
Ve o da tıpkı Buda gibi “göller bölgesinde bir ada”dır. Yalın katlılıklardan kendisini kurtaran ve tıpkı soy metaller gibi azın azı olan biridir yani.
Ama kelimenin tam anlamıyla “insan”lar ve “mümin”ler de azın azı değil midir zaten?
İçinde bulunduğumuz sorunların üstesinden gelmek için sadece dünya ile değil, tarihle ve toplumla da hesaplaşılması gerektiğine karar veren Şeriati, temel meselenin Batı bilimselciliği veya bilime tapıcılığın, daha doğrusu genel anlamda maddeciliğin ötesinde, Batı düşünceleri kadar Doğu düşünceleriyle de hesaplaşılmasında olduğunu hisseder; daha doğrusu bu iki hesaplaşma aslında birbirini tamamlayan bir bütünlüktür.
Birinin gerekliliği, diğerini de gerektiren ve diğeri olmaksızın kendisini ikmal edemeyen bir karşılıklı ilişki vardır aralarında.
Aslında biriyle hesaplaşmak diğeriyle de hesaplaşmaktır. Bakışlarında ışıyan irfan’ın, arâfta oluşun anlamı işte budur.
Ve belki de bu, içerisine gömüldüğümüz şu uyuşumculuk nedeniyle unutulmuş olan o asli hesaplaşmanın kendisidir.
Aksi ise sadece mekanik bir tepkicilik, reaksiyonerlik ve kelimenin tam anlamıyla bir gericilik (irtica)’tir.
Madunu olunan bugüne, yani modernliğe, bu modernliği anlama ve aşma çabasına karşı, geçmişi savunma ya da geçmişe sığınmadır.
Şeriati’nin üslubu üzerine
Şeriati’nin üslubundaki savrukluk ve serazatlık, onu sürekli bir yanlış anlaşılma sorunuyla karşı karşıya bırakmaktadır.
Şeriati ise bu hususta oldukça umursuzdur ve en hassas meselelerde bile oldukça riskli ve özgürce yaklaşımlarda bulunmakta, adeta bilinçli bir kışkırtıcı tavırla hareket etmektedir.
Bazı yaklaşımları ise İslam dünyası için gerçekten de oldukça yenidir.
Sözgelimi, oldukça çekici ve üretken bir mesele olan Âdem’in cennetten düşüşü ve Habil’le Kabil’in kavgalarına olan yaklaşımı, geleneksel anlayışlar açısından oldukça sarsıcı ve kabul edilemez bir yorumdur.
Hıristiyan, Marxist ve Varoluşçu literatürden yararlanarak ortaya konulan bu yorumlar oldukça kışkırtıcıdır ve her türlü yanlış anlamaya müsaittir.
Oldukça sıkça ve belli bir muhabbetle kullanılan Muhammed, Ali, Ebu Zerr, Hüseyin, Fatıma isimlerinin yanı sıra Mani, Buda, Freud, Marx, Massignon, Delacroix, Motzart, Maeterlinck, Sartre… gibi isimler, onun oluşturmaya çalıştığı bu yeni dinî söylemin içerisinde serbestçe dolaşırlar.
Ona göre “hayatı adaletsizliklere, sömürgeciliğe karşı vermiş olduğu mücadelelerle dolu olan Yahudi asıllı sosyolog Gurwitch, hiçbir zaman sosyal adaleti sağlamak için mücadele etmemiş olan Ayetullah Milânî’den daha yakındır Şiilik ruhuna” (3)
Bu alışılmadık tarzıyla Şeriati, İslam’ın yerel, kültürel, tarihsel bir din olarak anlaşılmaması gerektiğini ısrarla vurgular.
Bu tutumuyla ise sadece Müslümanların değil, Batıcıların da ezberlerini bozar.
Bir Şii olmasına rağmen Şiiliğe karşı da keskin ve radikal eleştiriler getirir.
Kurumsal ve otoriter dinî anlayışları sevmez ve bunu “Dine Karşı Din” olarak tanımlayarak eleştirir.
Çünkü dinin özgürleştirici niteliği, kurumsal din tarafından bir tehdit olarak algılanarak baskılanmaya çalışılır.
Mistik, anarşist, devrimci bir söylem ve aşk dolu bir dünyanın heyecanıyla, bu heyecana uygun kişilikler etrafında yeni bir dünya kurmaya çalışır ve en azından söylemsel olarak bunu başarır.
İran Devrimi üzerindeki etkisi ise aşikâr ama sınırlıdır. Çünkü “devrim”, nihayetinde somut ve kurumsal bir değişim, bir iktidar değişimi ve oluşumu tarafından önü kesilemeyecek bir sürekliliktedir.
Kurumsal devrim, gerçekleştiği andan itibaren ölmeye başlar; oysa müminlerin devrimci cehdi, sürekli bir tutumdur.
Dolayısıyla bu, yerel ve dönemsel bir değişim arzusu ve gerçekleşimi olmaktan öte, sürekli ve kesintisiz bir yenilenme bilinci ve çabası olmalıdır.
Bu çabalarının toplumsal ve siyasal gerçekliklerden kopukluğu ise umurunda değildir Şeriati’nin.
Zaten sevmediği bir atmosferde yaşamaktadır. Ve işte bu yüzden, zaman zaman başka dünyalara kaçar; hayalindeki o karizmatik kişiliklerle muhayyel söyleşilere girişir; dertlerini, acılarını, içinde yaşadığı şu dünyanın acımasızlığını, duyarsızlığını, nobranlığını ve kadir bilmezliğini onlara anlatır; onlarla söyleşirken sansürsüzdür sözleri ve bir şair gibi coşkuludur; yüreğini, etrafını bir zindan gibi çeviren bu dünyanın ufuklarını aşarak o yüce dostların meclisinde yatıştırmaya, belki de yeniden alevlendirmeye çalışır.
Ve hatta bazen mevcut şahsiyetler de yetmez yüreğinin acılarını paylaşmak için ve hayalî kişilikler bulur; Profesör Chandel gibi.
Bu belki kandil’den, yani bir mum gibi yanan yüreğinden bir kinayedir. 4 Ama bu yüce dostlarla hayalî de olsa söyleşilerinde, en azından anlamakta ve anlaşılmaktadır.
Kim bilir, sürgünlüğü kadar ölümü de, belki de artık bu kadir bilmez, nobran, hedonist, dünyaperest, maddeci, çıkarcı, sinsi, yüreksiz, aşksız, kibirli, akılsız, izansız, kaba insanların dünyasından ayrılma dileğinin (duasının) bir kabulü ve tanıklığıdır; ve salt bu anlamda bile olsa bir şahadettir.
Evet, o, çağımızın, aklının ve kalbinin gözlerini sonuna değin açık tutmuş bir tanığıdır.
Nitekim “Allah’ım! Bana yenilgide çabalama, umutsuzlukta sabretme, silahsız savaşma, yoldaşsız yürüme, ödülsüz çalışma, dünyasız din, isimsiz yücelik, ekmeksiz hizmet, riyasız iman, gösterişsiz güzellik, nezaketini yitirmeyen cesaret, hevessiz aşk ve kalabalığın arasında yalnızlık nasip et” derken, duasındaki bu temennileri, neredeyse Gandi’nin ilkelerine (“doğrulukta sebat ve nefssiz eylem”e) benzer bir yakarıdır.
Veya “Allahım! Bana imanda ‘mutlak itaat’i bağışla ki, dünyada ‘mutlak isyan’ içinde olayım” duası, Nurettin Topçu’nun “isyan ahlakı” gibi değil midir?
Şeriati, belli bir disipline bağlı bir düşünür ya da yazar veya bilim insanı olmadığı gibi; geleneksel bir aydın ya da âlim de değildir.
Düşüncelerindeki serazadlık, coşku, kışkırtıcı eleştiriler, karmaşık akıl yürütmeler ve geniş atıflar, ister istemez düşmanca saldırılarla veya yanlış anlaşılmalarla karşılanmaktadır.
Belki de bu yüzden o kimi kez Marxist, kimi sosyalist, kimi saplantılı bir Şii, kimi bir varoluşçu, kimi köktenci bir İslamcı, kimi araçsalcı bir devrimci, kimi ise Batı hayranı bir aydın olarak anlaşılmaktan kurtulamamıştır.
Ama Cemil Meriç, birçok Müslümanın kıymetini bilmediği veya salt bir Şiilik suçlamasına kurban kıldığı Ali Şeriati’de aradığı cesaretin, öfkenin, tecessüsün ve irfanın izlerini bulur ve onu, Şeriati’nin Buda’ya dair tanımını ödünç alarak, “göller bölgesinde bir ada” olarak nitelendirir.
"Buda’nın deyişiyle ‘Göller bölgesinde bir ada olmak affedilmez bir günahtır’ diyen genç mücahit, Ayn al Kuzat'ın akıbetinde kendi istikbalini görüyordu: ‘Evet, cehalet çağlarında bir cinayettir şuur, mazlumlar ve zeliller toplumunda ruh ve gönül yüceliği’…
Gerçi hakikati görmezlikten gelen, hakikati umursamayan bir çağda şuur ve hassasiyet, serazat düşünce ve gönül yüceliği değildi artık. Entelektüellik ikbal ve mevki hırsına dönüşmüştü.
‘Ahlaksızlığa katılmayacak kadar ödlek, dört yol ağzında şaşkın ve mütereddit bekleyen, başarısızlıktan korktukları için karara yanaşmayan’ entelektüelleri acı bir tebessümle iğneler Şeriati.
Ona göre bir yol seçmek, ‘ilk adım’ı atmak değildir, hayatın bütününü tayin etmektir. Duraksama ve kuşku, bugünkü entelektüel köleliğimizin, başka deyişle entelektüalizmin bir sonucu.
Şeriati, çok kısa fakat verimli hayatı boyunca düşüncenin ve insanlığın bu kadim ve tanınmış düşmanıyla savaşacaktı." (5)
____________________________________________________________________________________________
1. Şeriati, 1959 yılında sosyoloji doktorası için Fransa’ya giderek, 1964 yılında Sorbon’da eğitimini tamamlar.
2. Kierkegaard, Korku ve Titreme, Tevrat, İşaya, 26’ya atfen.
3. Doğu’dan Batı’ya Düşüncenin Serüveni, Şamil Öçal’ın yazısından, İnsan Y. 10. Cilt, S. 287
4. Bkz. Ali Şeriati Sempozyumu kitapçığı, Fecr Y. Hicabi Kırlangıç’ın sunumu, s. 84
5. C. Meriç, Kırk Ambar, İletişim Y. c. 2, s. 205, 206
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.