Dillere pelesenk olan , güzelleme dolu bâzı târifleri anlamakta çok zorlanmışımdır. Bu târifler hızlı bir şekilde sloganlaşarak karşımıza gelir. Sloganlar fikirleri akâmete uğratır ve boğar. Bir aşamadan sonra, geriye dönük olarak, o sloganı var eden fikirleri bile yakalamak mümkün olmaz. Bunlardan biri Lincoln’ın kaleminden çıkma, demokrasi için yapılan târiftir. Halkın, halk tarafından, halk için idâre edilmesi olduğunu yazıyordu Abraham Lincoln... Bu târif üzerine yapılacak üstünkörü bir akıl yürütme bile bir çırpıda, ondaki mantık hatalarını ortaya koyabilir. Lincoln’ın iddia ettiği kıstaslara göre bakacak olursak, dünyânın hiç bir yerinde, en ileri demokrasi olduğunu savunan yerlerde bile demokrasinin kıyısından geçilemediğini düşünebiliriz. Ama hâlâ bu mantıksız ve akıl dışı târifi çocuklarımıza ezberletmekten geri durmuyoruz.
Anlayamadığım, işittiğimde bana şaka gibi gelen bir başka ifâde, halkların kardeşliği ilkesidir. Vülger solcuların ağzından düşmeyen, kimin, ne anladığı belli olmayan, içinde vıcık vıcık duygusallıkların yattığı siyâsal bunamanın göstergesi saydığım bir slogandır bu.
Üçüncü bir slogan da ulusların kendi kaderlerini tâyin hakkı sloganıdır. Çok şık duruyor. Ahlâken de îtiraz edilemez duruyor. Eşitlik ilkesinin üzerinde yükselen ve uluslaşan bir dünyâda, bâzı ulusların diğerlerini boyunduruk altında tutmasının kabûl edilebilir bir tarafının olmadığı anlaşılmaz değildir. Hattâ daha ileri gidip, eşitlik üzerinden uluslaşmaların, insanlık idealinde birleşmeyi güçlendiren bir yol açacağına inananlar bile çıkmıştır. Alman düşünürü Herder bunların en önde gelenlerindendir. Herder, eşit uluslardan oluşan bir insanlık âilesinin Aydınlanmanın sigortası olduğunu iddia ediyordu.Ama beşerî dünyânın bir etnik cümbüş olduğu hesaplanırsa, bu ihtiraslı idealin, nihâyetsiz kan davalarını habis hâle getireceği ve insanlık idealini muhtemel ve mümkünler dâiresinin dışına çıkaracağını öngörülememiş olduğunu söyleyebiliriz. Cehenneme giden yol iyiniyetin taşlarından örülüdür, lâfı boşuna söylenmemiş olsa gerekir...
I.Genel Savaşa giden süreçlerde ulusların kendi kaderlerini tâyin hakkını savunan liderlerin başında gelen isimlerden birisi Lenin’di. Lenin’in bir marksist olduğuna asla inanmadım. Bana göre tam aksine, o tam bir anti-marksist idi. Marx’ın zıddına devrim rüzgârının, en ileri kapitalist toplumların bağrından çıkmayacağını değil, artık proleter uluslardan yana eseceğini vurguluyordu. Leninist ideoloji, artık kaçınılmaz olan dünyâ savaşını görüyor ve buna sınıfsal-ulusal bir harmanlamayla hazır olduğunu bildiriyordu. Buna mukâbil, Marx’a yönelttiği derin eleştirilere rağmen Rosa Luxemburg, Lenin ve Bolşeviklere karşı çıkıyor; marksist çizgisini muhafaza edip sınıfsal temelde savaş karşıtı pozisyonunu koruyordu.
İki farklı akla sâhip olan sınıf davâlarıyla ulusal dâvâların harmanlanması, târihte hem çok tuhaf, hem de çok sorunlu durumları doğurdu. Ama daha tuhaf olan ve genellikle pek de birlikte ele alınıp çalışılmayan bir husus aynı çağrının bizzat kapitalist ilişkilerin göbeğine yerleşmeye başlayan ABD’den de gelmesiydi. Wilson da, dünyâya aynı çağrıyla; yâni ulusların kendi kaderlerini tâyin hakkı çağrısıyla sesleniyordu. Bu çıkışın görünürdeki ilk sebebi, Birleşik Krallığın patronajında yaşanan, ama artık sürdürülmesi çok zor hâle gelmiş olan sömürgecilikten, ABD’nin patronajında tasarlanan emperyalizme geçişin tohumlarını atmakla alâkalı görünüyordu. Ama bu kadarı yetmez. Tekmil boyutlarıyla, nasıl oluyordu da sol ve sağ, sâikleri farklı da olsa Lenin ve Wilson paralele düşmekteydi? Buyurun size, Karşılaştırmalı Siyâset Bilimi alanında müthiş bir doktora tezi sorunsalı….
Sûriye’de Leninist-Stalinist PKK amblemleri taşıyan militanlarla ABD’li askerlerin kucaklaştığı sahne pek çok kişiye çok yadırgatıcı gelmiştir. Bu kapitalist-sosyalist kucaklaşmasına bir mânâ veremeyenler, onu karikatürleştirmeyi tercih etmişlerdir. Hâlbuki ortada karikatürleştirilecek bir şeyin olmadığını düşünüyorum. Tablo son derecede ciddîdir. Kökleri Lenin-Wilson paralelliğine kadar uzanır. Esas karikatürleştirilecek olan kapitalist kamp-sosyalist kamp ayrışması ve çatışmasına dâir anlatılan masalların kendisidir. Böyle bir çatışma yer yer yaşandıysa da, asla belirleyici olmadı. Lenin ve Wilson, belki farklı yollardan, ama elbirliği ile aynı kaba su taşımış oldular.
Ulusal dâvâlarla sınıfsal dâvâların harmanlandığı bir siyâsal bulanıklıkta herşey mümkündür. Solun jöleleşmesi ve anti-emperyalist çizgide uzun bir zamân zarfında sürdürdüğü kararlılığını kaybetmesi bir savrulma değil, bir geçiştir. Leninist bir akordun, Wilsoncı bir transpozisyonu o kadar da zor ve sorunlu olmasa gerekir. Nihâyet, hiçbir zaman sol bile olamamış, olsa olsa solumsu bir CHP’nin, liberâl solun avangardlığını yaptığı bir dönüşüme yetişmesi ve tezkere meselesinde Wilsoncı bir çizgiye düşmesi de o kadar yadırgatıcı ve şaşırtıcı değildir.