40 yıldır bu demirbaş soruya cevap aramadan dağıldığımızı bir toplantı hatırlamıyorum. Hatta toplantılarımızın ikinci adı ?vatan kurtarmak?tır. Bizden önceki nesil ?Türkün makûs talihini değiştirmek? gibi daha veciz bir ifadeyle konuyu tartışırdı.
Son yıllarda bazı odakların inanmamızı istedikleri yeni moda bir analiz var: ?Yavuz Sultan Selim Mısır´ı fethettikten sonra; Kahire´den, beraberinde itikadı Maturidi değil Eşari, mezhebi de Hanefi değil Şafii olan ilim adamları getirdi ve Osmanlı´nın bütün alanlarındaki zihniyetini bu getirilen zümre belirlediği için geri kaldık.? (Bu konuda İbrahim Kiras´ın yazdığı ve yazacağını vadettiği yazılara bakılabilir).
Akıl-Nakil tartışmaları çerçevesinde Hanefi-Maturidi gelenek akılcılık ve Eşari-Şafii gelenekte nakilcilik olarak niteleniyor. Bir önceki moda teori, GAZALİ´nin felsefecileri tekfir ederek İslam Dünyasından felsefeyi, yani aklı, kovmuş olmasaydı. Geri kalmışlık teorileri bu topraklarda gerçekten mümbit. Garpçıların geri kalmışlık analizinde sebep açık veya örtük şekilde İslam Dinidir. Merhum Sabri Ülgener´in analizinde ise ?Toplumsal Zihniyet? sorumludur.
Osmanlı Devletinde Kapitalizmin gelişememesini dine veya zihniyete yoranlar ile Sovyetler Birliği döneminde, Kapitalizmin gelişememesini ortodoksluğa yoranlar arasında benzerlikler görüyorum. Batı uygarlığını övmek için dünyada pek çok sıfat kullanılmıştır. Fakat biz geçmişte Muasır Medeniyet, bugünlerde ise Modern Uygarlık, Çağdaş Batı Uygarlığı kavramlarını kullanıyoruz. Bu, bizi çok güçlü silahlar üreterek savaş alanlarında alt etmiş, üretmiş olduğu ürünlerle pazarlarımızı istila etmiş, geliştirdiği yönetim sistemiyle çok güçlü toplumsal kurumlar oluşturmuş ve nüfusu bizimkinden daha eğitimli ve daha kalifiye olan ?batı uygarlığı? ?Kapitalizmin bir ürünüdür? diyor Üstat Mehmet Genç. Bu bağlamda, Osmanlı ise antikapitalist, (fiskalist) İslami (gelenekçi) ve sosyal (iaşeci) bir devlettir. Sermayenin bazı ellerde birikmesi, yığınların fakirliği ve sefaletiyle sonuçlanacağı inancıyla, Osmanlı bilerek ve isteyerek bu adaletsiz kapitalist sistemi reddetmiştir. Dünyada ticaret hacmini ve para miktarını sabit gören ve başarıyı dış ticaret yoluyla para biriktirmeye indirgeyen Merkantilizm anlayışının bir benzerini kendi eşitlikçi sosyal sistemine karşı bir tehdit olarak görmüştür, Osmanlı. Kendi vatandaşları içinde bir grubun kontrolsüz bir şekilde para biriktirmesini, başka pek çok insanı yoksullaştıracağına inandığından; sermaye birikimine de müsaade etmemiştir.
BİR TARIM İMPARATORLUĞU
Osmanlı Devletinde tarım arazilerinin tamamı miri arazidir; yani devlete aittir. Burada özel mülkiyet yoktur. Toprağın verimine ve bölgenin özelliklerine göre bir aileye 150 ile 230 dönüm arası arazi tahsis edilebiliyor. Diyelim ki, bu aile çok çalışkan ve kazandıklarıyla yeni araziler almak isterse buna izin verilmiyor; öngörülenin üzerinde ücretli işçi de istihdam edemiyor. Bu aileden beklenen kendisini geçindirecek ve devlete vergisini verecek kadar üretim yapması ve sermaye biriktirmeyip eşitlikçi Osmanlı sosyal düzenini bozmamasıdır. Fazla kazanabilen istisnai sayıda tüccarla akraba olmak isteyen kişiler, ikinci üçüncü ya da dördüncü eş olmasına bakmaksızın, kızlarını bu zengin kişilerle evlendirirlerdi. Böylece çocuklarının sefalet çekmeyeceği ve kendilerine de faydası dokunacak ilişki geliştirirlerdi. Bu zengin tüccar vefat ettiği zaman da mirası, çok sayıdaki eş ve çocukları ile diğer hak sahipleri arasında paylaştırılırdı. Böylece bir nesilden diğerine sermaye birikimi bölünerek, aktarılamazdı. Miras hukukumuz nass olduğu için de değiştirilemezdi.
Avrupa´da uzun yüzyıllar boyunca, genellikle, ölen babanın mirası en büyük oğula geçerdi. Diğer erkek evlatların da babalarının işinde ücretli olarak çalışma hakları vardı. Kızları da evlendiklerinde, sadece, ?drahoma? denilen çeyizlerini bu mirastan temin edebiliyorlardı. Avrupa´da miras ilahi kaynaklı olmadığı için, toplumun genel menfaatleri için her ülkede değişik bir şekilde tasarlanabiliyordu. Avrupa´da özel mülkiyet edinme faaliyetlerinde, hiçbir sınır yoktu. Tam tersine, özel mülkiyet muhkem kanunlarla koruma altına alınmıştı. Bölünmeyen miras sayesinde de özel sermayeler devasa meblağlara ulaşabiliyordu. Büyüyen bu sermayeler ŞİRKET ve BANKA kavramını ve kurumlarını doğurdu. Banka ve şirketleri yönetmek nitelikli ve iyi eğitilmiş kadrolara ihtiyaç duyduğu için eğitim de gelişti. Yönetimler bir kamu hizmeti olarak, özel sektör de para kazanılacak bir iş kolu olarak ?din dışı eğitim? sektörüne yatırım yapardı. Şevket Pamuk 12. Yüzyılda aynı ekonomik gelişmişlik seviyesinde olan Doğu Akdeniz şehirleri ile Avrupa şehirleri arasında, bilhassa eş nitelikteki mesleklerin reel geliri üzerinden yaptığı hesaplamalarla, refah farklarının her yüzyılda açıldığını örnekleriyle anlatır. Osmanlı´da meslekler arası kazanç farkı, eşitlikçi toplumsal yapı idealinden dolayı, Avrupa ile mukayese edildiğinde çok daha azdır. Yani Avrupa´da ekonomik gelişme Osmanlı kurulmadan önce başlamış; 13. Yüzyıldan itibaren başlayan ve sonraları hızlanan bu süreç 17. Yüzyılda, Osmanlı karşısında, tartışmasız bir üstünlük seviyesine ulaşmıştır.
Müslüman çiftçi ve tüccarın Osmanlı Devlet görevlilerinden daha zengin olmalarına izin verilmezdi. Hayat boyu dilediği kadar kazanmakta serbest olan yönetici sınıfın malları, yöneticinin vefatıyla müsadere edilir ve hazineye devredilirdi. Zaman zaman bazı sebeplerle beklentilerden daha fazla kazanan ve zenginleşen esnaf ve tüccarın malları da müsadere edilerek hazineye gelir kaydedilirdi. Gerekçe olarak, bu aşırı kazanmış ve birikmiş sermaye, ya narh denilen fiyat sınırlamasına uyulmaması ya da başka bir kuralın ihlaliyle biriktirilebileceği düşünüldüğünden el koymak meşru olarak kabul ediliyordu. Nakit vakıfları dâhil Müslümanlar arası kredi işlemlerinde, faiz oranları, konusu, bölgesi ve dönemine göre yüzde 10 ila 15 arasında değişirken; yabancılar ve gayri Müslüm sarraflar, başta devlet olmak üzere tüm dileyenlere yüzde 25´e kadar faizle borç verebiliyor ve sermaye biriktirebiliyorlardı. Bu dönemde Avrupa´da devlet tahvillerine ödenen faizler %4 ile %8 arasında değişiyordu. Mesela, dış ticaret alanında imtiyazlar tanınan ?Avrupa Tüccarı? kurumu, sayısız müracaata rağmen, Müslümanlardan esirgenmiştir. İster eşitlikçi Osmanlı sosyal sistemini bozmamak için diyelim, ister devlete karşı çıkabilecek, devleti ve toplumu zayıflatabilecek, güçlü bir Müslüman Tebaanın oluşumunu engellemek için diyelim; devlet, Müslümanların sermaye biriktirmesine rıza göstermiyordu.
OSMANLIDA DIŞ TİCARET
Eşitlikçi toplum idealinin bir sonucu olarak ihracat yasaktı veya yüzde 12 ihraç vergisine tabiydi. (mesela, tam tersine ihracat artışı için her türlü devlet desteği sağlanırdı). Böylece Osmanlı üreticilerinin daha yüksek fiyat bulup mallarını yurtdışına satmaları engellenir ve iç piyasada fiyatların ucuz kalması sağlanırdı. İthalat ise serbest ya da yüzde 3-6 arası gümrük vergisine tabiydi. (aynı dönemlerde Amerika, İngiltere, Almanya ve Fransa´da gümrük vergileri yüzde 25 ila yüzde 80 arasında değişiyordu) Böylece yurtdışındaki üreticiler ürettikleri malları Osmanlı pazarlarına getirip rahatça satabiliyor, yerli üreticilerle rekabet edebiliyorlardı. Bu da çarşı pazarda bolluk oluşturduğu için devletin hoşuna gidiyor ancak üreticileri her geçen gün zayıflatıyordu.
(Bu uygulama, kategorik olarak hala devam ediyor gibi; galiba bazı şeyler çok kolay değişmiyor.) Üretilen ürünler genellikle üretildikleri bölgede satılır ve tüketilirdi. Artarsa komşu bölgelere satılırdı. Bunu da aşan bir üretim varsa ve nakletmek de mümkünse İstanbul´a gönderilirdi. İhracat ancak bu süreçlerden sonra toplam ihtiyacı aşan bir miktar kalırsa vergisi ödenmek kaydıyla ihraç edilebiliyordu. Merkantilizm dönemlerinden itibaren, başlıca Avrupa ülkeleri, Osmanlı topraklarında dış ticareti geliştirmek ve kendi tebaasının menfaatlerini korumak için çok sayıda ticari konsolosluk/temsilcilik açmışlardı. Birkaç tane diplomatik misyonu ihmal edersek, Osmanlı Devletinin ne resmi kamu görevlileri ne de özel sektörü yurt dışında böyle tek bir merkez açmadılar diyebiliriz. Bırakın temsilcilik açmayı, mal almak ya da mal satmak için ziyaretler bile neredeyse yoktu. Belediyelerin veya özel sektörün sunabileceği işleri, özel ya da devlet vakıfları zararına veya çok düşük bir ücret karşılığı yerine getirdiği için bu alanda bir ekonomik gelişme yaşanmadı. Yani bedavaya veya çok ucuz bir fiyata üretilen hizmetler alanında yatırım yapmak imkânsızdı ve bu sektörler gelişemedi.
Loncaların yöneticilerini ya devlet atar veya üyeler tarafından seçilir ve kadıya arz edilirdi. Kadı tarafından onaylanırsa göreve başlayabilirdi. Lonca nizamnameleri de kadı onayına sunulurdu. Loncalarda örgütlenen esnafın dilediği kadar üretme, dilediği fiyata satma ve dilediği kadar kar elde etme özgürlüğü yoktu. İşkollarındaki loncalar, üyelerinin ihtiyacını giderecek ancak zengin olunamayacak esaslara göre yapılandırılmıştı. Yerelde kullanılmak üzere üretim yapan ve yerelde üretilmiş malların ticaretini yapan bu esnafın kar oranı da yüzde 5 ile yüzde 15 arasında olurdu. Osmanlı´da neredeyse 500 yıl boyunca, 15 kişi ve üzeri işçi çalıştıran özel sektör firma sayısı bir elin parmakları kadar bile değildir. Devletin 19. yüzyılda özel sektörü teşvik için çabaları ve çırpınışları, yabancılara tanıdıkları imtiyazlardan dolayı, umdukları sonuçları vermez, artık çok geçtir. Devletin ekonomik ve sosyal yapılanmasının tek amacı; vergileri maksimize etmeye yönelik politikalar geliştirmek ve uygulamaktı. Mehmet Genç bu bağlamda Osmanlı´yı ?Fiskosantrik? bir devlet olarak tanımlamaktadır. İlk dönemlerinden itibaren, Osmanlı Maliyesi, önce Tımar, ardından İltizam, sonra Malikâne ve geç dönemde sehm denilen pay senetleriyle devletin harcamaları için gelecekteki vergi gelirlerini satmış ve toplumda tabir caizse para bırakmayan politikalar uygulamıştır. Marksistlerden ödünç olarak ?artık değer? kavramını alırsak; toplumun ürettiği bütün artık değeri devlet maliyesi olarak toplayan ve toplum içinde sermaye oluşumuna izin vermeyen bir yapı oluşmuştu.
Osmanlı Devleti, ihtiyaç duyduğu askeri ve idari bürokrat sınıfını Enderun dediğimiz devlet okulundaki öğrencilerden temin ederdi. Medreseler de mahkemelere kadı olarak atanacak kişileri ve din adamı olmak isteyenleri yetiştirirdi. Devlet, mahkemeler ve medreseler dışında okumuş yazmış adam ihtiyacı olmadığı için eğitim hizmetleri gelişememiş ve okumak yerine bir meslek edinmek, geçinmek amacıyla, daha makbul olarak değerlendirilmiştir. Okuyanlar için tek işveren her zaman devlet olmuştur. Aslında hem Enderun´daki hem de medreselerdeki müfredat ile Avrupa ülkelerindeki müfredat başlangıçta neredeyse aynıdır. Fakat Avrupa´da bürokrat ve yargıçlığa ilaveten, konsolosluk görevlileri, bankacılar, uluslararası ticaret yapan şirket müdürleri, gemi üretim ve yönetim mühendisleri, muhasebeciler, lojistikçiler, satın alma uzmanları, satış uzmanları, çeşitli mühendislikler, fabrika müdürleri, muhasebeciler ve diğer yöneticilere ihtiyaç duyduklarından eğitimin niteliği de dini alandan din dışı alanlara kaymıştır. Bankalar, hizmet kuruluşları, fabrikalar, ulaştırma sektörü bu insan kaynakları sayesinde yönetilebilmiş ve büyüyebilmiştir. Avrupa´daki küçük ve birbirleriyle rekabet eden devletçikler, bu kaliteli insan kaynakları sayesinde bu başarıları pekiştirmiştir.
SONUÇ
Sermaye birikimine izin vermeyen ve ekonomik süreçleri sermaye biriktirilmesi sonucunu doğurmayan bir ülkede; Kapitalizmin gelişmesine, Maturidi-Hanefilik mi yoksa Eşari-Şafiilik mi daha uygundur ben karar veremedim, daha doğrusu alaka kuramadım. Bizim dilimizde İktisat biliminin tarihsel adı, İlm-i Tedbiri Menzil, yani ev ekonomisi idaresi gibi bir anlamı var. İngilizcede ki adı, Political Economy´dir, bu kavram siyaset bilimi ve felsefesini içerir; sosyoloji ve etkili yönetim kendiliğinden bu bakış açısının özünü oluşturur. Kapitalizmi reddetmiş bir medeniyetten, ancak kapitalist bir sistemden türeyebilecek bir ekonomik ve sosyal yapılanma çıkmasını beklemenin mantığı yoktur. Kapitalizm üretim ve büyümede, hala, en etkili yönetim sistemidir; ancak, en eşitsiz gelir dağılımının da hem müsebbibi hem de sonucudur. Toparlarsak, Avrupa tipi ekonomik büyüme ve kalkınma sermaye birikimi ve bu birikimi koruyan değişmez hukukla, biriken bu sermayeyi ülke içinde üretime yönlendirmekle ve üreticilerini yüksek gümrük oranlarıyla korumakla mümkün olabilmiştir. Eğitimde, bilimde, sanatta ve askeri alanda gelişimler de bu süreçlerin bir yan ürünüdür. Bu saydıklarımı bazıları, mesela, Japonlar bizden 100 yıl önce öğrendiler ve limanlarını yabancı gemilere, pazarlarını da yabancı mallara kapattılar. Ancak Amerika´lılar Japonya limanlarını bombalayarak limanlarına girdiler ve pazarlarını serbest ticarete açtılar. Neyse ki, bizim kapılar ardına kadar açık olduğu için bombalanmadık.