“Bugün hala geçerli olan Batı-merkezli bir hegemonya projesi açısından İslam’ın şu veya bu şekildeki varlığı, herhangi bir siyasal başarıya sahip olup olmadığının hiçbir önemi olmaksızın bir başarısızlık, bir skandaldır.”
Bu tespiti Salman Sayyid, Vadi Yayınları tarafından, Mehmet Murat Şahin’in başarılı bir Türkçesi ile yayımlanan “Hilafeti Hatırlamak: Dekolonizasyon ve Dünya Düzeni” isimli kitabında yapıyor.
Sayyid’i daha önce yine Vadi Yayınları’ndan çıkan “Fundamentalizm Korkusu: Avrupa-Merkezciliğin Sonu ve İslamcılığın Doğuşu” isimli kitabından biliyoruz.
İslamcılık adına manifesto türünden metinler yazılıp yazılmadığı sorulduğunda son zamanlarda akla gelebilecek nadir metinler arasında Sayyid’inkiler geliyor. Belki klasik anlamda ellili, altmışlı hatta yetmişli yıllarda sadece Müslümanlara hitap eden, onları uyandırmaya çalışan türden (mesela Seyyid Kutub’un Yoldaki İşaretler’i, Mevdudi’nin Kur’an’a Göre Dört Terim’i, Nedevi’nin Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybetti?’si, Muhammed Kutub’un Yirminci Asrın Cahiliyesi, Rasim Özdenören’in Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler’i gibi) metinlerden değil elbet. Sayyid Batılı hegemonyanın kendini en iyi ve en güçlü biçimde ifade ettiği bir kültürel ve entelektüel ortamda yetişmiş bir entelektüel. Doktorasını ünlü Post-Marksistlerden Ernesto Laclau ile yapmış ve şu anda Batıda cari bütün entelektüel tartışmaları en güncel ve en yüksek seviyede takip eden ve o tartışma ortamının içinden İslam’a bakışı gören ve ona cevap veren bir isim.
Güçlü bir oryantalizm eleştirmeni, ama bu eleştiriye takılıp kalmıyor, kendi Müslüman kimliğinin bu dünyada ne anlam ifade ettiğini bulmaya, ifade etmeye, hatta temsil etmeye çalışıyor. Bu açıdan ortaya koyduğu bütün metinlerle İslam’a karşı Batılı ortamda sürdürülen mücadeleleri anlamaya, yorumlamaya ve ona karşı bir Müslümanın siyasal duruşunu ifade etmeye çalışıyor.
Hilafet, onun için tabii ki “Fırat’ın savaş ağaları” olarak nitelediği DAEŞ’in kastettiğiyle alakası olmadığı gibi dünyada onu kötü bir karikatüre dönüştürmüş olan Cakarta, Abuja, İslamabad ve Hartum’daki “bazı siyasi emeller ve tertiplenmiş entirakalarla” da alakası yok. O, hilafeti belki yüz yıl önce suikasta maruz kalan Müslüman beden bütünlüğünün bugün hem hegemon dünya düzeni için hem de dünyanın her yanındaki Müslümanlar için nasıl bir siyasal ve varoluşsal boşluk oluşturduğunu anlamak üzere hatırlıyor veya hatırlatıyor.
Aslında Müslümanlar bugün sadece kendi mücadelelerini vermiyorlar veya kendi mücadelelerini veriyor oldukları için gündemde değillerdir. Bugün şu veya bu yolla sürekli gündemde olan Müslümanlar veya İslam, evrensellik iddiasındaki Batı’nın dünya tarihinde emsali bolca olan sıradan, yerel bir kültür olma ihtimalini canlı tuttuğu için gündemdeler. Bu açıdan İslam Batı’nın sıradanlık ihtimalini canlı tutarak rahatsızlık verirken Batı hegemonyası altında yok olmaya mahkum bırakılan başka kültürlerin varlığını da hatırlatıyor. O yüzden İslamofobi sadece Müslümanları etkilemiyor, aynı zamanda Trump’ın çeşitli açıklamalarında açık ettiği üzere Meksikalıları, Siyahları ve Çinlileri birbirine metaforik bir zincirle bağlar.
Yani zannedildiği gibi İslam şiddetiyle veya bir yerlerde Müslümanların da büyük çoğunluğunun onaylamadığı terörist eylemlerle rahatsızlık vermiyor, aynı zamanda Batı-merkezli bir dünya algısını felsefi anlamda da altüst etmektedir. İslamofobi ise basitçe İslam’ın veya Müslümanların olumsuz bir temsilinden ibaret değil, Müslümanları Batılı bir ufka referansla denetlemeye ve disipline etmeye; Müslüman otonomisini inkar etmeye dönük bir girişimdir.
Müslümanların neden Avrupamerkezciliğin silmek istediği her şeyin metaforu haline gelmiş olduğunu bu noktada aramak gerekiyor. Bununla birlikte İslamcılığın bir de Müslümanlar tarafından dünyanın her yerindeki farklı temsilleri vardır ve bu dağınıklığa dayanarak Müslümanlara atfedilen rölativizm, dolayısıyla merkezi bir hakikat yoksunluğu düşüncesi…
Sahi “hakiki İslam” bunların hangisinin eyleminde temsil edilmektedir? Hangi tecrübe referans alınacaktır veya alınmalı mıdır? Öyle ya bu kadar dağınıklık olsa olsa ortada hakiki bir tecrübenin veya geçerlilik iddiasının olmadığının bir işareti olabilir.
Oysa bu soruların Salman için cevabı hiç de zor değildir. Müslümanlardan mükemmellik bekleyenler kimlerdir? Neden ve hangi insan felsefesiyle bunu bekliyorlar? Mükemmellik beklentisi Müslümanca bir siyasallığın da düşmanıdır. Siyasallık adı üstünde beşeri bir eylem biçimidir ve ona sahihlik vasfını veren şey gökten kendisine ayetler inmesi değil, tabilerinin melek veya melekler gibi saf ve temiz olması değil, ki gökten ayet de inse, mucizeler de gösterilse bu, insanların bu sahihliği görüp inanacaklarının garantisini vermiyor. Dahası onu temsil edenlerin temizlik, saflık veya meleklik ölçüsü de hasımları tarafından tayin edilebilecek değil.
Bu noktada Sayyid için İslamcılığın en zorlayıcı yönlerinden birisi onun İslam’la olan ilişkisidir. İslamcıların iktidarı elde etmeyi başardıkları yerlerde onun yozlaştırıcı etkisinden kaçınmayı beceremedikleri şeklinde, özellikle bazı Müslümanlar arasındaki güçlü görüşe veya gözleme atıfta bulunuyor. Ona göre bu gözlemin ima ettiği yargı İslamcıların iktidarın kullanıcıları olmaktansa onun daimi eleştirmenleri olmakla yetinmeleri gerektiğidir.
Bizde de İslamcılığın bir salası bir ara, iktidara gelmiş olması öne sürülerek verilmişti, hatırlarsanız.
Oysa Müslümanların iktidara gelip gelmemesi İslamcılığın ömrünü belirleyen bir şey değil. İslamcılığın muhalefet, mihne, hicret, iktidar, iç siyaset, araf ve sair binbir türlü hali vardır ve İslamcıların hiçbir zaman iktidara gelmemek gibi bir vaadi olmadı. Esasen her türlü siyasal eleştiri her zaman künhünde iktidar talebi içerir.
İktidarı kutsamanın hiçbir alemi yok elbet, ama iktidara ulaşma konusunda bir çaresizlik hissinin radikal ve sinik bir iktidar düşmanlığı olarak ifadesi tipik bir psikolojik durumdur ve zaman zaman Müslümanlar da hatta İslamcılar da böyle bir psikolojiye müptela olabiliyorlar.
Sayyid’in hatırlattıklarıyla düşünmeye devam edeceğiz.