Geçmiş Anılarımızdan (1)

Hasan ALICI'nın yazısı;

Geçmiş Anılarımızdan (1)

 “Geçmiş anılarımızdan, gelecek ise ümitlerimizden oluşur.” 

Hasan ALICI

Hasan ALICI

“Geçmiş anılarımızdan,
gelecek ise ümitlerimizden oluşur.”

 “Zaman mı? Değil zaman/

Akan zaman değil mesafelerdir(….)

Biz, yeni bir hayatın acemileriyiz/

Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor/

Şiirimiz, aşkımız yeniden/

Son kötü günleri yaşıyoruz belki/

İlk güzel günleri de yaşarız belki/

Kekre bir şey var bu havada/

Geçmişle gelecek arasında/

 Acıyla sevinç arasında/

Öfkeyle bağış arasında(…..)/

Biz kırıldık, daha da kırılırız

 Kimse dokunamaz, bizim suçsuzluğumuza…”

Cemal Süreyya

Dini radyoculuğun revaçta olduğu, hatta pek çok dini radyo, özel yayıncılığın yasal olarak düzenlemesini bile beklemeden “yer kapmak” amacıyla yayınlarına başladığı bir dönemde, bizler de arkadaşlarımızla kendi ilimizde bir radyo kurmaya karar verdik. En iyi aletleri aldık. En iyi yeri tuttuk. Ve radyoyu kurduk. Nasıl programlar yapacağımıza tartışarak o gün karar verdik. Yönetimini belirledik, sunucular içinde birçok isim belirledik, onları dinledikten sonra kimlerin sunucu olacağına karar verdik. Radyo, yayın hayatına başladı. Çok tutuldu, çok sevildi, çok rağbet gördü. Gelen dönütler, çok faydalı olduğu yönündeydi. Ancak yeni programlara ihtiyaç vardı. Birkaç program devreye girdi. Bizler, ileride nasıl programlar yapabilirizi, konuşmaya başladık. En son kurulumuzda şöyle bir karar aldık: Buradaki arkadaşlar düşünsün, bir program ismi önersin. Zaten buradaki arkadaşlar, birçok program yapıyorlardı, yeni program önerileri de vardı. Ben de “NOSTALJİ” diye bir program önerdim. Kurula detaylarını anlattım. Bunu sen yazacaksın, sunucu arkadaşlarımızdan biri de sunacak denildi -bu dönemdeki bizim arkadaşlar bilir, ne önerirsen üstüne kalır- bu da bizde kaldı.

Nostalji, eskiye özlemden başka ne olabilir ki. Nostalji, insan hafızasında sağlam bir kaynak. Nostalji, insanlara öz güven sağlayan, çevreleriyle sosyal ilişkiyi daha iyi düzenleyen bir şey.

Önerdiğim program, yani Nostalji, şimdiki bayram kutlamalarını anlatıp ahh ah eski bayramlar bir başkaydı demek. Yeni apartmanları (mahalle) anlatıp, şu an belli yaştaki arkadaşların yaşadığı mahalle kültürünün özlemini duymak. Yeni komşulukları anlatıp yine bir ah çektirerek eski komşuluklar nerede kaldı dedirtmek. Yeni düğünleri anlatıp eskiden düğünlerde neler neler yapılırdı demek. Bugünün misafir ağırlamalarını anlatıp eskiden evdeki telaşın ta sabah ile başlayıp akşama dek sürdüğünü ve daha neler neler yapılırdı demek…

Üniversitede iken birlikte okuduğum bir arkadaşım, bundan üç dört sene önce Malatya’da bana misafir oldu. Özellikle Malatya’yı, arkadaşları ve bizleri görmek için yolu uzatıp geldi.  Yatsı namazı sonrasında da memleketine dönecekti. Malatyalı olup kendisinin de tanıdığı arkadaşlardan iki kişi daha çağırdım, geldiler. Arkadaşlarla birlikte Malatya’yı gezdik, dolaştık. Arkadaşlarımızın bulunduğu mekânlarda çay içtik. Akşam yemeğine oturduk. Arkadaşa şöyle bir baktım, yüzünde bir burukluk var. Sordum, bunun nedenini. Abi, ben Malatya’yı farklı hayal etmiştim, dedi. Nasıl, dedim. Malatya’daki arkadaşlar bana daha önce bir heyecan, bir azim, bir gayret, bir görsel sunmuştu. Şimdi onun iki katını düşünmüştüm. Nasıl, dedim.

Dedi abi, ben Malatya’ya yirmi üç yirmi dört sene önce gelmiştim. Siz kitap kulübünde duruyordunuz; ayrıca sizin bir pasajda kitap eviniz, çay ocağınız bir de onların çok yakınında yine karanlık bir pasajda gençlerin oturduğu çay ocağı vardı, dedi. Devam etti. Kitabevinin tam karşısına oturmuştuk, sonra yanımıza kitabevinden çıkan zarif uzun boylu, kadife pantolonlu, üzerinde haki bir mont giymiş sakallı, gözünde numaralı iri bir gözlük, yüzünde sıcak bir gülümseme olan bir ağabey yanımıza oturdu. Sen bizlere çay söyledin ve bizleri tanıştırdın. Tanıştırdıktan sonra, sen konuşmadın hep o sordu soruları, ben cevap verdim. Arada sen yetiştin imdadıma. Sonra ben bir soru sordum. Onun o soruya verdiği cevap beni çok ilgilendirmiyordu sanki; ben onun içtenliğine, samimiyetine, jest ve mimiklerine el kol hareketlerine senfonisine dalıp gitmiştim. Bir anda senin birer çay daha alır mıyız, sesinle irkildim kendime geldim. Olur abi, diye onayladım. Sonra siz ikiniz konuşmaya başladınız. Benim gözüm karşıdaki kitabevine takıldı. Kitabevi arı gibi çalışıyor, diye içimden geçirdim. Genç, yaşlı, ihtiyar, delikanlının biri girip diğeri çıkıyordu. İçimden ‘maşallah’ demeyi unutmadım tabi.  Daldım, bizim oralardaki kitabeviyle kıyas etmeye çalıştım, bir yere oturtturamadım; olsun bir gün bizimki de böyle olur, biz yeniyiz daha, dedim; kendimi teselli ettim. Yine senin gür sesin. Kalkalım mı? Kalkalım abi, dedim; kalktık.

Boğaziçi Çay Evi

Kalktık, on on beş adım ötede çay ocağına geldik. Orada beş altı arkadaş bir daire yapmış oturuyordu. Selam verdik, onlardan uzun sakallı bizden epeyce büyük bir ağabeyimiz buyurun oturun, dedi. Birer tabure aldık, sizin deyiminizle halkayı genişlettik. Önce uzun sakallı ağabeyden başlayarak oradakilerini tanıtacaktın ki, sadece bu abimize albay derler, diğerleri de kendilerini tanıtsın, dedin. Tanıştık, hoş beş ettikten sonra. Albaya takıldı gözüm. Albay da uzun sakallı. Sakallarını sanki her şeyden kıskanıyor gibi elini hiç sakalından çekmiyordu. Sakalını öyle bir aşkla, öyle bir hevesle sıvazlıyordu ki, bir yazarın dediği gibi “dünyaya önce sakalın geldiğini, sonrada onu okşasın” diye albayın yaratıldığını düşünmemek elde değildi. İlk tanışmada bile insan, kendisini sanki çok eski dostmuş gibi hissediyor. Albay da bana döndü, sorular sordu. Geldiğim ildeki arkadaşları sordu. Bir çok ortak tanıdık çıktı. Gidersen selam söyle, dedi; birer bardak çay içtikten sonra kalktık.

Boğaziçi Çay Evi

Yine bu pasajdan çıktık. Sol çaprazında sağdan loş ışıklı bir pasaja girdik, aman dikkat et dedin, görünmeyebilir bir basamak olduğunu söyledin. Hemen karşımızda fıskiyesi fıskiyeye benzemeyen içinde gazoz kasalarının olduğu küçük bir havuz. Kapı açık. Kapının yanında ki camda acılı ayran bulunur yazısı. İçeri girdik, bayağı kalabalıktı. İçerde kulağı rahatsız etmeyen sanki bir uğultu vardı. Herkes öbek öbek oturmuş, anladığım kadarıyla bir şeyler konuşuyordu. Ancak dikkatimi şu çekti: Buradaki oturanların neredeyse hepsi genç insanlardı. Ancak ihtiyar bir amca, oturduğu masaya bizi davet etti. Baktım masaya onunla birlikte iki ihtiyar amca, bir de genç biri vardı. Oraya geçtik, oturduk. Masadakilerini tanıttın: Bu Osman Amca, Genç Osman derler kendisine, bu Muhammed dayımız, bu Mehmet amcamız dedikten sonra bunlar bizim ‘Muvahhit İhtiyar Delikanlılarımızdır’, sormak istediğin soruları, bunlara soracaksın, dedin. Diğer arkadaşı da tanıttın. Yine çay istendi. Çayı getiren her halinden belli olan sakallı, kırmızı tenli, etine dolgun, sevecen, güler yüzlü, şakacı bir arkadaştı. Çaylar geldi, sonradan tanıttığın arkadaş çaycıya takıldı; hoşafları nerede bunların diye, çaycı arkadaşta sıcak bir tebessüm gönderdi. Başka zaman senin çayına kaysı kor getiririm. Sonradan öğrendim; oradakiler takılırmış, bize hoşaf çay diye, o da bardağın içine bir kaysı kor getirirmiş. Bir soru sordum, amcalara; verdikleri cevapları dinlerken ağzım açık kaldı, sadece bakıyorum. Kur’an’ın şu süresinin şu ayetinde, şu tefsirin beşinci cildinin şu sayfa şu paragrafında şöyle demektedir. O kadar yumuşak, o kadar samimi, o kadar içten anlatıyorlar ki, heyecandan içim içime sığmıyordu. Bizim oralarda böyle yaşlı amcalar bulmak ya da onlarla karşılaşmak çok mu çok zor diye içimden geçirirken birinin selamıyla irkildim. Eğildi, senin kulağına bir şeyler söyledi. Sen de bana döndün, kalkalım mı dedin, kalktık.

Tekrar kitap kulübüne geldik. Senin masanın oradaki sandalyeye oturmamı söyledin. Ben, sandalyeye oturdum. Sen, karşı tarafta ayakta kitaplara bakan ağabeyin yanına gittin. Onunla konuşmaya başladın. Bir ona baktım, bir de sana; çok mu çok ciddi bir duruşun vardı.  Sonra döndüm, o ağabeye baktım, baştan ayağa bir süzdüm. Yüzü geniş, sert duruşlu, sakalı kısa, saçları düzgün taranmış, ağır desenli bir takım elbise üzerine düzgün ve tam oturmuş, ayakkabıları gıcır gıcır boyalı. Bu kim olabilir, diye düşünmeden edemedim. Çünkü bu camiada takım elbiseli, sakallı birini ilk kez görmüştüm.  Ben kafamda al-ver yaparken yine senin tok sesinle kendime geldim. Kafamı kaldırdım, tek sensin. Buyur abi, dedim. Gel dedin, gittik, kitap kulübünün o güzelim balkonuna çıktık, o ağabeye selam verdik,  bulunduğu masaya oturduk. Beni uzun uzun tanıştırdın; ancak o ağabeyi tanıştırırken kısaca, hocam dedin. Hal hatırdan sonra o ağabeyde diğerleri gibi bana sorular sordu. Ancak öyle sorular soruyordu ki, çalışmadığım yerlerden geliyor, desem abartmam inanın. Ama hocanın karizmatik yüz hatları, babacan ve iyimser tavrı, hitabetinin çok düzgün oluşu sanki beni motive ediyor ve anlamama yardımcı oluyordu. Bir şehirde bir Müslümanın neler yapması gerektiğini, oradaki bu dertle dertlenen arkadaşlarla bir ve beraber omuz omuza nasıl yürümesi gerektiğini Asr-ı Saadetteki örneklerle bir bir açıklıyordu. Konuşma bayağı uzun sürmüştü. Hoca kalktı, bana döndü; elimi sıkarken, sizlerden, arkadaşlarınızdan çok şey bekliyoruz, bizlere düşen bir şey olursa yapmaya hazırız, dedi ve ayrıldı. Akabinde sana sordum, abi hoca kimdir, dedim; sen, matematik hocası dedin! Abi, dilim tutuldu, konuşmadım, dedim. Sen de bana, matematik hocası diyorum, sen matematiği hafife alıyorsun galiba, dedin. Sonra da matematik, düşünme sanatıdır; hatta tabiatta matematiksel bir düzen vardır, elbette sorularda, konuşmada buna göre olacak, dedin. Ama ben anlatılanları kafamda unutmamak için bir yerlere oturtmaya çalışırken, sana da, ben anladım abi dedim.

Uzatmadan bir şey söyleyeyim abi, müsaaden olursa tabi ki, dedim. Bugünle şimdiki arasında epey bir değişim var. Şimdi ne o günkü heyecanı buldum, ne o günkü gayreti buldum, ne o günkü mücadeleyi buldum, ne de o günkü birlikte olunan dostluğu buldum. Bugünkü yerler çok katlı, boyaları cilaları mükemmel, ferah, masalar, oturulan yerler değişmiş, Sanki Malatya, o günden sonra farklılaşmış, değişmiş, dönüşmüş. Ama ben geçmişin sıcaklığını, geçmişin samimiyetini gezdirdiğin yerlerde bulamadı. Geçmiş, bana çok güzel duygular vermiş; geleceğe ümitle bakmayı öğretmişti. Vesselam

Ben, yukarıda anlattığım radyo için geçmişe özlemi yazarken aklıma hep çocukluk ve gençliğimde yaşadığım,  benden önceki büyüklerimizin anlattıkları, yaşadıkları ve yaşantıları gelirdi. Bir gün bizim yaşadıklarımızın karşıma böylesine çıkacağını hiç düşünmemiş, aklımdan dahi geçirmemiştim. O arkadaşım, bana radyoya yazdığım geçmişe özlemi hatırlattı. 

Velhasıl “Süvariyi atının üstünde tanımak gerek” derler ya; arkadaşım, o gün, bizleri böyle tanımış, böyle görmüş. Bir toplumun değeri yaşadıklarıyla, mekânlarıyla, birliktelikleriyle, ahlâklarıyla, davranışlarıyla ölçülür ya. Arkadaşımız o gün bizi ölçmüş, notumuz vermiş. “Bir mesleği, ustasından öğrenmeyenin yapığı işte hayır olmaz.” Biz bu mesleği ustalarımızdan öğrenmiştik. Ustalarımız ağabeylerimizdi. Tecrübeli, olgun -Allah var gece demez gündüz demez, ev bark demez, mal mülk demez- koşturan kişilerdi. Bir toplumun oluşması, bir neslin yetişmesi için, yılmadan, yorulmadan her şeylerini ortaya koyarlardı. Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan, ihlasla, samimiyetle, emekse emek, gayretse gayret, çabaysa çaba, harcarlardı. Yorulmak yoktu. Ye’se düşmek yoktu. Saf bir inanışla yola devam vardı. Bu okul, çıraklıktan başlayan çok usta yetiştirdi. Emeği geçenlerden Allah razı olsun. Hepsine minnettarız.

Troçki, “Yaşlanmak, bir insanın başına gelebilecek en beklenmedik olaydır.” der. Anladım. Hani başkasına ihtiyarladın der, kendimize ihtiyarlığı hiç yakıştıramayız ya. Belki de “yolun sonu gözükmüş” biz, kafamızı kaldırıp bakmayı unutmuşuz.

Hasan el Basri’nin de dediği gibi; “ömür dediğin üç gün” değil midir? Dün gelip geçmiştir, yarın meçhuldür, “O halde ömür dediğin bir gündür, o da bugündür…”

“Geçmiş, anılarımızdan; gelecek ise, ümitlerimizden oluşur.”

Geçmişe bakarak geleceği yeniden kurgulamak, ancak var olan sorunlarımızı bugün çözmekle mümkündür.

HİKMET AKADEMİSİ