Türkiye’de medya hem çok önemli ve kontrol edilmeye çalışılan bir mecra oldu hem de toplumu ne kadar yansıttığı ya da etkilediği tartışıldı. Bir yanda Cumhurbaşkanı Erdoğan kendine karşı olan ana akım basın organları ile mücadele ederek iktidarını ve kimliğini tahkim etti diğer yanda bugün basını büyük ölçüde kontrol edebiliyor olmasına rağmen hakkındaki tartışmaları engelleyemiyor. Özellikle son beş yılda yaşananlar Türkiye siyasetinin geleceğini ve basının ileride nasıl bir şekil alacağını anlamak açısından önemli.
40 yıldır gazetecilik yapan, RTÜK üyeliği ile bürokratik bir tecrübe de edinen Faruk Bildirici gerek basın kuruluşlarını ve meslek örgütlerini gerekse iktidarı ve kamunun basınla ilgili yapılanmalarını yazmaya, eleştirmeye ve haber üretmeye devam ediyor. Bildirici ile Türkiye’de basının durumunu, yapısal sorunları, gelecek beklentilerini ve kendi hikayesini konuştuk.
Türk basınının hal-i pürmelali desek en başta. Uzun yıllar Bab-ı Âli’nin, o konağın farklı pencerelerinden baktınız değişik konumlarda bulundunuz bugün de kendi işinizi daha bireysel olarak yapmaya devam ediyorsunuz, nasıl görüyorsunuz? Bugünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu soru cevabından kitap yazılabilir. Birinci cümleye itirazım var; Türk basını. Şuna itirazım var bu konuyu konuşmak gerektiğini düşünüyorum. Ben şuna inanıyorum Türkiye’de basın ciddi bir dönüşüme ve değişime uğradı. Bunun birincisi malum eskiden matbuat idi sonra basın olduk şimdi medya olduk. Medya haline gelişinin dönüşümü yaşandı Türkiye’de son özellikle 15-20 yıl içerisinde. İkincisi de 90’lardan beri eski Türk basını, Türk medyası; artık Türkiye medyası olarak anılmayı hak eder hale geldi.
Bunu neden söylüyorum çünkü evet Türk basını daha çok İstanbul basını idi. Türk basını da değil İstanbul basını idi. Şimdi Türkiye’de artık çok farklı, nasıl söyleyeyim, basın locaları var aslında. Basın locaları içerisinde Kürt medyası var. Kürt medyası dediğiniz bölümün içerisinde televizyon, internet siteleri, gazeteleri var. Yani işte Kuzey Irak’tan gelen TV’ler var, radyolar var, Avrupa’dan gelenler var. Ben bunların hepsini bir pota içinde değerlendirmek gerektiğini düşündüğüm için Türkiye medyası diyorum.
Türkiye’de problemler, ayrışmalar kutuplaşmalar o kadar çok bariz hale geldi ki o kutuplaşmalar içinde herkesin locaları oluştu, basın locaları oluştu. O nedenle ben Türkiye medyası tabirinin daha doğru daha kapsayıcı olduğunu düşünüyorum. Türk medyası demek eski alışkanlık ama hayat çok değiştirdi onları.
Medyanın dönüşümüne değişimine gelince de gerçekten bu siyasi iktidar öncesi ve sonrası diye ayırmak gerekiyor. 90’larda Türkiye ve medya konuşurken hep tekelleşme-kartelleşme öncesi sonrası diye değerlendirirdim ona göre konuşurdum. Sahiplik yapısının değişmesi, yani sadece yayıncılıktan gelen ailelerin gazete, dergi sahibi olması dönemi öncesi – sonrası diye konuşurdum. Gerçekten o dönem çok değişti, basın-yayın içinden gelmeyen bir takım holding sahipleri bu işe girdi, orada ciddi bir dönüşüm yaşandı. Tam o dönüşümün içerisinde özel radyo ve TV’lerin Türkiye’de başlaması da girdi. Aslında tam bir alt üst oluş oldu orada. Şimdi ise AKP öncesi ve sonrasını yaşıyoruz.
Hep söyleriz ya; gazeteci soru sorar ve karşısındaki herkes, kanaat önderleri soruları yanıtlarlar. Aslında ben işte yaklaşık 40 yılı bulan gazetecilik hayatımda soru sormayı iktidar olarak kabul etmişimdir. Soru sormayı güç olarak kabul etmişimdir. Benim karşımdaki de Cumhurbaşkanı da olur, Başbakan da olur, siyasetçi, sanatçı, futbolcu kim olursa olsun ama soruyu ben sorarım, gazeteci sorar ve güç ondadır. İktidar ondadır. Fakat şimdi geldiğimiz noktada eski AKP öncesi ve sonrası medya arasındaki en büyük farkı burada görüyorum.
Biz soru sorma gücümüzü yani iktidarımızı kaybettik aslında. Dördüncü güç olmaktan çıktık aslında. Şu anda medya ana karakter itibariyle baktığımızda siyasi iktidarın payandası durumunda, yani onun propaganda aracı durumunda gerçekleri gizleyen bir bültenler, yayın organları konumuna geldiler.
Tabi siyasi iktidar yaygın medyanın önemli bölümü kontrol altına aldı da ne oldu, onlar ciddi bir erimeye başladı. Onun karşısında bir alternatif medya ortaya çıktı. Bu alternatif medya ortaya çıkışına da biraz önce söylediğim gibi, 80’lerde sahiplik yapısı dönüşümü ve değişimi gibi, özel radyo ve TV’lerin yayın hayatına girmesi gibi burada da dijital medya, dijital mecralar devreye girdi. O da alternatif medyanın oluşumuna çok büyük katkıda bulundu. Biz tam o dönüşümü yaşıyoruz.
Hem siyasi iktidarın baskı ve kontrolünden uzaklaşmaya çalışan, bağımsız ve eleştirel bir medya doğuyor ve bu medya da siyasi iktidar sorununun ötesinde bir de dijital dönüşümün gücünü de kullanıyor. İkisi birden kesişti. Yani muhtemelen zaten Türkiye’de siyasi iktidarın kontrol süreci olmasaydı da medya ciddi bir alt üst yaşayacaktı. Dünyada olduğu gibi. O zaman biz sadece demokrasi sorunlarından, siyasi iktidar baskısından değil de dijital dönüşüm sorunlarından, işte basılı gazetelerin artık daha az okunmasından vesaire bunlardan söz ediyor olacaktık. Şimdi o dönüşümün yeni bir alt üst oluşun eşiğindeyiz diye görüyorum açıkçası.
Sahiplik yapısı dediniz, sahiplik yapısı da dönüştü şu anda. Bu dönüşümü ele aldığınızda buradan çıkış var mı? Bir de şu anda ana mecraların çok önemli kısmı, ya da şöyle diyeyim, konvansiyonel medya, sosyal medyaya göre toplumdaki algıları dönüştürme değiştirme ya da toplumun bilgilendirilmesinde daha mı etkili? Oradaki ağırlığı nerede görüyorsunuz? Sosyal medya ne kadar, geleneksel medya ne ölçüde etkili?
İki ayrı bölüm gibi değerlendirirsek daha iyi olur sanıyorum. Evet sahiplik yapısı holdingleşme yaşandı ve son dönemde de siyasi iktidarın tamamen kendisine yakın iş adamlarının eline geçti. Ben hep şuna inanmıştım gazetecilik denince şeffaf olması gereken bir meslektir. Her alanda her adımda her işte şeffaf olmalıdır. Fakat şu anda iktidar kontrolündeki bazı medya kuruluşlarının gerçek sahiplik yapısının ne olduğunu bile bilmiyoruz. Kime ya da kimlere ait olduğunu bile bilmiyoruz. Bazı şirket isimleri orada var ama gerçekten kim doğrusu kuşkum var. Birincisi şeffaflık sağlanması gerekiyor.
İkincisi bu konumdan, yani bir an siyasi iktidarın kontrolünü kenara bırakalım, medyanın tamamen holdingleşmesi, diğer sektörlerde at koşturan, faaliyet gösteren bir takım iş insanlarının medya sahibi olması konusunda tamamen bir geriye gidiş, tamamen sadece yayıncılık ile uğraşmaları sağlanabilir mi? Artık geldiğimiz noktada, kapitalist sistemde bunun çok zor olduğuna inanıyorum. Keşke olabilse, bir gazeteci olarak temenni ederim. Medya sahipleri sadece yayıncılık ile uğraşsalar ama bunun çok zor olduğunu geriye dönüşün kolay olmadığını da biliyorum. Bunun sınırlanması gerektiğini düşünüyorum her alanda faaliyet göstermesi mümkün olmaması gerekir. Hangi alanlar derseniz onu bilmiyorum oturup çalışmak gerekiyor ama ne bileyim; akaryakıt, turizm, sigorta işi ile ya da çiftçilik ile uğraşan bir iş insanı bile yayıncılık yapıyor.
İş adamı medya kurumu sahibi olur ama onun editoryal politikalar üzerindeki etkisini sınırlamak çözüm olmaz mı? O şirkete şuraya gir buraya girme denebilir ama biraz zor olur gibi. Gazetecinin editoryal politikasına şirket sahibinin müdahalesini sınırlamak belki daha mantıklı çözüm.
Ben de oraya gelecektim. Şöyle, bu sınırlandırmalar konusunun özellikle üzerinde durulması gerektiğine şundan dolayı inanıyorum. Geçmişte Türkiye’de örneğin; Sabah Grubu bankacılık işine girdiği için zora girdi. Doğan Grubu da aynı zamanda bankacılıktan tutun da akaryakıt işine kadar girdi. Akaryakıt işine girdiği için de siyasi iktidar karşısında sürekli vergi cezaları ile uğraşmak zorunda kaldı. Bu nedenlerle o alanların sınırlanması gerektiğini düşünüyorum. Hiç unutmuyorum Kemal Derviş, Türkiye ekonomik krize girdiğinde, ekonomiyi kurtarmaya geldiğinde ilk söylediği tespitlerinden birisi şu olmuştu; ‘reel sektör ile finans sektörü burada çok iç içe geçmiş bunları ayırmamız gerek’ demişti. Neden? İkisinin birbirine etkisinin, bağımsız çalışamamasının ekonomiye zarar verdiğini düşünüyor. Ben de o nedenle sektörler arası ayrım yapılması gerektiğini düşünüyorum.
Doğru düzgün yayıncılık, gazetecilik yapılması için, sahiplik yapısı ne olursa olsun düzgün gazetecilik yapılması için iki temel nokta var. Editoryal bağımsızlık, gazete veya TV sahibi kim nasıl olursa olsun, ne faaliyet gösterirse göstersin, editoryal bağımsızlık çok çok, çok önemli. Burada genel yayın yönetmenlerine çok iş düşüyor. Dünyada basın tarihine baktığımızda genellikle medya sahipleri ile genel yayın yönetmenlerinin kavgalarının tarihidir. Maalesef bizde genel yayın yönetmenleri, iş insanlarının ya da holding sahiplerinin sözcüsü olarak faaliyet gösteriyor. Bunların ayıplanması gerek, onların ‘artık sahibiyim istediğim yayını yaparım’ demeyi bırakması gerekir. Birincisi editoryal bağımsızlık.
İkincisi medyanın kaynak sorunu, şimdi her ne kadar biz işte editoryal bağımsızlık desek de medya ister istemez; kaynakları itibarıyla gelir kaynakları itibarıyla okura ve reklam kaynaklarına bağlı. Asıl olan da günümüzde reklam kaynakları. Bu ne demektir; güç odaklarına bağımlısınız demektir. Bir yandan güç odaklarına gelir için bağımlı olacaksınız bir yandan da ‘editoryal bağımsızlığım güç odaklarına karşı’ diyeceksiniz. Siyasi iktidar dahil. Bu mümkün değil. Buradan biraz uzaklaşıp daha okura dayalı kaynaklar geliştirilmek zorunda.
Tam burada da az önce konuştuğumuz konvansiyonel medya mı etkilidir, yoksa sosyal medya mı etkilidir, dijital medya mı konusu önem kazanıyor. Günümüzde bu dijital mecraların gelişmesi ile birlikte okura dayalı yöntemler de gelişmeye başladı. Sadece okurun okuduğu sayfalar üzerinden destekte bulunması ya da dijital abonelikler gibi birtakım yöntemler gelişiyor. Eğer gerçekten sadece okura dayalı birtakım modeller geliştirebilirsek, birçok insan kafa yoruyor, birçok medya kuruluşu, batılı, çalışıyor zaten ben o işte editoryal bağımsızlığın o zaman daha rahat gelişebileceğini ve medya sahipleri kim olursa olsun, buradan daha doğru bir yere çıkacağımıza inanıyorum.
Öbür sorunun cevabına gelince; sosyal medya mı etkilidir, konvansiyonel medya mı? Bu sorunun cevabını galiba insanlar pandemi sürecinde verdiler. IPSOS’un araştırması idi galiba orada gördüm onu. Şimdi pandemi hayati bir sorundur, herkesin kendi hayatı ile ilgili derin bir tehlike hissettiği sorun. Böyle bir durumda insanlar daha fazla güvenilir bir bilgiye ihtiyaç duyuyorlar. Hayatımı nasıl devam ettireceğim sorusu. Güvendikleri medya kuruluşuna yöneliyorlar. Güvendikleri medya kuruluşu içerisinde de araştırmalar gösteriyor ki, en çok insanlar televizyonlara başvuruyorlar.
Dijital mecraya, sosyal medyaya başvuruyorlar onları çok takip ediyorlar ama güvenmiyorlar. Televizyon derken de herhangi bir TV değil. Hangi televizyona güveniyor ve onu izliyorsa onu izliyor ve oradan gelen habere güveniyor. Geleneksel basılı medya burada nerede, ona da bakıyorlar ama eskisi gibi değil. Tabi bunlar muhtemelen eğitim ve yaş durumuna göre değişiyordur ama genel tabloda böyle bir fotoğraf çıkıyor. Türkiye’de hala sosyal medya, konvansiyonel, basılı medya ve dijital mecralar hepsi iç içe geçmiş durumda. Hepsi birbirinin verilerini aktarıyor. Birilerinin öne çıkardığı veri öbüründe de yayınlanıyor. Böyle bir süreç işliyor, bu bir geçiş aşaması. Her ne kadar dijital mecralar, dijital internet siteleri bizde çok önde görünüyorsa da çok takip ediliyor görünse de okur yazar kesimi tarafından, aslında çoğunlukla hala onlar içerik üretmiyorlar. İçerik üretmiyorlar çünkü bağımsız medya para kazanamıyor. İçerik üretmedikleri için basılı medyanın, küçümsedikleri basılı medyanın haberlerini alıp dönüştürüp yola devam ediyorlar. Bütün bunlar bir geçiş dönemi. Onlar da içerik üretmeye başlayacak. Farklılaşacaklar, copy-paste işleri bitecek daha farklı yere gelecek.
Dijital mecraların çok gelişeceğini ama bizim günümüzde şu anda Türkiye’de gördüğümüz internet siteleri gibi sitelerin olmayacağını söyleyebilirim. Bir dönem dijital mecralara gelişmeye başladığında tabletler çıkmıştı, tabletlere basılı gazetenin dijital versiyonlarının gönderilmesi sürecinin çok yaygınlaşacağını tahmin etmiştim. Hürriyet mesela 20-25 bine yakın dijital abone yapmıştı o dönemde. Tahmin etmediğimiz gelişme oldu, cep telefonları büyüdü, tabletlere ilgi azaldı. O versiyon anlamsızlaştı.
Böyle teknik, teknolojik değişiklikler çok etkiliyor ama sonuçta dijital mecralar gelişecek, sosyal medya muhtemelen gelişecektir. Çünkü yurttaş gazeteciliği müthiş bir ifade özgürlüğü alanı tanıyor. Bizim için müthiş bir veri okyanusu oluşturuyor gazeteciler için. Dolayısıyla orası da gelişmeye devam edecektir diye düşünüyorum.
Gazete ister istemez işleyen bir kurumsal perspektif getiriyor. Çerçeveye oturtuyor. Bugün de bu çerçeve her kurumda aynı olduğundan ilgi azalıyor. TV’de ise ne kadar kontrol ederseniz edin, konukları belirlerseniz belirleyin canlı yayın sürprizlere açık. Gazetede yarın ne okuyacağınızı yüzde 100 biliyorsunuz bir tartışma programında ne konuşulacağını bilemiyorsunuz.
Burada zaten geleneksel medyanın kendini güncellemesi gerekiyor. Tayyip Erdoğan ya da Kılıçdaroğlu grupta konuşuyor, grup konuşması canlı yayınlanıyor, akşam TV’lerde yayınlanıyor. Gazeteleri açıyorsunuz aynısı ‘dıdıdıdı’ dedi. Hayranı olsam bile onu neden bir daha okuyayım ki. Oradaki sözün analizi yapılırsa bir cümlenin neden söylendiği nereye gittiği bundan sonra ne olacak gibi analizleri yapılırsa, yani sahicileştirilirse o zaman okunur.
‘Medyanın gerçek sahibini bilmiyoruz’ dediniz, bu da temelde kaynak sorunu ve küresel bir problem. Genel kaynak sorununu nasıl görüyorsunuz? Gerçekten özgür basını önceleyecek burjuvazi ya da sermaye kesimi olsa farklı olabilir mi? Bunun yokluğu mu temel problem? Toplumda bağımsız medya organlarını yaratacak talep yetersizliği mi sorunun kaynağı? Gazete Pencere açılıyor, makul rakam ama o da problem yaşıyor. Mesleki olarak gazeteciler mi satamadılar ürettiklerini topluma ya da anlatamadılar? Sosyolojik anlamda toplum olarak devletin etrafında yapılanmış bir toplum olmamız, çoğulculuğun yeteri kadar oturmamış olması mı siz nerede görüyorsunuz problemin sebebini?
Hepsini o kadar güzel söylediniz yeniden tekrarlamak anlamsız hale geldi. Gerçekten ben genelde zaten bir sorunun kaynağını tek yerde görenlerden değilimdir. Bu söylediğiniz şeylerin hepsi geçerli. Hepsinin bir şekilde etkisi var. Biz gazetecilerin işini iyi yapamamasından ya da ezelden beri Türkiye’deki egemen düşünce yapılarından bir türlü uzaklaşamamamızdan tutun da az önce konuştuğumuz sahiplik yapısı, güç odakları ile bağlı olmak, hepsi bunların etkili olduğunu düşünüyorum.
Bir yerde toplumun beklentilerini karşılıyor muyuz; karşılamıyoruz. Siyasi partiler gibi düşünürüm bunu, oy alamadık diye vatandaşı suçlayan partiler olur ya, onlar gibi değil. Ben gazeteci olarak bu toplum benim ürettiğim şeye talep göstermiyorsa suçu okurda izleyicide değil de kendimde aramaktan yana olurum hep. Demek ki beklediklerini vermiyoruz diye düşünürüm. Nüfus çok daha az iken milyonlarca gazete satılıyor ise ve şimdi satılmıyorsa burada bir şekilde biz onların beklediği şeyi vermiyoruz diye düşünüyorum. Çünkü siz TV’lerde tartışma programları yapıyorsunuz bazı programlar hiç izlenmiyor, bazıları izleniyor. Mesela seçim gecesi birden herkes hurra bir tek kanalı izliyor. Bunun bir nedeni olmalı, o insanlar daha güvenilir bilgi veriyorlar, insanlar oradan güvenilir bilgi bekliyor.
Şu anda ben açıkçası bu nedenlerin hepsinin geçerli olduğunu düşünüyorum. Ben mesela AKP’ye oy veren bu siyasete oy veren seçmen olsam, bu iktidarın gazetelerini okur muyum, okuyacağımı sanmıyorum. Yeni bir şey vermez bana. Siyasi perspektif gerekiyorsa benim yönümü etkilememem için Tayyip Erdoğan’ı haftada bir dinlemek yeterli. Zaten her gün konuşuyor. O medya kuruluşunu dinlemeye gerek yok. Öyle bir yayıncılık anlayışı var ki, bilgi verilmiyor.
Düşünsenize bu siyasi iktidarı destekliyorsunuz, hatta bir dönem Cumhurbaşkanının veliahtı gibi gözüken Berat Albayrak istifa ediyor, 26-27 saat onun neden istifa ettiğini veya istifa edip etmediğini öğrenemiyorsunuz. Nasıl bir şey! Böyle bir şey izledik. O medya kuruluşunu izlemeye gerek kalmaz zaten. Nitekim son dönemde Tayyip Erdoğan’ın ‘virüs medyası’ diye nitelendirmesinden sonra sürekli bu tarafa doğru, alternatif medyaya doğru bir yüklenme, saldırı halini görüyoruz. Neden? E demek ki bu taraf daha fazla izleniyor, burada haber var. Ha burada hata eksiklik yok mu var, çok eksiklik var. Burada da çok özgün yapıldığını söyleyemem.
Ben doğrusu sadece siyasi iktidara bağlamayayım, eskiden de Türkiye’de gazetecilikte problemler olduğunu düşünüyordum, hala düşünüyorum. Bağımsız, hani tümüyle kamu yararını, toplum yararını düşünerek gazetecilik yapılan idealin gerçekleşmesi için önce gerçekten bu ideale inanmış gazeteciler, iyi yetişmiş, donanımları iyi yüklenmiş gazeteciler olması gerekiyor. Editoryal bağımsızlığı olan ve sadece gazetecilik yapmak isteyen bir medya kuruluşu olmasının gerektiğini ve Türkiye’deki demokrasi koşullarının da yasalardan tutun da yasaların uygulanmasına kadar bu çerçevede çözülmesi gerektiğini düşünüyorum. Belki de çok zor bu söylediklerim ama bir şekilde mücadele etmek gerekiyor. Sadece biz çok iyi gazetecilik yapmak istesek ona soyunsak bile bu ülkedeki bu koşullar olduğu sürece ideale yakın biçimde yapmak mümkün değil, maalesef.
Büyük sermaye sorumluluğunu nasıl görüyorsunuz? Son tahlilde gazetecilik dünyanın en pahalı mesleği değil, büyük şirketlerin mali portrelerini düşününce bir TV kanalını yaşatmak mümkün ama umurlarında mı değil?
Değil, yani ben şuna şaşırıyorum. TÜSİAD’ın eskiden demokrasi ile ilgili çıkışları olurdu, malum. 80 öncesi çıkışları çok ünlüdür. Şimdi öyle şeylerden kaygı duymuyorlar, açıklamalar yapmıyorlar, peşinden gitmiyorlar oysa iş insanlarının bile rahat para kazanmaları için ülkede hukukun, demokratik kuralların işlemesi gerek, sistemin işlemesi gerek. Bundan yakınan açıklamalar bile yapmıyorlar. Dolayısıyla orada da bir sorun olduğunu düşünüyorum tabi ki.
Eğer bu ülkenin iş insanları bir zamanlar Bayram Meral’in dediği gibi, kendilerine Avrupa Birliği koşullarını, çalışanlarına Afrika koşullarını istiyorlarsa onun siyasi iktidar aracılığı ile sürdürülmesini istiyorlarsa, bilmeliler ki bu son tahlilde döner kendilerini vurur, nitekim de vuruyor zaten. Şu anda hiçbir iş insanının mal güvenliği yok. Bir Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile istedikleri kişinin, holdingin mal varlığına el koyabilirler. Böyle bir demokrasi, hukuk düzeni olabilir mi? Yani şu anda o durumdayız. Buna bile itiraz edemiyorlarsa; e o zaman demek ki onlardan gerçekten özgür yayıncılığı desteklemelerini, demokratik yayıncılığı, kamu yararı yayıncılığını beklemek pek mümkün olmaz.
Çuvaldızı gazetecilere batıracak olursak, Türkiye’de Türk basınının kendi toplumuyla empati yapamama, toplumun ana damarını temsil etmeme hep bir problemi oldu. Bir dönem AK Parti’ye karşı olan yazarların bir kısmının bugün büyük gazetelerin önemli yerlerinde bu sefer iktidarı eskisi gibi eleştirmeyen pozisyonlar aldığını görüyoruz. Medya, kurumsal veya askeri vesayetin temsilcisi oldu. Erdoğan’a hak verelim manşetlerle çarpışa çarpışa geldi. Türkiye’de gazetecilerin toplumun değerlerini anlama ve yansıtma problemi olduğunu düşünüyor musunuz? Sorgulama dönemi olur mu AK Parti gidince, yoksa işin başına mı döneceğiz?
Yok artık eskiye dönüş o kadar olmayacaktır diye düşünüyorum. Çünkü o kadar çok ciddi bir darbe yedi ki Türkiye’de gazetecilik, yayıncılık, artık tamamen bu sayfayı temize çekeceğiz galiba. Başka çaresi kalmadı. Alternatif mecralara baktığınızda da artık bu tarafı tamamen silip oradan yeni bir filizlenme görüyoruz.
Şöyle söyleyeyim; Türkiye’de, evet az önce de söyledim, egemen düşünce yapısından uzak olmayan bir gazetecilik çizgisi hakimdi zaten geçmişte de. Güç odaklarının uzağına düşmeyen, onlarla sürekli iç içe olan siyasetle, askerle ya da diğer kurumlarla iç içe olan iş insanları ile iç içe olan gazetecilik anlayışı söz konusuydu. Ve tabi bunun yanında seçkinci gazetecilik var.
İstanbul medyası dediğimiz medya aslında baktığınızda İstanbul’un bile içinde değil. Bazı muhabirler polis-adliye muhabiri ama yani temelde baktığınızda o büyük yazarlar, eskiden Bab-ı Âli’de oturuyorlardı, Doğan Hızlan anlatmıştı bana, Bab-ı Âli’de Hürriyet oradayken yakında pastane varmış sevdiği, yürüyerek gidermiş oradan her gün öğleden sonra acı badem kurabiyesi alır ve dönermiş. Bu basit bir şey gibi gözüküyor ama ben çok önemsiyorum. Neden? Günde bir kez bile olsa sokağa çıkıyor insanları görüyor, temas ediyor, pastacı ayakkabıcı, yolda yürüyen insanlar, insan yani. Bir gazeteci insanlarla iç içe olması gerekir. Gazeteler İkitelli’ye taşındılar, plazalarda yaşadılar, Doğan Bey (Hızlan) acı badem kurabiyesini almaya gidemedi. En fazla yan odadaki arkadaşıyla konuşmaya başladı. Dolayısıyla daha içlerine kapandılar,
30’lar Amerikasında site gazeteciliği denilen gazetecilik Türkiye’de gelişti. Plazalarda yaşadılar, o havuzlu büyük villalarda oturmaya başladılar. Akşamları gittikleri yerler Bab-ı Âli’deyken gazeteciler cemiyeti lokaliydi ya da oralardaydı meyhanelerde toplanırlardı. Daha sonra lüks restoranlara gitmeye başladılar, daha çok kazanınca. Daha dönüştüler. Gazeteleri yöneten genel yayın yönetmeni, yazı işleri yönetmenleri, yazarlar, toplumdan daha fazla koptu.
Beklentiler yaptıkları işler vesaire de Anadolu’yu yansıtmadı. İstanbul’u bile yansıtmadı. İstanbul’dan da uzaklaştılar. Eskiden gazetelerde siyasetçilere en çok sorulan sorudan bir tanesi yumurta, et fiyatı idi. Klasik soruydu. O zamanlar bana matrak gelirdi, çok önemsiyorum şimdi. Yani geçen Tayyip Erdoğan dedi galiba, ‘ben fiyatları biliyorum’ dedi. Gerçekten sorsak ona etin kilosu, ekmek kaç lira, bilmezler. Bilen siyasetçi olduğunu sanmıyorum. Onun gibi gazeteciler de bilmiyorlar. Eskiden olduğu gibi belediye otobüslerine binmiyorlar, özel yerlerde yaşıyorlar, kendi arabaları ile gidiyorlar vesaire. Toplumdan koptular empati yok. Empatiyi geçtim toplumun dışına geçtiler.
Bugün de lüks havuzlu villa değilse de lüks sitelerde oturanlar mı değişti?
Evet, onlar değişti o kadar. Eskiden oturanların bir kısmı da saf değiştirdi. Eskiden Fikret Otyam, Yaşar Kemal röportajlarını okuyun, hala yaşıyor röportajlar. Neden? Çünkü insanla konuşmuşlar, Anadolu’nun gidilmeyen yerlerine gitmişler, iç içe olmuşlar. Dün Emin Çapa’nın Halk TV’deki programında vardı. Antalya’da iş kazasında yaşamını yitiren 16 yaşındaki çocuktan söz ediyor. Çocuk haberinden söz ediyordu. 16 yaşındaki bir kişinin ağır makine kullanmaması gerekir. Ama kullanmış kazaya uğramış ve ölmüş. Diyor ki; Emin Çapa, ‘Antalyalı gazeteciler o aileyle neden konuşmadınız. Bu çocuğa iş makinası kullandırıldığını neden sorgulamadınız. Eskiden biz bunları yerel gazeteden öğrendirdik’ diyor ama hakikaten öyle.
Şu anda ben bir dolu haber sayabilirim, yerel gazeteciler bile onu takip etmiyorlar. Mesele sadece siyasi iktidar değil. Refleks körleşmesi var. Reflekslerimizi kaybettik sanki. Normalde bir olay olduysa peşine gidersin, sorgularsın devamına bakarsın ama sorulmuyor. Ya 16 yaşında bir çocuğu iş makinesi nasıl kullandırırsın ya da ailesine onu kullanmaya iten neden nedir sorgulamak gerekiyor, sorulmuyor bunlar.
Yazarlar, gazeteciler illere gider kahvelere gider 3 gün bölgede kalırlardı. Şimdi sadece iktidar ya da muhalefet ile gidiyorlar onların etrafında duruyorlar. Belki gerçekten gazetecilik yapmak isteyenlerin maddi imkanları yetmiyor olması da tartışılır ama orada vakit geçirmek insanlarla konuşmak geri gelmek ve yazmak gerekmez mi? İnsanlar iktidar ya da muhalefet partisi genel başkanı ile gidiyor o balonun içerisinde bir kurgunun içerisinde bir yere değiyorlar, geliyorlar.
Yok yapmıyorlar. Şimdi ulaşım olanakları da kolay. Cüneyt Arcayürek, Adnan Menderes ile Adana’ya gidiyorlar. Menderes’in hoşlanmadığı bir şey yazıyor, uçak ile gitmişler; malum uçaklar yeni yeni var. Dönüşte Adnan Menderes onu uçağına almıyor. 3-5 gün de orada kalıyor. 3-5 gün sonra Ankara’ya dönebiliyor. Şimdi öyle bir şey değil herkes her yere gidebilir sorun yok. Gidecek refleksler yok. Refleksler olduğunda da onu yayınlayacak medya kuruluşu yok.
Gazetecilerin gitmemek istemesi değil sadece, gitseniz de yayınlanmıyor, bunlar bu noktaya geldi. Dolayısıyla da olmuyor. Geçenlerde bizim medyamız ajan filmlerini öykülerini çok seviyor. Casuslar yakalandı falan vesaire. Geçen yıldı galiba, İstanbul’da bir İngiliz ajan dedikleri kişi çatıdan düştü, öldü. Onu bizim medya iki gün yazdı sonra bıraktı. Bir İngiliz gazetesi 2 hafta kadar önce baya araştırmışlar, para sorunları vesaire bir dolu şey uzun bir dosya yaptı adamlar. Çok ilgilendikleri alanlarda bile devam etmiyorlar. İnanılmaz bir balık hafıza sorunu var.
Siz kurumsal olarak da mücadele ediyorsunuz. Basınla ilgili kamu kurumlarını nasıl görüyorsunuz. Bugün misyon değiştirmiş gibi görünüyor. RTÜK misal, siz içeriden biliyorsunuz. Halk TV davasında verdikleri cevap var. Oradaki anlayış da yansıyor. Basın İlan Kurumu, Basın Enformasyon, İletişim Başkanlığı’na dönüşüyor. Bu kurumsal yapılanma Türkiye’nin ihtiyaçlarına ne kadar cevap verebilir ve bu toptan dönüşmeli mi, rehabilite mi edilmeli, ne yapmak lazım?
İki temel noktada yanıt vermek istiyorum. Birincisi bu kurulların hepsi düzenleyici kurullar olmalı. Düzenleyici. Ceza yağdıran, denetleyen değil yani. İkincisi gazeteci olarak da devletin bizim işlerimize yayıncılık faaliyetlerine, gazetecilik faaliyetlerine bu kadar müdahil olmasının demokrasi açısından ifade özgürlüğü, halkın bilgi edinme hakkı açısından doğru olmadığına inananlardanım.
Basın kartını vermekten tutun da yayınların nasıl yapılması gerektiğine kadar bana her şeyi bu ülkede hala devlet söylüyor. Yani bu dizide işte ‘çıplaklığın sınırı şudur’, bundan tutun da işte ‘bir haber nasıl yazılır’a kadar bunlar söylüyorlar. Bu ülkede nasıl özgür gazetecilik yapılır ki. Devlet diyor ki ‘her şeye ben karar veriyorum’ ve veriyor zaten. Yaptıkları şey bu. Bunun benzerini ancak bizim gibi ülkelerde görebiliriz ya da Ortadoğu’da başka yerde mümkün değil.
Tek tek kurum açısından bakarsak; Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü doğuşu aslında zaten bir tür Cumhuriyetin kuruluş yıllarında halkla ilişkiler yapmak, PR faaliyeti için kurulmuş. Şu anda resmen bir propaganda bakanlığına dönüşmüş halde. Yani Basın Yayın Enformasyon çıktı İletişim Başkanlığı oldu. Başkanlığın faaliyetine baktığımızda resmen bir propaganda faaliyeti. Fahrettin Altun’un açıklamaları zaten neredeyse siyasi kişiliğin açıklamaları gibi. Kemal Kılıçdaroğlu bir şey diyor ona cevap veriyor, milletvekili bir şey diyor ona cevap veriyor, bu halde.
Birtakım filmler falan yapıyorlar TRT’ye. Hepsi parti propagandası, devlet işleri değil, bu kurumlar maalesef Basın İlan Kurumu (BİK), RTÜK, İletişim Başkanlığı da artık devlet kurumu olmaktan çıktı. Tek parti devletinin kurumları. Parti kuruluşları halinde çalışıyorlar, faaliyet gösteriyorlar. Nitekim zaten şu anda Anadolu Ajansı, Basın İlan Kurumu, TRT, RTÜK bunların hepsi aslında Fahrettin Altun’a bağlı. Hem Cumhurbaşkanı Kararnameleri ile hem de fiiliyatta böyle. Yardımcısı aynı zamanda BİK yönetim kurulu başkanı. Bu şekilde çalışıyorlar.
Şimdi bakınca düzenleyici kurumlar olsalar; yayıncılık konusunda temel ilkeleri söyleyebilirler. Örneğin; deprem oldu bu ülkede depremde yayıncılığın nasıl yapılması gerektiği konusunda temel ilkeleri söyleyebilirler. Pandemi konusunda toplum sağlığını korumak için şunları yapmamak gerek, temel ilkeleri söyleyebilirler. Şu anda yaptıkları şey ifade özgürlüğünü engelleyecek cezalandırmalar. Siyasi iktidarın sopası haline geldiler. Gerek Basın İlan Kurumu cezalarına bakın, gerek RTÜK cezalarına bakın hepsi bağımsız eleştirel kanallar, yayın organları. Yani siyasi iktidarın yanında olduğu net olan kanallara en ufak ceza yok, ödüllendirmeler var. Fazladan fazladan resmi ilan vermeler var ama diğerlerine ise sürekli cezalar var. Bu bile her şeyi gösteriyor.
Ne oldu Türkiye’de diziler bile, TV dizileri bile eski kalitesini kaybetti. Çünkü dizi senaristlerinin bile özgürce kalem oynatabilmesi lazım ama şu anda; işte hatta dün bir internet sitesinde vardı bir dizide erkek ve kadın birbirlerine fazla yaklaştıkları, yarı çıplak sevişme sahnesi hatta ön sevişme sahnesi, hadi yakınlaşma sahnesi diyelim, var. ‘RTÜK buna ne diyecek’ diye internet sitesi haber yapıyorlar. RTÜK, işte kafalarda barikat kurdurdular, kendi ahlak anlayışlarını bırakın dünya görüşünü topluma dayatıyorlar. Bu ahlak anlayışı içerisinde yapmak istedikleri şey bu iktidarın bu partinin propagandasını yaptırmak her şeye böyle bakıyorlar. Bırakalım da bunlar özgür yayıncılık yapsın değil, yani oradan çoktan çıktı. Ha bu hale gelince de buradan tabi nereye varılabilir? Vardığımız yere varılır ama şu olur daha az izlenirler.
Şunu söyleyeyim 1 milyar 100 küsur milyon vermişti Demirören, Doğan medyasını satın almak için. Şimdi satmaya kalksın, devlet bankaları kredi pozisyonunu bırakalım kenara, o kadar para etmez. İzlenilirliği, tirajı her şeyi düştü. İnsanlar dizileri bile izlemek yerine dijital platformlara kayıyorlar, başka yollar buluyorlar ama oraları izlemiyorlar.
Tekrar çuvaldıza gelirsek. Toplumu örgütlü olmak sorunlara dair duyarlılık geliştirmek konusunda en azından bilgilendirmesi gereken gazeteciler kendi söküklerini dikemiyorlar. Gazeteci meslek örgütleri ya fazlasıyla siyasallaşmış marjinal örgütler ya da fazlasıyla iktidara entegre olmuş. Çok eski isimlerin başında olduğu sembolik anlamı olan ancak fonksiyonel olmayanlar var ya da iyi niyetli ama cılız organizasyonlar var. Gazetecilerin bu sorunu çözmeleri mümkün mü, çözülmediği sürece de kim onların hakkına sahip çıkacak?
Bu bile ne kadar önemli, ‘kim onların hakkına sahip çıkacak.’ Aslında gazeteciliğin başkalarının hakkını savunması gerekir. Kimsesizlerin kimsesi olması gerekir. Kendi hakkımızı bile savunabilir noktada bile değiliz gazeteciler olarak. Birincisi sendikal örgütlenmemiz yok hepimizi kapsayan mesleki örgütlerimiz yok. Mesleki örgütlerimiz o kadar çok ki hiçbiri etkili değil. Geçen gün RTGD’nin, bu işte Beştepe’deki Saraydaki ödül töreni için yazı yazmak için çalışma yapıyordum, kaç gazetecilik örgütü var diye baktım bulamadım toplam sayısını. Muhtemelen yüzlerce var, her ilde var. Konfederasyon var, federasyon var.
Kalıcı örgütlenmeler var; Ekonomi Muhabirleri Derneği, Cumhurbaşkanlığı Muhabirliği, Parlamento Muhabirliği bir dolu şey var. Bu kadar örgüt olunca tabi ki çok güçsüzleşiyor, hâkim olmuyor. Keşke hepimizi kapsayan, hayatın neresinde olursa olsun, hangi medya kuruluşunda çalışırsak çalışalım hepimizi kapsayan bir çatı örgütlenmemiz olsa.
Çatı mesleki örgüt altında, tabi ki hangi alanda çalışıyorsak ona göre, komiteler olsa ancak o zaman kendi düzenlememizi yapabiliriz. Mesela Türkiye’de doktorluk yapabilmek için Tabip Odası’na kayıt olmak gerek, mühendislik için TMMOB var. Gazeteciler istedikleri gibi yapabiliyorlar, dolayısıyla o mesleki denetimden tamamen uzaklar. Şunu da söylemek lazım, bazı gazeteci örgütleri köhneleşti, eskidi. Özellikle genç kuşak gazeteciler meslek örgütlerine hiç ilgi göstermiyorlar onlara söylediği bir şey yok. Dolayısıyla gazetecilik aslında bakarsanız kuşaklar arası deneyim aktarımı olması gereken bir meslektir. Sadece kitaptan okuldan öğrenemezsiniz bunları ya da sadece pratikten. Kuşaklar arası deneyim aktarımı da olmuyor ilişkiler de koptu ama bunun için mücadele etmek gerektiğini düşünüyorum.
Tek sevindiğim şu mesela geçtiğimiz günlerde gazetecilerin yıpranma tazminatı konusunda yasal değişiklik söz konusuydu, yasadan çıkarılmıştı eklenmesi gerekiyordu, o konuda mücadele verilmesi gerekti, 9-10 meslek kuruluşu bir araya geldi, ortak çaba harcadı. Ankara’da Gazeteciler Cemiyeti’nden tutun da Basın Konseyi, dernekler bir araya gelip çaba harcadılar Çağdaş Gazeteciler Derneği, Foto Muhabirleri Derneği. Eskiden olduğu kadar örgüt taassubu kalmadı, o beni mutlu ediyor. Ankara’da Gazeteciler Cemiyeti ile Çağdaş Gazeteciler Derneği üyeleri asla yaklaşmazdı artık öyle bir şey kalmadı. Şu anda sorunlarımız ortak, gazetecilikle ilgili sorunlarda mücadele etmek için de birlikte çaba harcamak gerekiyor. Umarım bu konuda mesafe alacağız önümüzdeki dönemde.
Faruk Bildirici’nin kişisel hikayesine gelirsek nerede duruyorsunuz? Geçmişinize bakınca bugünü görünce şurada daha net dursaydık, şöyle yapsaydık dediğiniz bir şey var mı? Pişmanlık mı var iyi ki yaptım gene yapardım mı var?
İlkokul 5. sınıfta gazeteci olmaya karar vermiştim, hala iyi ki gazeteci olmuşum diyorum hiç tereddüdüm yok. Ben aslında galiba kendi artılarımdan çok eksilerimi görmeyi tercih eden ya da şunu yanlış yaptım galiba diye kahrolan bir kuşaktanım. Ben de iyi şeyler yaptım tabi ama bir dolu da hata yaptım. Tek tek baktığımda bunu niye yaptım keşke öyle yazmasaydım öyle konuşmasaydım söyleşide şu eksik kaldı böyle şeyler çok oldu. Ben de çok hatalar yaptım. Kendimle ilgili mutlu olduğum tek nokta var çizgimin değişmemesi, ben her zaman değişmek ve gelişmek arasındaki farka inanırım. Ben kendimi aşmaya geliştirmeye dönüştürmeye çalıştım. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nda araştırmacı gazetecilik dersi verirken bir genç arkadaş ‘bu yaşlılar çekilmiyor ki bize yer açılsın’ dedi. ‘İyi de kardeşim haklısın sana yer açılması gerek ama bunu ben açmam ben mücadele ederek geldim ben hala bu yaşımda seninle mücadele ediyorum.’ Mücadele yanlış oldu yarışıyorum seninle.
Benim kuşağımdan bazı insanlar dijital teknolojiye uzak duruyor ama ben öğrenmeye, kullanmaya çalışıyorum. Dolayısıyla benden daha iyi olacaksın ve beni geçeceksin. Yani şununla övünüyorum işte, o çizgiyi geliştirmeye çalışıp sürekli kendimle yarış halinde olmak. Yeni alanlar açmak bütün yapmaya çalıştığım şey.
Şu anda yapmaya çalıştığım şey de galiba, en çok benim düşündüğüm iki nokta önemli; birincisi, Hürriyet’te son dönem şöyle yazma, Hürriyet eleştirisi yazma medya eleştirisi yaz dediklerinde sesimi kesip oturmalı mıydım çok düşündüm ama doğru yaptığıma karar verdim. Ben orada ombudsmanlık yaparmış gibi yapsaydım belki hala kalıyordum ama onu kabul etmedim.
RTÜK’teki kovulmam ve atılmam ile ilgili orada da aynı sonuca vardım, ben ona tahammül edemezdim. RTÜK gibi bir kurumun siyasi iktidarın sopası haline gelmesi ve bir başkanın birkaç yerden maaş almasına sessiz kalamazdım. Ufak tefek hatalar yapmış olabilirim, olabilir ama ne yapayım sonuç bu oldu. Bir mücadeleye girdiğiniz an devam eder.
Şimdi yaptığım şey de medya ombudsmanlığı kendime bir çizgi çizdim oradan yürüyorum. Geçenlerde Müslüm filmi var ya; orada gördüm bir kez daha. Müslüm küçükken ona müzik hocası, ‘senin sesin ancak sen sustuğun zaman kesilir’ diyor. Ben şimdi tam o ruh hali içindeyim. Yani beni medyadan uzaklaştırmış olabilirler, gazetemden uzaklaştırmış olabilirler ama ben yazmaya devam edeceğim. Gazeteciliğimi, yazmamı, kalemimi elimden alamazlar çünkü ben yorulduğum zaman, ben çekildiğim zaman beni bu meslekten atmış olurlar diye düşünüyorum.
Kaynak: perspektif