Geçmiş Anılarımızdan (2) - “Emek Verilen Her Şeye Saygı Duymak Gerekir”

Hasan ALICI'nın HİKMET AKADEMİSİ'NDEKİ Yazısı;

Geçmiş Anılarımızdan (2) - “Emek Verilen Her Şeye Saygı Duymak Gerekir”

“Ey müminler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bazısı günahtır.” (Hucûrât, 49/12)

 

Hasan ALICI

Hasan ALICI

Ebu Hureyre’den (r.a.) bildirildiğine göre: Allah Resulü (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Su-i zandan çekininiz. Çünkü su-i zan, sözlerin en yalanıdır. Birbirinizin eksikliğini görmeye ve işitmeye çalışmayınız. Birbirinizin özel hayatını araştırmayınız. Menfaatte bencillik yapmayınız. Hasetleşmeyiniz. Birbirinize nefret etmeyiniz. Birbirinize arka dönmeyiniz. Ey Allah’ın kulları! Hepiniz, kardeşler olunuz.”

Kitap kulübünde otururken telefon çaldı, kaldırdım ahizeyi, başka ilde okuyan Malatyalı bir arkadaş. Selam, hal hatır sorduktan sonra, abi senden bir istekte bulunacağım, dedi. Ben de buyur kardeş, dedim. Abi bu şehirden, şu isimli bir arkadaşımız bizim memlekete gelecek; ilgi, alaka gösterip misafir ederseniz memnun olurum, dedi. Ben de, tabi ki memnuniyetle, dedim. “Ancak bu arkadaşımız, bizim ilin ismini ve arkadaşlarımızı çok sevmiyor. Hangi İslami meselelerin konuşulduğu toplulukta bulunsam hep bu ildeki arkadaşlarla karşılaşıyorum. Bir yerde yirmi kişi varsa, tanıştığımızda yedi sekiz kişi bu ilden çıkıyor diyor. Anlayacağın bize ve bizim memlekete karşı ön yargılı. Bu ilde nasıl bir tılsım var gidip görmek istiyorum, bundan dolayı gezmek, tanımak ve görmek için oraya geliyor.” dedi. Gelsin baş göz üstüne, “kul kusursuz olmaz” derler, gezsin görsün, dedim. Ben de o arkadaşa biz üniversitede okurken bir gün kalabalık bir cemaatte tanışırken baktım. Malatyalı arkadaşlar çoğunlukta, homurdananlar olur korkusuyla ben de kendimi Sivaslı olarak tanıttım. Orada birisi Sivas’ta şunu tanıyor musun, tanımıyorum; bunu tanıyor musun, tanımıyorum; baktım mesele uzayacak, “Babam tren şoförü, hiç Sivas’a gitmedim, küçük yaştan beri Malatya’da yaşıyoruz.” dedim. Bana döndü, anlamlı ve sert bir şekilde, kardeş ben de Malatyalıyım desene, dedi. O gün anladım, “Su-i zan”, önyargı, her kesimde aynı sanki. Bu tanışmadan beri Malatya hariç, hiçbir yerde Sivaslıyım demedim. Konuşmayı fazla uzatmadan arkadaşın geleceği otobüs firmasını ve saati öğrendim. Bir arkadaşla konuştuk, o arkadaşa “Sabah terminalden alıp yürüme mesafesindeki Çağrı Kitabevi’ne getirirsin. Ben de sabah evden kitabevine gelirim, orada buluşuruz.” dedim.

 Sabah evden çıktım, yürüyerek kitabevine geldim. Kitabevi dedim; ama sizlere sıradan bir kitabevi gibi gelmesin. Kitabevi Malatya’nın bir semti olan Sıtmapınarı’nda. Bu semt, çarşının bir küçük versiyonu. İnsanlar, birçok ihtiyacını çarşıya gitmeden burada bulabilirler. Anadolu şehirlerinde genellikle sadece bir çarşı bulunur; ancak İstanbul’da her semtte bir tane bulunur. Malatya’dan İstanbul’a bir arkadaş gitmiş. Gençler bunu karşılamışlar. Sormuşlar, abi nereye gitmek istersin. O da, hele bir çarşıya gidelim, demiş. Gençler, birbirine bakmış, sonunda karar vermişler, Eminönü’ne götürmeye. Sanırım çarşı dedim; ama herkes anlar.  Sıtmapınarı’na kitabevi, bilinçli açılmış. Aynı zamanda bu kitabevi, kitap temin etme, bilmediğini sorma, dinlenme, sohbet etme, dostlarla buluşma mekânıdır. O semtte birçok okul var, Malatya’nın da tek İmam hatip lisesi burada. Kitabevi, çok küçük; ama etkisi, çok büyük. Ben ve benim gibi nice genç, yaşlı, işçi, memur, esnaf ve daha birçok insan, burada tanışıp kaynaşmıştır. Bu yerler, kitabevinden çok, bir mekteptir aynı zamanda. Tabi ki sahibi de, bilinçli öğreticidir. Kitabevine gelen öğrencilere, büyüklere, küçüklere kol kanat geren, onların okuması, yetişmesi için çaba sarf eden birisidir. Kitabevi küçük; ancak manevi alanı çok büyük bir yer. Kapıdan içeri girdiğinizde tam karşıda azami dört beş kişinin oturacağı kitabevinden ayrı gibi görünen bir yer gözünüze çarpar. Bu ufak yerde, küçük tahta tabureler var ve duvarlarının üç yanını kitap rafları doldurur. Buradaki kitaplar, gençlere verilmek üzere hazırlanmış “Oku Getir” kütüphanesidir. Kitabevinin sahibi, Ali abi. Ben, Ali Abi’yi çalıştığı devlet dairesinden tanırdım. Oradan ayrılarak insanlara daha faydalı olmak için bu kitabevini açtı. Bana bir kitap vermişti. Daha sonra yanına geldiğimde kitabı okuyup okumadığımı sordu. Anladım ki, bir şeyler soracak, bitirmedim abi, dedim. Daha sonra yanına gittiğimde bitirdiğimi, söyledim. Bana o kitaptan bir cümleyle o kadar güzel anlayabileceğim, hayatın içinden, mükemmel diyeceğim bir üslupla, analizini yaptı ki, hayran kaldım. 

Ali Abi; bir saniye olsun yerinde duramayan, enerjik, hayat dolu, arada sırada sakalına yumuşak bir şekilde okşayan, güleç yüzlü, eli hiç durmayan, rafta duran, senin düzgün sandığın kitapları arada sırada elinin tersiyle iten, hatta bazılarını tekrar alıp tekrar yerine koyan, bunları yaparken de bir meseleyi izah etmeye çalışan, hisli ve duygularını gösterebilen, heyecan dolu, mütevazı,  temiz kalpli, kıpır kıpır bir insandı. Bir dava uğruna mevki ve makamı terk etmiş, toplumu bir amaç uğruna yeniden inşa etmek için uğraş veren birisiydi. “Ömürler, bir gün bitmek içindir. Önemli olan iki parantezin arasını neyle doldurduğunuz.” İnanıyorum ki, Ali Abi, çok güzel şeylerle doldurdu. Allah, rahmet etsin. Bazı ölümlerin acısı, hep yeni kalıyor.

Kitap kulübüne bir misafir geldiğinde, birçok yere uğradıktan ve yemeklerimizi yiyip çaylarımızı içtikten sonra, karınları tok yeterince çay içmiş bir şekilde Ali Abi’nin dükkânına götürür idik. Ali Abi de, bizlere kızardı. Çünkü Ali Abi, misafire ne ikram etmeye kalksa misafirler, kabul etmezdi. Aynı zamanda otogar buraya yakındı. Bir seferinde gelen dört misafiri biraz vakitleri olduğu için Ali Abi’ye uğradıktan sonra yolcu edelim, dedim. Gittik, Ali Abi, misafirlere çay ısmarlamak istedi, dördü birden ayağa kalktı, aman abi yeter, dediler. Çok içtik, teşekkür edersiz, dediler. Yemek, dedi; abi yeni yedik, karnımız tok, dediler. Ali Abi, bana döndü, kızarak, bu ne kardeşim, gelen misafirleri yedirip içirip ondan sonra buraya getiriyorsunuz, dedi. Çaysız sohbet olur mu, deyince misafirler, o kızgınlık sonrası, istemeyerek de olsa bir çay içebiliriz abi, dediler. Arkadan ikinci çaylar, geldi. Gitme vakti gelmişti. Kalktık, dışarı çıktığımız da misafirlere döndüm, dedim: “Bir çayı zorla içtiniz, o ikincisi neydi?” Dediler: “Abi sohbet güzeldi; zamanımız olsaydı, üçüncüyü de içebilirdik; sorularımızı sorar, o sohbeti dinlerdik, çayı da içerdik.”

O gün gelecek misafirimize dönersek, sabah evden çıktım, yürüyerek kitabevine girdim, selam verdim. Ali Abi ile hoş beş ettikten sonra misafirimizin geldiğini ve arkadaşla arkada oturduğunu gördüm. Misafirimize, hoş geldin, dedim. Zaten Ali Abi, kahvaltıyı hazırlamıştı. Ekmek, eksikti. Ekmek alayım, dedim. Malatya’da kahvaltı, sıcak ve açık ekmekle yapılır. Hiç unutmadığım bir anıdır. İstanbul Fatih’te “Duvar Dibi”nde farklı memleketlerden arkadaşlarımızla oturuyoruz, çaylarımız geldi. Malatyalı bir arkadaşımız elinde, bizim açık ekmek dediğimiz ekmeği, bizim masaya koydu Malatya ekmeği, buyurun çay altı olsun, dedi. Oradaki başka ilden bir arkadaş, ekmeği aldı, bir sağa çevirdi bir sola çevirdi, bu tırnaklı ekmek, dedi. Her yerde bulunur, Malatya ekmeği nerden çıktı, dedi. O bize dedi, dedim. Biz İstanbul’da buna “Malatya Ekmeği” diyoruz, dedim. O esnada Malatya’dan bir arkadaş gelmiş, oradan geçerken beni görmüş, yanıma geldi. Ayağa kalktım, hoş beş ettik. Buyur otur, dedim. Arkadaşa da çay, istedim. Büyük bardakta çay geldi. O arkadaş da çay bardağını kaldırarak şöyle dedi: “Burada da Malatya bardağı.” O başka ilden olan arkadaş da, çay tabağını, çay kaşığını işaret ederek, bunlar da Malatya’nın kardeş, dedi. Ben de o arkadaşa biz dışarı çıktığımızda Malatya özlemi, hasreti çekeriz; bu davranışlarımızı normal gör, dedim. Velhasıl Ali Abi ile birlikte ekmek almak için kendimizi dışarda bulduk. Ben fırsat bu fırsat, Ali Abi’ye arkadaşın durumunu izah ettim ki, ona göre konuşsun. Biz kahvaltıya başladık, dükkâna girip çıkanlar, selam verip hal hatır ettikten sonra ekmeğin ucundan biraz koparıp alanlar oldu. Kahvaltı, bitti. Ali Abi de kahvaltıda epey bir güzel konuştu. Misafirimize, kalkabiliriz, dedim. Misafirimiz, biraz daha kalabilir miyiz, dedi. Olur, dedim. Ali Abi ile karşılıklı epey sohbet ettikten sonra kalktık.

Otobüs beklerken misafirimiz, abi gideceğimiz yer uzak mı, dedi. Uzak değil, dedim. Çok oturduk, yürüyerek gitmemiz mümkün mü, dedi. Mümkün, dedim; yürümeye başladık.

Tekel’in önünde birkaç arkadaşa rastladık, selamlaştık, hal hatır sorduk, yolumuza devam ettik. Dörtyol’da Hasan Begeç Hoca’yla karşılaştık. Selamlaşmadan sonra misafirimizi tanıştırdım. Hoca, bize, “Beş dakikanız var mı?” dedi. Buyur hocam, dedim. Bizi bir kenara çekti. Konuşmaya başladı: “Dün akşam Radyo Selam’da “İyi Bir Müslüman Nasıl Olur?” konusunu tartışıyorlardı, telefonla birkaç kez aradım, düşüremedim.” Ben de, “Hocam, çok yoğun arama vardır, ondan telefon meşgul çalmıştır.” dedim. “Telefon bağlansaydı diyecektim ki: Kardeş, iyi bir Müslüman gerçek anlamıyla Allah’a teslim olandır. Onun emirlerine harfiyen uyandır. Adaletli, erdemli, ahlaklı, sözüne güvenilen, mütevazı olandır. Müslüman kimseye kin tutmaz, kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz; zarif, nezaketli, içi dışı bir olandır. İşini, görevini, yaptığı mesleği en iyi yapandır. Hakka çağıran, insanlara karşı yumuşak ve merhametli olandır. İffetli, ahlaklı, sabırlı ve ümitvar olandır.” Arkasından, “Müslüman, külüstür olan değildir.” Dedi, bitirdi. Ben de, hocam külüstür Müslüman nasıldır, dedim. O da, ya hani araba vardır ya, “131 Murat” çok görürsün; onun sağı solu, arkası önü, üstü yanı çarpılmış, içine geçmiş, boyaları dökülmüş; işte onun gibi, dedi. Hep birlikte gülüştük, müsaade istedik, yolumuza devam ettik. İleride bizimle aynı istikamette giden “Üstat” ile karşılaştık. Selamlaştık. Misafirimize, bu “Üstat” dedim, tanıştırdım. “Üstat”a yolda Hasan Begeç’le karşılaştık diyecek oldum,; Üstat, hemen Hasan Hoca’nın her zaman söylediği “Allah seni inandırsın, kardeş bir dakika” sözünü söyledi. Ben de Üstat, aynen öyle oldu, dedim. Selam verdim, biz yolumuza devam ettik.

Akyol Pasajı’ndan içeri girerken hocayla karşılaştık, misafirimizi tanıştırdım. “Hocam daha sonra müsait olursan, görüşebilir miyiz?” dedim. O da, buralardayım, dedi. Geçtik, Talebe Kitabevi’ne. İçeri girdik; içerisi, biraz kalabalıktı. Kim, yeni kitap soruyor; kimi, bir tefsirin fotokopisini çektiriyor. İki kişi, bir kenarda bir mesele tartışıyor. O esnada yanımıza gelen arkadaşlarla misafirimizi tanıştırdım. Oradan çıktık, biraz yukarıdaki Boğaziçi Çay Ocağı’na. Orada oturan arkadaşlarla selamlaştık. Misafirimize döndüm, burada büyüklerimiz oturur, dedim. Devam ettik, Sahil’e geldik. Sabahçı öğrenciler, dağılmış; Sahil, tıka basa dolu. Öğrenciler grup grup oturmuş, bir büyükleri başlarında; her grup, farklı bir konu anlatıyor. Bir yer bulup oturduk. Misafirimiz şaşa kalmış; bir sağa bakıyor, bir sola. Biz konuşmadık; ama misafirimizi o ortamdan gözlerini alamadı, ortamı seyredaldı. Ama Sahil’in duvarlarından yankılanan, ve fısıldayan sesler, kendini uzun bir müddet misafirimize anlattı.

Dedi ki: “Sahil, bu adı vermişler bana. Beğenmiyor değilim, gurur duyuyorum. Sahili olmayan bir yerde adım Sahil.  Ne kabaran dalgalarım var benim ne de seyredilecek mehtaplarım. Ne martılar çığlık çığlığa ötüşür bende ne de balıkçılar kıyılarımda söyleşir, dertleşir. Ama hiç gocunmuyorum.  Aksine gururlanıyorum. Çünkü yaşlı-delikanlı, ihtiyar-genç, zengin-fakir, dertli-dertsiz dostlarım var. Onların sesleri de, dertleri de, sevinçleri de, üzüntüleri de bana yetiyor. Evet, birçoğu, dertlidir;  birçoğu, sıkıntılıdır; birçoğu, mücadelecidir; ama hiç birisi amaçsız, gayesiz ve hedefsiz değildir. Samimiyet ararsan burada, kardeşlik ararsan burada; doğruluk, temiz kalplilik, sabır, hoşgörü merhamet burada. Çin atasözünün dediği gibi, “Fısıltı haykırıştan daha inandırıcıdır.”

Çayını soğuttun, dedim misafirimize. Birden irkildi, dalmışım galiba, dedi. Bayağı daldınız, dedim. O, “Abi, bu kadar emeği, bu kadar gayreti, bu kadar uğraşı gördüm, utandım; yerin dibine geçtim. Allah sizlerden razı olsun. Allah emeğinizi boşa çıkarmasın. Hepinize güç kuvvet versin. Ben bu ildeki arkadaşlar hakkında iyi düşünmedim. Kıskançlık mı, çekememezlik mi, hasetlik mi, ön yargı mı, zan mı bunun adına ne dersiniz deyiniz, bilmiyorum. Hakkınızı helal edin.” dedi. Ben de, “İyi ki geldin; gezmek görmek, iyi bir şeydir. Hani derler ya, bilmediğin, görmediğin bir konu, bir yer hakkında konuşma. Başkalarını yermek yerine, onları anlamaya çalışmak, onların hal, tavır ve amellerine bakarak değerlendirmek, onları tenkitten daha hayırlıdır. Belki de en büyük özrümüz önyargılarımızdır. Görüyorsun gayreti, çabayı, emeği. Emek verilen her şeye saygı duymak gerekir. Hayatta hiç kimse samimiyetle, ihlasla, canla başla belli bir mücadele vermeden istediği şeylere ulaşamaz.” dedim.

O günkü halimizi de, bu günkü halimizi de Nurettin Topçu çok güzel açıklamış: “Birlik beraberlik, hepimizden fedakârlık ister. Fedakârlık yapılmadan birlik sağlanamaz. Feda edeceğimiz ilk şey, kendi nefsimiz, kendi zaaflarımız, kendi taassuplarımız ve kişisel hesaplarımızdır.”