Gerzekliğin kısa tarihi

Yeni Şafak Gazetesi'nden Ömer LEKESİZ ANALİZ ETTİ...

Gerzekliğin kısa tarihi

erzek’in geri zekadan geldiğini söyleyen Hulki Aktunç, ona aptal, salak anlamlarını yüklemiş. Sevan Nişanyan da gerzekleş’ten gerzo’yu eklemiş. Bu göre gerzeklik, bir küfür kelimesi değil, olumsuz bir hale mahsus sıfattır.

Gezi eşkıya kalkışması sırasında kullanılan ve halen siyasi bir tanımlama olarak kullanılan gezizekalı kelimesi de gerzek / gerzo’dan üretilmişti.

Gerçi, yaşadığımız günler itibariyle bu kelimeyle vasıflanmayı hak edecek fiiller mebzül mikatarda mevcut olduğundan, onu özel olarak aramaya gerek yoktur.

Kanal İstanbul’un yapılma kararıyla birlikte metrobüs ekranlarında dömeye başlayan bir videoda şöyle deniyor örneğin: “Kanal İstanbul yapılırsa, tüm balıklar ölecek!” Sonra birileri bunu “...yapılırsa erkekler kısırlaşacak” şeklinde genişleterek, balıklar öleceklerini bilmezler ama halktan birileri imkansıza inanır düşüncesiyle, bunu umumun takdir ve beğenisine sunmakta gecikmedi.

Bu, gerzeklik denilen şeyden küçük bir örnek sadece. Siz bunu temel atmama töreni vb. örneklerle daha da çoğaltabilirsiniz, ne kadar gerzek varsa, o kadar malzeme var çünkü.

Elbette, işleyişi de tek yönlü değil: Gerzeğin biri bunları söylerken, hemen inanıveren bir sürü de gerzek çıkıveriyor. Çünkü siyaset kavgasında icra olunan ve bu nedenle hatırı sayılır bir miktarda taraftar bulan gerzeklik, düşünmeden muaf olan kimi medya kalemşorlarının, dar köşelerinde düşünmeye tevessül etme filleriyle bilimsel bir karşılığa da erişmiş oluyor. İşte gerzeklikten beslenen ve gerzekliği besleyen bu sözümona entelektüelitenin varlığı meseleyi asıl tehlikeli kılıyor.

Zira, gerzeklik gündelik siyaseti aşarak değil, bilakis ondan beslenen bir durum olarak, mezkur gerzoları felsefeden, hukuktan, sosyolojiden karşılıklar bulmaya sevk ediyor ve onlar da bu maksadı izleyerek, züccaciye dükkanı sandıkları menzillere büyük düşünür edalarıyla hemen dalıveriyorlar.

Bunun geçen gün rastladığım tipik örneklerinden birinde, Namık KemalBatılılaşmanın lüzumunu keşfeden İslamcı aydınların ilklerinden olarak nitelenmekle kalınmıyor, onun İslami gelenekle Batı siyasi düşüncesini bağdaştırmaya çalıştığı da söyleniyordu.

Yukarıdaki video örneğine bakarak, bir tür hafifliğin karşılığı olan o gerzekliği, böyle ciddi bir mesleye bağlamamı yadırgayabilirsiniz ama benim asıl altını çizmek istediğim de bu değil mi zaten: Hafiflik olarak sergilenen bir halin, entelektüellik boyasıyla boyanarak meşrulaştırılması, seviyesizlik seviyesi olarak tahkim edilmesi...

Namık Kemal’in, İslami geleneği neden Batı geleneğiyle değil de Batı siyasi düşüncesiyle bağdaştırmaya çalıştığını ilgilisine sormanın da bir gereği yok burada. Zira, “nerem doğru ki” savunusuna bağlanacak bir deve tutumuyla yüzyüze gelmemiz mümkündür; gerzeklik uğruna tek ayak üstünde, Namık Kemal gibi bir değeri harcayıveren biri aynı zamanda aklını da karartmış olacağından, ona düştüğü bir çelişkiyi, tarihi bilgiyi saptırmanın sakıncasını, hele hele mantıklı davranmayı anlatmak sadece zaman israfı olacaktır.

Namık Kemal, ölüm döşeğindeki babanın/devletin sağlığından kendini sorumlu tutan vatanperver bir oğuldur. Bu uğurda düşünülebilecek birçok şeyi kendi zamanının bilgisine ve idarak tarzına göre düşünmeye çalışmıştır. Bu manada onu İslam ile Batı tefekkürü arasında sıradan bir sentezciye indirgemek ancak bir gerzodan beklenilebilir.

Bunun zıddını, diğer bir söyleyişle Namık Kemal’in münevverlik vasfını, vatanseverlik konumunu ve tefekkürüne istikamet veren imanını doğru görebilmek için, onun VakıfBank Kültür Yayınları arasından çıkan Hürriyet gazetesindeki (koleksiyon, 2018) yazılarına bakmak yeterlidir.

Kemal-Ziya imzalı bu yazıların sadece birinden söz edeyim:

Bu yazıda, papazların din adına yaptıkları zulümden canı yanan Avrupa’nın, bir din olması cihetinden İslamiyet’ten de bu manada korktukları, bu etkiyle İslam halifesi olarak Hadimü’l-Harameyn unvanını taşıyan Osmanlı padişahından şeriatı terketmesini istemekle onu İstanbul kralına dönüştürecekleri beyan edilmekte ve konu şu cümlelerle bağlanmaktadır:

“Hülasa-i kelam devletimiz muammer olmak isterse şeriat-ı Ahmediye’ye ittibadan ve devlet-i İslamiye halinde kalmaktan ayrılamaz. Demektir ki şeriat devletimizin canı ve mayeü’l-hayatıdır. İşte bizim bildiğimiz ilaçların en müessiri budur.”

Hasılı, siyasi saplantıları nedeniyle kendilerine söylenenlere ve gösterilenlere, kaynaklarını ve maksatlarını araştırmadan inanların çoğaldığı şu ortamda, ilkin gerzekliğin kısa tarihini yazarak işe koyulmak gerekiyor sanırım.