Gençliğin özne olduğu hareketler yakın ve uzak tarihimizin en dikkat çeken olgularından biridir. Bünyesinde barındırdığı yoğun dinamizmiyle bu hareketler, genelde, toplumsal değişimin motor gücü işlevi görür. İdealleri uğruna fedakarlığı göze almaları, yeniliğe ve değişime açık olmaları, statükoya karşı muhalif tutumları, muteriz ve asi doğaları sebebiyle genç kuşaklar her dönemde gündemin ilk sırasındadırlar. Denebilir ki gençlerin dikkatini çekmeyi ve onları ikna etmeyi başaran ideolojiler etki üretebilmişlerdir. Bu önermenin tersi de doğrudur. Genç kuşakları etkilemeyi başaramayan ideolojilerin yaşama şansı yoktur. Toplumsal değişim hedefiyle yola çıkan bütün düşünürler/aydınlar/ alimler/ entelektüeller gençlerin dikkatini çekmeyi öncelemişlerdir. Sokrat’ı idama götüren süreç “gençleri yoldan çıkardığı, onlara yeni bir din tebliğ ettiği “ iddiasıyla şekillenmişti. Son Elçi(s.a.v)’nin ilk bağlıları arasında gençler çoğunluktaydı. Davet süresince icabet edenlerin çoğu da gençti…
İdeolojik referanslı gençlik hareketlerinin etkisi sarsıcıdır. Latin Amerika’nın kapitalizme entegre edilmeye çalışıldığı 1960-70’li yıllarda gelişen hareketlerden 1989 Tiananmen olaylarına; 1979 İran devriminden henüz daha hafızalarda canlılığını koruyan Rabia Direnişine; Fransa banliyölerindeki isyanlardan Filistin direnişine kadar gençliğin yer aldığı hareketler, bunlardan sadece birkaçıdır. Tüm bu hareketlerin ortak özelliği sömürgeci bilginin rehberliğinde tesis edilmeye çalışılan yeni dünya düzeninin (iktisadi-içtimai-siyasi-akademik “homojenleş(tir)me“ ) projelerinden duyulan rahatsızlıktı. Bundan dolayıdır ki, müesses nizamın bu hareketlere karşı tavrı oldukça sert olmuştur. Şili ve Arjantin’de askeri darbeler marifetiyle işlenen vahşi cinayetler hala hafızalardaki tazeliğini korumaktadır. Aynı akıbetten sonraları Endonezya ve Çin’deki hareketler de nasibini alacaktır…
İran’ın, küresel istikbarı şok edercesine, gerçekleştirdiği inkılabın motor gücü de gençlerdi. Küresel kapitalizmin merkez üssü ABD’nin İran’da ki elçilik çalışanlarını bir yıldan fazla muhasara altında tutarak unutamayacağı bir ders verecektir bu genç kadrolar. Mürettep İran-Irak savaşı bu kadroların saf dışı edilmesi için kullanılacaktır. Benzer süreci Mısır da yaşamıştır. İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) çatısı altında örgütlenen gençler bir yandan Filistin direnişine destek vererek siyonizmin, diğer yandan ise Baas diktatörlüklerinin ve Körfez tiranlarının gazabını celbetmiştir. İhvan Hareketi’nin birkaç yıl öncesinde Rabia Meydanı’nda gösterdiği direnişin ana omurgası gençlerdi. Mısır zindanları hala bu gençlerle doludur…
Geçtiğimiz yıllarda Occupy Wall Street (Wall Streti işgal et) eylemlerinde de gençler ön plandaydı. Kapitalizmin orta sınıfı sefilleştirmesi, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve vergi yüklerindeki artış gibi gerekçelerle başlatılan bu hareketin (her ne kadar paradigma içi bir muhalefet olsa da),yaklaşık seksen iki ülkeye yayılmasında eğitimli gençliğin oynadığı rol mühimdi…
Gençliğin özne olduğu hareketlere yakın coğrafyamızdan örnek, şüphesiz “Arap Baharı” olarak adlandırılan süreçlerdir. Şimdilerde bu baharın kışa döndüğüne ilişkin yorumlar yapılsa da, gençliğin merkezde yer alması bakımından dikkat çekicidir. Küreselleşmenin sağladığı, “bilginin hızlı yayılımı ” sayesinde dünyada olup bitenlerden haberdar olan genç kuşakların ülkelerinin iktisadi, siyasi, hukuki durumlarını değiştirmek amacıyla başlattıkları mücadeleler (her ne kadar bu mücadele ilmi/entelektüel önderlikten ve yapıcı/kurucu siyasal bilinçten yoksun olsa da) gençliğin oynadığı rolün önemi bakımından kayda değerdir.
Gençlik eksenli hareket/ler/in “direnişle” mücessemleştiği yer, hiç şüphesiz, Filistin’dir. 1948’de küresel istikbarın ileri karakolu olarak inşa edilen İsrail karşısında tek dayanağı gençlik olan Filistin, denebilir ki, gençliği “sürekli direniş” şiarıyla örgütleye(bile)n tek beldedir. Siyonist sömürgeciliğin barbarca tutumuna karşı vakur bir duruşun mümessili olan bu gençlik, Nizar Kabbani’nin deyimiyle, “çıplak ayaklarıyla çölde bıraktıkları izler, tank paletlerinin izlerinden” daha kalıcı olanlardır.
Türkiye ise, özellikle Cumhuriyetin ilanından bugüne, oldukça sık aralıklarla gençliğin özne olduğu hareketlere şahitlik etmiştir. Türkiye için oldukça travmatik sonuçları olan 27 Mayıs 1960 Darbesi’ni hazırlayan en önemli argümanlardan biri de, üniversitelilerin Menderes iktidarı tarafından ağır işkencelere ve katliamlara maruz kaldığı iddiasıydı. Sonraları bu iddiaların darbenin meşruiyet zeminini oluşturmak için (t)üretilmiş tezviratlar olduğu ortaya çıksa da, dönemin muhalif gençlik örgütlerinin eylemleri, Menderes iktidarını zor durumda bırakacaktır. “İktidarın totaliterliği” argümanına yaslanarak icra edilen eylemler kamuoyu farkındalığı oluşturmayı başaracaktır. Üniversite hocalarının da, kimi zaman zımnen kimi zamansa alenen, destek verdiği bu eylemlerin, ülke gündemine etkisi sarsıcıdır.
12 Mart muhtırasında da üniversite gençlik eylemlerinin etkili olduğu söylenebilir. Soğuk savaş hikayesinin cari olduğu yıllarda ABD-Sovyet kavgasının toplumsal-siyasal alandaki karşılığı olan sağ-sol çatışmasının ana üslerinden biri (ve belki de en önemlisi) üniversitelerdi. Köyden kente göçün oldukça hızlı olduğu bu dönem/ler/de, Anadolu’nun saf gençleri, büyük şehirlerin ideolojik atmosferinde birbirleriyle kıran kırana mücadele ederken, bu mücadelelerinin daha yukarıda, ABD-Sovyet mürettep kavgasının yansımaları olduğunun farkında değillerdi. II. Dünya savaşı sonrasında tercihini ABD nüfuz alanından yana yapmak zorunda kalan Türkiye’deki bu ideolojik kavgaların kazananı sağ/muhafazakar/milliyetçi çizgi olacaktır. ABD perspektifinin toplumsal/siyasal alandaki izdüşümü olan sağcılık/ milliyetçilik/muhafazakarlık, sonraları İslamcılığın içini boşaltmak için, oldukça önemli bir işlev görecektir…
12 Eylül ise, gençlik yapılarının neredeyse başrolde olduğu bir tarihsel eşiktir.1970-80 arası, Türkiye de anarşi ve kaosun egemen olduğu yıllardır. Yapay/sentetik sağ-sol çatışması ekseninde oldukça kanlı bir şekilde ilerleyen bu sürecin de kazananı(!) Sağcı/Milliyetçi çizgi olacaktır. Sol’un üniversite ayağı büyük oranda tasfiye edilecek, İslamcı gençlik ise (Metin Yüksel ve Sedat Yenigün katledilerek) sindirilmek istenecektir. Denebilir ki 12 eylül, bu ülkenin en dinamik ve entelektüel seviyesi yüksek gençliğini ortadan kaldırmıştır. İhtilalin kudretli generalinin gençlere hitaben “savaşmayın sevişin” çağrısı, kapitalist/neo-liberal değer sisteminin tahkim edilebilmesi için gerekli olan motivasyonu işaret etmesi bakımından manidardır. Nitekim 12 Eylül’ün akabinde Türkiye, sağ/muhafazakar Özal çizgisiyle küresel kapitalizme tam entegrasyon adımlarını atacaktır.
Ancak buna rağmen üniversite gençliğinin merkezde olduğu hareketler bitmemiştir. Sindirilmek istenen İslamcı gençlik 1990’lı yıllara gelindiğinde sahnededir. İdeolojik olgunlaşma sürecini 1980 sonrasında muhafazakar milliyetçi havza(lar)dan bağımsızlaşarak tamamlamaya çalışan İslamcı gençlik (ki bir kısmı Refah Partisi saflarındadır), üniversitelerdeki tesettür yasağından ulus-devletin homojenleştirici doğasına; Bosna-Cezayir ve Filistin direnişinden Rusya’nın Çeçenistan katliamına kadar bir dizi meseleyi Türkiye gündemine taşımıştır. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, 1991 de ise Sovyetlerin dağılmasıyla moral motivasyonu derinden sarsılan sol’un nispeten geri planda kaldığı bu dönem, 28 şubat sürecine kadar ağırlıklı olarak İslamcı gençliğin aktif olduğu bir dönemdir. 28 Şubat post-modern darbesi, oryantalist havzalarda üretilen ”Siyasal İslam” terkibiyle bu gençliği “kriminalize ve terörize” etmek isteyecektir. Ancak buna rağmen İslamcı Gençliğin mücadelesi 28 şubat sürecinde de devam eder. Bu süreçte ağırlıklı gündem lise ve üniversitelerde uygulanan tesettür yasağı, cezaevlerinde artık rutin hale gelen işkence ve kötü muamele, İsrail’le geliştirilen ilişkiler ve imam hatip okulları üzerinden İslami değerlere yapılan saldırılardır. Türkiye çapında organize edilen eylemlerde gündemi yine “gençlik” belirlemektedir.
2000’li yıllara gelindiğinde ise gençlerin merkezde olduğu ve kitleselleşmesi yönüyle de dikkat çeken en önemli hareket, Gezi Parkı eylemleri sayılabilir. İdeolojik rengi pek belli olmayan bu hareketin oluşturduğu atmosfer, bir anda dikkatleri Türkiye üzerinde toplamıştır. ”Arap Baharı”nın sağladığı moral motivasyonla bir “Türk Baharı” beklentisinin arttığı bu süreçte devlet aygıtı “ne yapacağını bil(e)meyen” bir pozisyonda bulmuştur kendini. Kimilerine göre bir takım ajan provakatörlerin kışkırtması, kimilerince de iktidarın otoriterleşmesinin tabi sonucu olarak değerlendirilen bu hareket, Osmanlı’dan günümüze kadar farklı saiklerle cereyan eden gençlik hareketleri içinde “ne istemediğini bilen ve fakat ne istediğini bilmeyen” anarşist ve ideolojisiz doğası bakımından istisnaidir. Bu yönüyle Gezi eylemlerinin karakteristiği “post-modern”lik olarak tebarüz eder.
Şimdilerde ise adına “Z Kuşağı” denilen ve sanki yeni bir “tür” müş gibi muamele gören genç kuşakların Türkiye’nin siyasal geleceğini etkileyeceği iddiası oldukça rağbet görüyor. Burjuva protestan kültür kodlarından ilham alan modern sosyolojinin kavramsal çerçevesine sadık kalınarak öne sürülen bu iddianın toplumsal bütünlüğü görmezden geldiği ve kapitalist/neo-liberal değerler sisteminin değirmenine su taşıdığı gerçeği inkar edilemez. Toplumu kompartımanlara ayırarak yapılan her değerlendirme bütünlük bilincini zaafa uğratır. Post-modern paradigmanın istediği tam da budur… Böylece her kompartıman için belirleyici ve tayin edici bir değer sistemi icat ve ihdas etmenin önü açılmış olacaktır. Siyasi istikbalini “Z Kuşağı” nın ilgisine bağlayanlar, ne yazık ki, bu gerçeği gör(e)memektedir. Alamet-i farikası hamaset ve popülizm olan Türkiye’ye özgü siyaset dili/söylemi aracılığıyla gençliğin entelektüel ilgisi-kapasitesi-üretkenliği tarumar edilmiştir. Entelektüel bağımsızlık mücadelesini başlatmadıkça bu kaotik durumdan kurtulmak mümkün görünmüyor. Sözünü ettiğim bağımsızlık mücadelesi başladığında, tatlı yalanlarla oyalanmak yerine acı gerçeklerle yüzleşebilecek bir bilince sahip olabileceğiz.
Kaynak: Farklı Bakış