Büyük Tolstoy, “Savaş ve Barış”ta toplumların gidişatından bahsederken “zamanın bir yerinde ilahi bir güç, o toplumun kaderini değiştirmek üzere birisini seçer” diyerek başlar Napolyon’un Moskova’ya yaptığı seferin sonuçlarını anlatmaya.
Fazla uzatmadan yekten söyleyeyim söyleyeceğimi:
Sayın Devlet Bahçeli, bu mesele suhulete kavuşursa eğer, şu anda belki de yüz yıllık ortak geleceğimizin değiştiren bir devlet adamı olarak “ilahi bir güç tarafından” seçilmiş bir insan olarak geçecek tarihimize.
Tolstoy yine aynı romanında, “Alıştığımız yolun dışına çıktığımız zaman her şeyimizi kaybettiğimiz düşünürüz; ama yeni ve iyi bir şey olacaksa eğer alıştığımız yolun dışına çıktığımız zaman başlayabilir,” diyor müthiş bir bilgelikle.
Konforunu bozmak her babayiğidin harcı değildir. Herkes göze almaz şair sözüyle “kalabalığa faydalı olmanın bedelini”. Hesap yapmak, çoğu zaman hesap adamını o hesapların içinde boğabilir.
Görüşen herkesin ortak fikridir; Sayın Bahçeli, hiçbir hesap yapmadan kalkışmış bu muazzam işe, tahmin bile edemeyeceğimiz bir samimiyetle hem de…
*
Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” şiiri,
“Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
Mendilimde kan sesleri”
diye biter.
Bu şiirle tanıştığım günden beri, her okumada ciğerimden kan damlar. “Dağılmış pazar yerlerine” benzeyen memleketimizin şiiridir bu şiir. Biz ki çoğu zaman “Gelmiyor içimizden hüzünlenmek” bile, “Gelse de/Öyle sürekli değil/Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün” bizde… “Şenlik toplumudur” bizimkisi, “Metris’in önünde durdum” şarkısıyla bile göbek atıyoruz.
Oynuyoruz ama “bir mendil de durmadan kanıyor” işte. Şairin “Ahmet Abi”ye sorduğu sorunun cevabını düşünürken yıllar yılı, yazı yolculuğumun bir durağında bu şiirden mülhem bir kitabıma “Bir Dil Niye Kanar?” adını koydum 2010’lu yılların başında. Kitabım çıktığında, sorumun cevabını ilk söyleyen yakın arkadaşım Sırrı Süreyya Önder olmuştu: “Başka bir çaresi yok da bu yüzden qardaş” dediydi bana.
*
Tolstoy’un yazının girişine aldığım sözünü doğrularcasına Devlet Bahçeli’nin “bu kanayan yaraya” çare bulmak için girişimde bulunmaya kalkışması “bu ilahi gücün” kudretinden başka bir şey değildir bana göre. Şimdi birçoğumuz panik içindeyiz. Çünkü Devlet Bahçeli, hiç beklemediğimiz bir anda, “dağılmış pazar yeri gibi darmadağın bir haldeyken memleket”; milliyetçilik her yerde yükselirken dalga dalga, her şeyi göze alarak, yine Tolstoy’un deyimiyle “alıştığımız yolun” dışına çıkardı hepimizi. Alıştığımız yoldan sapmazsak yeni ve kıymetli olanı bulmak mümkün değildir diyor hepimize. Şimdi, yolun bu merhalesinde “yeni ve iyi bir şeyler” oluyor; olup bitene bütün siyasi partilerin, figürlerin, halkın ezici çoğunluğunun, devletin, sivil tolumun destek vermesi umudumuzu daha da büyütüyor. Değil “Metris’in önü” şarkısıyla, “Huma kuşu yükseklerden seslenir” uzun havasıyla bile oynamak geliyor içimden.
*
Ben baştan beri, Türkiye’de bir “Kürt sorunu” değil, bir “Kürtçe sorunu” olduğunu söyleyip durdum. Kürt meselesinin çözümünün, “Kürtçenin kanamasının” durdurulmasından geçtiğine inandım. Ama ille de “Kürt sorunu” diyorsanız hâlâ; bunun çözümü de Kürtler adına siyaset yapanların, ellerine silah alıp dağa çıkmak yerine -ki her türlü silah namertlerin aracıdır, doğada silah yoktur, bütün yaratıklar güçleri oranında savaşır hasmıyla, bir alet yapıp ötekine fırlatmak insan denilen namert yaratığın icadıdır-, Ankara’da Türkiye’nin yönetimine “ortak olmaya” karar vermeleriyle mümkün olur diyorum onlara. İnsansız hava araçları çağında, kaleşinkof hiçbir halka kurtuluş getirmez.
*
Yaşasaydı da bugünleri görseydi diye hayıflandığım, Kürtlere hep aklı, bilgiyi, sağduyuyu, diyaloğu, sözü, toleransı, tahammülü öğütleyen rahmetli Mehmed Uzun’un Kürtçe yazdığı bir kitabının adı “Hêz û Bedewiya Pênûsê”, yani “Kalemin Gücü ve Güzelliği”dir. Bundan tam 333 sene evvel büyük Kürt mutasavvıfı, muhteşem “Mem û Zîn”in büyük yazarı Ehmedê Xanî de, ta o zamanlar Kürtlere “kılıcın soğuk, ağır kabzasına sarılacağınıza, divitin sıcak, tüyden hafifliğine” sarılın diye öğütlemişti. Ama işte ne yazık ki yaşadığımız coğrafya “keder olup” karıştı kanımıza.
*
Gelelim benim birazcık da kişisel meseleme… Geçen gün yazdığım terzilerle ilgili yazıda, Diyarbekirli Terzi Niyazi’nin “Dünyanın en güç siyasi vazifesi Kürt olmaktır” sözünü hatırlatmıştım. Bu sözü, en çok benim ve Mehmed Uzun’a benzer diğer Kürt münevverlerinin dramına denk geldiği için, Mehmed Uzun’un hayatını anlattığım “Sen û Ben” kitabıma epigraf yapmıştım.
Rahmetli Mehmed Uzun'un hayatı çokça bu sözü doğruluyordu çünkü. (Roman yazıyordu, bir dil, bir milli şuur yaratmaya çalışıyordu ama herkes ondan “aktivstlik” bekliyordu. Çünkü alıştıkları tek “mücadele yöntemi” buydu.) Bu yüzden aklıma geldikçe düşünürüm bu söz üzerine. Kürtlerle ilgili yazacağım hemen hemen her yazının içine yerleştirebilirdim rahatlıkla, söyleyeceğim birçok şeyi özetliyordu çünkü.
*
Bir zamanlar Kürt olarak dünyaya gelmek, haksızlık olarak geliyordu bana. Allah'ın sana verdiği anadilinle hiçbir şey yapamıyordun çünkü. Hatta dilin, başına belaydı. Seni hemen “ötekileştirir”, sürüden ayırır, kamusal hayatın dışına atardı. Sen anadilinin yasaklı olduğunu anladığında ise bir ikilemle karşı karşıya kalıyordun. Ya o yasağın saçma bir yasak olduğunu yüksek sesle dillendirir, o yasakla mücadeleye girişirdin -ki bu bazen hayatına mal olabilirdi- ya da sana dayatılan yeni kimlikle yaşamayı seçer, asıl kimliğin içinde hep bir yara olarak kalır, yeni kimliğini üzerinde hep bir emanet olarak taşırdın.
*
Kürt olarak dünyaya geldiğinde, sen istesen de istemesen de artık bir “siyasisi”ydin. Siyaseti burada gündelik politika anlamında kullanmıyorum. Bir toplulukta “ben Kürt’üm” dediğinde üzerindeki bakışların niteliği aniden değişirdi. O zamana kadar bakmadıkları gibi bakarlardı sana. Böylesi anlarda eğer kimliğini tam içselleştirememişsen, kem küm ederek oralardan koptuğundan dem vurur, sadece köklerinin oralarda kaldığını hatırlatır, “Kürtçe anlıyorum ama konuşamıyorum” der, bu da kâr etmez, aslında hepimizin insan olduğunu söyler, bir öz savunmaya girişir, söylediğin şeylere kendin de inanmaz, debelenip dururdun.
Dilin çoktan siyasi bir nitelik kazanmış, siyasetin dolaylı aracı haline gelmişti çünkü. Kürtçe konuşmaya başladığında, istersen kımıl zararlısından bahsetmiş ol, istersen türkü söyle, ister hava durumundan konuş, ne anlatırsan anlat aslında “siyaset” yapıyordun. Bu “siyaset”, bazen “küfür” ve “hakaret”, bazen de “bölücülük” olarak anlaşılırdı. Vakti zamanında, kamusal hayatın içinde, kalabalık muhitlerde Kürtlerin Kürtçe konuşmalarından imtina etmelerinin sebebi buydu. Dilleri başına belaydı ve bu belayı ağır bir yük olarak taşıyorlardı yorgun omuzlarında.
(1990’lı yılların başında, Türkiye’nin en büyük reklam ajanslarından birisine metin yazarı olarak girdim. Annem Türkçe bilmediği için, açık ofiste, yüksek sesle onunla Kürtçe konuşurken herkes başıma toplandı, konuştuğum o tuhaf dili merak etmişlerdi. Ben de gülerek “İspanyolca konuşuyorum” demiştim, İspanyolca bilen birisi, “hiç benzemiyor”deyince, “konuştuğum dağ İspanyolcasıdır” demiştim.)
*
Terzi Niyazi Usta'nın sözünü ettiği “siyasi vazife” böyle bir şeydi işte. Kürt olarak dünyaya geldiğinde, sen istemesen de bir “vazife” adamıydın. Devlet nezdinde, Kürtçe konuşmakla bölücülük yaptığını sananların yanında durum böyleydi de; Kürtler adına siyaset yapmaya soyunmuş, “kim Kürt olarak doğduysa benim yaptığım her şeyi onaylamalı, aksi takdirde o bir haindir” diyerek yıllar yılı totalitarizmin bayrağını Kürt'ün böğrüne saplamış bazı siyasi aktörler farklı mı düşünüyor, farklı mı davranıyor sizce?
*)Çok teşekkür ederim Sayın Bahçeli