Bugün benden yine ekonomik sıkıntılarımızla ilgili mi, yoksa Rusya-Ukrayna savaşı ve onun ülkemiz açısından ne anlama geldiğine dair mi bir yazı bekliyorsunuz?
Günler hatta haftalardır aynı konularda yazılmış yazılardan bıkmış olabilirsiniz, o sebeple bugün farklı bir yazıyla karşınızda olacağım…
Netflix tarafından bayağı masrafla desteklenmiş, Türkçe konuşanlara ‘Pera Palas’ta Gece Yarısı’, dünyaya ise ‘Midnight at the Pera Palace’ adlarıyla sunulan diziyle ilgili tartışmaya ben de katılacağım.
Her konuda ahkam kesmeye ve keskin cümlelerle insanları yargılamaya alışmış birinin dizide başrolün tevdi edildiği genç bir sanatçıyı beğenmemesinin başlattığı tartışmaya…
Kötü oyuncuymuş o sanatçı, yazar kendisinden nefret etmiş…
Yazısına ve hükmüne karşı çıkanlar ‘nefret’ sözcüğünden ‘nefret suçu’ çıkarmışlar… Beğenmediği genç kadın sanatçı, yazara ‘vasat herif’ diye seslenen mesajlar yayınladı…
Türkiye bunu ve dizinin ‘müsamere’ düzeyinde olup olmadığını tartışıyor.
Mutlaka bir tartışma açılacaksa, dünyada ismi ülkemizden fazla bilinen İstanbul kentinin tarihiyle ilgili çok önemli bir zaman dilimine aşinalık kazandıracak dizinin senaryosu etrafında bir tartışma açılması daha uygun olurdu.
Yakup Kadri’nin ‘Sodom ve Gomore’ adlı romanında anlattığı, iki kez (ilki Kasım 1918, ikincisi Mart 1920) İngilizler tarafından işgali sırasında İstanbul’da yaşananlar, başlı başına bir diziye konu olabilecek zenginlikte.
Dizinin senaristleri, bir başka kitaptan, Charles King’in aynı adla Türkçeye de çevrilmiş kitabından yararlanıp muhayyilelerini de kullanarak o dönemi anlatmaya çalışmışlar. Bu arada, eserleri kutsal kitaplardan sonra en fazla okura kavuşmuş polisiye romanlar yazarı Agatha Christie’nin 1920’lerde sıkça uğradığı otelin 411 numaralı odasına atfedilen esrarı da senaryoya katmışlar.
Günümüzden çıkıp 100 yıl önceye gidilen zamanda bir seyahatı dizileştirmişler…
Atatürk’ün Mustafa Kemal olduğu ve İstanbul’da yaşadığı günlerde bir ara Pera Palas’ta kaldığı bilgisi de diziye hoş bir anlam yüklemiş…
‘İngiliz Kemal’ lakabıyla maruf Ahmet Esat Bey..
Ben yalnızca ilk iki bölümünü izlediğim için senaryoda o dönemde istihbarat faaliyetlerine başlamış olan ‘İngiliz Kemal’ lakaplı ünlü Türk casusu Ahmet Esat (Tomruk) da yer alıyor mu, bilemeyeceğim. [Devamını da izleyeceğim.]
Recai Sanay’ın bizzat kendisiyle de konuşup hayatından kesitler sunarak yazdığı altı ciltlik kitapları, İngiliz Kemal’in başlı başına bir diziye konu olmasını sağlayabilir.
‘Pera Palas’ dizisi bu yoldaki çalışmalara öncülük etmesi yönüyle önemli.
Bizler ise, dizinin konusu etrafında görüş açıklamak yerine, genç bir sanatçıyı yerin dibine batırmayı marifet sanıyor, bu konu etrafında mürekkep tüketiyoruz.
Gelelim İngiliz dizisine
Pera Palas dizisinin ancak ilk iki bölümünü izleyebilmemin sebebi, dikkatimi bütünüyle bir yabancı diziye vermemin gerekmesiydi. İngiliz ITV kanalında pazar akşamları yayınlanmaya yeni başlamış ‘The Ipcress File’ dizisine…
Ne yazık ki, orada da, dizinin başlattığı tartışmaların odağında, başrolün kendisine emanet edildiği genç bir erkek sanatçı var…
Daha önce başarıyla canlandırdığı bir-iki dizideki rolleriyle karşılaştırıp buradaki rolünü zayıf buluyorlar.
‘Ipcress’ dizisi kanalın internet sitesine konulduğu için bütün bölümlerini (6 bölüm) izleyebildim.
Konu bana bugünleri ve ‘Pera Palas’ dizisinde anlatılan İstanbul’un işgal altındaki günlerinde yaşananları hatırlattı.
Nedenini açıklayayım.
Dizide İngiltere’de varlığı bilinen iki casusluk örgütü (MI5 ve MI6) yanında, gizlinin gizlisi bir başka casusluk örgütünün elemanlarının macerası anlatılıyor. Nükleer alanda çalışan bir bilim insanı kaçırılmış, örgüte onu bulup geri getirme görevi verilmiştir.
Bilim insanını Sovyetler Birliği elemanlarının kaçırdığı, Beyrut üzerinden Moskova’ya götürmek üzere yola çıkarıldığı bilgisi vardır.
Oysa adam CIA tarafından kaçırılmıştır.
Amerikalılar İngiliz istihbaratının dikkatini Sovyetler üzerine çekmeyi ve işbirliği yapar görünerek onun bir ajanını çok daha başka bir amaçla kullanmayı planlamışlardır.
Plan CIA unsurlarının ve Amerikalı generallerin içerisinde yer aldığı çok gizli bir gruba aittir.
Gizlinin gizlisi o grup, halk tarafından seçilmiş sevilen başkan John F. Kennedy’nin politikalarını beğenmemekte ve onu ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
Kennedy’e suikast düzenleyecek ve bunu beynine zamanı geldiğinde harekete geçmesi için müdahale edilmiş İngiliz casus eliyle gerçekleştireceklerdir. [Kennedy’e suikast 22 Kasım 1963’te gerçekleşmiş, onu Moskova’da beynine müdahale edildiği söylenen biri öldürmüştür.]
İşin içine Çinlileri de katar plancılar. Beyinle oynama işinin Çin’de yapıldığı hissini verecek bir mizansen yaratırlar. Kendisinin Çin’de hapis tutulduğunu hissettirmek üzere kurulan tezgah, işkenceye maruz bırakılan İngiliz casusun kaçmasıyla faş olur. Pekin yerine Londra’da tutulduğunu anlar casus.
CIA’den maaşlı İngiliz bakan da suikast tezgahının içindedir.
Kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinmediği casuslar dünyasından kesitler bulunur dizide.
Len Deigton’un 1962’de çıkan romanı üç yıl sonra Michael Caine’in başrolüyle filme çekilmişti. Olağanüstü başarılı bulunmuş ve ardından hemen iki, hayli sonra ise yine iki devamı filme dönüştürülmüştü.
‘Harry Palmer filmleri’ diye adlandırılan filmler kendi janrında birer efsanedir. Yeniden dizi halinde çevrilince, eleştirmenlerin, dizinin başrolünü üstlenmiş Joe Cole’ü 160 filmde oynama rekoruna sahip bir yaşayan efsane olan Michael Caine ile karşılaştırma yoluna gitmeleri ve Cole’ü zayıf bulmaları doğal.
Günümüze gelelim
İstanbul’da geçen ‘Pera Palas’ dizisinde anlatılan, Rusya’da Çar ailesinin kanlı biçimde yok edildiği, yeni döneme ayak uyduramayanların kaçıp İstanbul’u mesken tuttukları bir dönemdir. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin yaşandığı günümüzde, Batı ülkelerinde yaşayan Putin’e yakın milyarderler ile savaşa karşı çıkan Ruslar’ın İstanbul’a sığındıkları görülüyor.
Ne kadar ilginç değil mi?
‘The Ipcress File’ dizisinde sergilenen ABD ve İngiltere’de oluşturulmuş ‘gizlinin gizlisi’ istihbarat örgütlerinin birbirlerine kazık atmalarına benzer olaylar, Rusya-Ukrayna savaşı öncesi ve sırasında -yani günümüzde- yaşanmıyor mudur acaba?
Yoksa yine savaş ve hatta ekonomi konularına da mı girmiş oldum bu yazıyla?