Gazetecilik için ölüm-kalım dönemi

ÜMİT KIVANÇ'ın Yazısı;

Gazetecilik için ölüm-kalım dönemi

İfade özgürlüğü bakımından kendi halimize dair söylenebilecek şeyin özü, bizden daha iyi ve daha kötü durumdaki ülkeleri saymak olur


Dipteki hak-adalet, dayanışma akıntılarıyla, demokrasi ve bizzat adalet kavram ve kurumlarını yok etme girişimlerinin yarattığı, yüzeydeki yıkıcı-kırıcı kaosun karşılıklı etkileşiminde en büyük rolü oynayabilecek insan faaliyetlerinden birinin -gazeteciliğin- karşı karşıya kaldığı vaziyetten sözetmeliyiz. Uluslararası Af Örgütü’nün idamlar-infazlar raporunu ele aldığım geçen yazımda belirttiğim üzre, bu raporla Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün (RSF) 2020 Basın Özgürlüğü Endeksi üstüste geldi. Buraya tıklayarakEndeks’in dünya haritalı sayfasına ulaşabilir, her ülkenin üzerine tıklayarak, basın özgürlüğü sıralamasındaki yerini belirleyen başlıca bilgileri alabilirsiniz.) Bunların ikisini eşzamanlı konu etmenin anlam taşıdığına inanıyorum.

İnsanlığın dönüşüm evrelerinden birinde gazeteciliğe büyük ve anlamlı rol atfetmek, mesleğimizi yüceltmek amacıyla yaptığımız şişirme değil şüphesiz. Son yılların gelişmeleri gösteriyor ki, klasik düzgün gazetecilik tanımında geçen ünlü ifadeyle “olayların haber olmasını istemeyen birileri”, gazetecilik faaliyetini bizzat gazetecilerin çoğundan bile daha çok ciddîye alıyor, önemsiyor; bu yüzden her gördüğü yerde ezilmesinin farz olduğuna dair tutkulu inanç duyuyor.

Gazeteciliğin çıkar amaçlı bültencilik, iş âleminden para tırtıklama aracı vs. derken bizzat başka alanlardaki işlerin yardımcı aleti olarak kullanılıp değerinin düşürülmesi bütün dünyada mesleğin muazzam hasar görmesine yolaçtıktan sonra, bir de, bizdeki gibi, bizzat gazeteci sıfatlı kimselerin akıl ve zekâ yoksunu kıç yalayıcılar olarak sahneye fırlayıp izansız, vicdansız propaganda aygıtı vazifelileri rolünü iştihayla oynamaları, “haber”, “haber alma”, “halkın haber alma hakkı” gibi kavramları gülünçleştirdi. Üstelik gerçekte kelimenin ölüm-kalım çağrıştıran anlamıyla “hayatî” hale geldikleri zamanda.

Bunların yarattığı “itibarsızlaşma” krizine rağmen, köklü demokrasi, hukuk, kuvvetler ayrılığı kurum ve geleneklerinin bulunmadığı ya da fırsat yakalayabildikleri her ülkede, muktedirler, basından fazlasıyla çekiniyor, öncelikle onu işlevsiz, güçsüz kılmaya girişiyorlar. Yola gelmez saydıklarını sindirmeye, ezmeye çalışırken, haysiyeti ve kapasitesi müsait olanlara teşvikler, ödüller ve “ötekiler gibi olma” korkusundan örülme tasmaları takıveriyorlar. Birçok ülkede “basın” alanı, buyrukla çalışan propaganda aygıtlarınca işgal ediliyor.

Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü, 2020 Basın Özgürlüğü Endeksi’ni sunuşunda, gazetecilik için hayatî ölçüde kritik dönemde bulunduğumuza dikkat çekiyor. Önümüzdeki on yılın, “basın özgürlüğü” kavramının geleceğini -belki de, geleceği olup olmayacağını- belirleyeceğini öne sürüyor. Bu nedenle, Türkiye’nin 180 ülke arasında 154. sırada yeraldığı Endeks’teki verilerden çok, RSF’nin tesbit ve uyarılarını aktarmayı yeğleyeceğim.

Kazakistan, Tacikistan, Azerbaycan, Türkmenistan…

Endeks’e ve ifade özgürlüğü ölçütleri bakımından kendi halimize dair en kısa yoldan söylenebilecek şeyin özü, bizden daha iyi ve daha kötü durumdaki ülkeleri saymak olur. Polisin ve siyasetçinin bile, Türkiye’de yaşamamız yüzünden birtakım haklara yapısal nedenlerle sahip olamayacağımızı yüzümüze vurmak için kullandığı “burası orası değil” klişesindeki masal diyarı Norveç’in basın özgürlüğünde dünya birincisi oluşu bizde haber değeri taşımaz; geçiyorum. Ancak Jamaika’nın altıncı, Kosta Rika’nın yedinci sırada yeraldığı bir özgürlükler sıralamasında 154. olmanın müstakbel cihan hakimiyeti bakımından bazı pürüzler yarattığı sanırım inkâr edilmeyecektir. Kezâ, ne coğrafî imkanlar ne ekonomi ne nüfus bakımından Türkiye’nin asla kıyaslanamayacağı Uruguay (19.), Surinam (20.), Namibya (23.), Gana (30.), Burkina Faso (38.), Botswana (39.), Senegal (47.), Romanya (48.), Gürcistan (60.), Ermenistan (61.) ve Yunanistan’ın (65.) listedeki yerleri de, kabul edelim ki, insanın ilginç düşüncelere dalmasına ve mazallah cihan hakimiyeti ülküsünden uzaklaşmasına sebebiyet verebilir. Türkiye’yi, zaman zaman şu ya da bu açıdan kıyaslandığı Güney Kore (42.) ve Arjantin (64.) ile yanyana getirmek de problemsiz değil.

Bunlar yerine, bizden daha kötü durumdaki Ruanda (155.), Özbekistan (156.), Kazakistan (157.), Singapur (evet, o!, bazılarına göre harikalar diyarı, 158.), Tacikistan (161.), Irak (162.), Libya (164.), Mısır (166.), Azerbaycan (168.), Bahreyn (169.), Suudi Arabistan (170.), İran (173.), Suriye (174.) ve Türkmenistan’ı (179.) sıralayabiliriz. (“Basın özgürlüğü” bakımından Küba’nın sondan dokuzuncu sırada yeralmasını dert edinen solcular olarak daha sonra Zoom veya Google Meet’te biraraya gelir, konuşuruz; ortamı meşgûl etmeyelim, nasıl olsa üç-beş kişiyiz. Ancak bizden çok daha kalabalık birilerinin, Türklük, İslâmlık dendiğinde mangalda kül bırakmayan faşizan ahalinin de ekrandaki toplu konuşma programlarıyla halledilemeyecek meselesi var, görüldüğü üzre.)

Beş kriz

Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütü (RSF), başta aktardığım üzre, önümüzdeki onyılı gazeteciliğin istikbali açısından ölüm-kalım yılları olarak görüyor. Nâçizâne, yeryüzünde kurulu insan uygarlığının nasıl bir ortama doğru evrildiğine dair verileri, öngörüleri izlemeye, gazeteciliğin konumuna ve koşullarına kafa yormaya çalışan bir yorumcu-aktarıcı olarak, bendeniz de haddim olmayarak böyle düşünüyorum.

(Özellikle mesleğin yakın geleceğini merak eden meslektaşlara seslenerek araya not iliştireyim: Gazeteciliğin içinde bulunduğu ölüm-kalım koşullarını daha çok güncel veriler eşliğinde ve ışığında ele almaya çalıştığım kitabıma göz atarsanız, tesbit ve görüşlerimi isabetsiz bulsanız da, bu konuda hükme varmak için gereken pek çok veri ve bilgiye rastlayabilirsiniz. “Gazeteciliğin kendine, neoliberalizm ve sanal âlemin basına ettikleri”ni konu alan kitap, O Meslek Bunalımda, şu anda P24’ün sitesinde pdf formatında bulunuyor, okunabiliyor, indirilebiliyor. Oradaki verilere göz atarsanız, gazetecilik mesleğinin bugüne kadar bilindiği içeriği, şekli, alışıldık kurumlaşması, örgütlenmesi ve yürütülüş tarzıyla devam edemeyeceğini siz de teslim edersiniz.)

RSF, bizi bu ölüm-kalım uçurumunun eşiğine getiren ortamı beş büyük krizin belirlediğini öne sürüyor: jeo-politik kriz, teknolojik kriz, demokrasi krizi, güven krizi, ekonomik kriz.

Saldırgan liderlerin yarattığı gerilim

Jeo-politik krizin başlıca müsebbibi, RSF’ye göre, palazlanan otoriter rejimlerin saldırganlığı. Biliyoruz ki, bu saldırganlık dünyanın çeşitli bölgelerinde, saldırganın gücüne göre dengesizlikler yaratıyor. Saldırgan otoriter liderler kendi halklarını tedirginlikle mâlûl seferberlik hali içerisinde yaşattıkları gibi, etraflarındaki başka yöneticiler ve halklarda da tedirginlik, savunma güdüleri, velhâsıl, çatışma potansiyeli yaratıyorlar. Gazetecilik açısından, her türlü seferberlik halinin tektipleştirme ve haber alma-verme özgürlüğünü sınırlama sonucu yarattığına özellikle dikkat çekmeliyiz.

Muktedirlerin elinde dizginsiz teknoloji

RSF’nin tanımladığı ikinci kriz, teknolojik gelişmenin doğurduğu tehlikeli koşullar. Teknolojik gelişme elbette kendi başına kriz doğuracak bir etken değil. Makineleşme yüzünden artan işsizlik nasıl makineleşmenin kabahati değilse, şimdi yeryüzündeki bütün bireyleri kesintisiz izleme-denetleme imkânı yaratan teknoloji de kendiliğinden suçlu değil. Kabahat toplumsal örgütlenmemizin eşitsizliğe dayalı oluşunda. Bu yüzden RSF, büyük isabetle, teknolojik krizi “demokratik güvencelerden yoksunluk” koşuluna endeksliyor. Teknolojiyle ne yapacağımıza yalnız bugünün muktedirleri karar verecekse, tek merkezden buyrukla yönetilecek, belki insanlara birtakım özgürlük alanları bırakılan, ama onlarda da belirli sınırların dışına çıkılmaması sürekli denetlenen bir toplum düzeninde yaşayacaksak, gazetecilik diye bir mesleğin ebediyen yok olması dışında ihtimal kalmaz. Kimbilir, belki de gazetecilik bizzat böyle bir gidişata direnişin odaklarından biri haline gelecektir. Herhalde insanlık, bunca birikiminin bir avuç muhteris zalim tarafından berhava edilmesine kolay razı olmaz.

Kutaplaştırma hakikat arayanı değersizleştiriyor

RSF’nin üçüncü başlığı, demokrasi krizi. Sınır Tanımayan Gazeteciler bu kriz konusunda doğrudan, nevzuhur otokrat müsveddelerinin hakim olabilmek için, toplumların bir kısmını gözden çıkarıp düşmanlaştırmalarını sorumlu görüyor. Elele giden kutuplaştırma ve baskı politikaları, bizim pek iyi bildiğimiz üzre, yeni otokrasi özentilerinin başlıca hakimiyet yöntemi. Bu da gazetecilik mesleği açısından çok ağır bir ortam yaratıyor. Zira kutuplaşma, iki tarafın da işine gelmeyen, görmek-duymak istemediği her şeye karşı önce duyarsızlaşmasını, giderek düşmanca tutum benimsemesini besliyor. “Şüphe mesleği” gazeteciliği, “hakikat arama işi”ni iki taraf da sevmiyor. Paralel olarak, baskı politikalarını etkili şekilde uygulayabilmek için yeni otokrasi özentileri öncelikle kuvvetler ayrılığı gibi denetim mekanizmalarını, devlet işlerinin yürütülmesinde anayasal-yasal düzlem ve çerçevenin esas alınmasını, yani düpedüz hukuku ortadan kaldırmaya girişiyorlar. Adalet kavramının yok edilmesi, yargının hükmedenin silahı olduğunun alenen ilanı ve tanınması bu yeni diktatörlük rejimlerinin özelliklerinden. İstenmeyen haberciliğin doğrudan, gazetecileri hapse atarak, yıldırarak, bazen öldürerek cezalandırılmasının yanısıra, hukuksuz, ölçütsüz ortam, hakikat arama işini baştan baltalıyor.

Gazetecilerin kendi yarattığı kriz

Krizler arasında RSF’nin “güven krizi” başlığını verdiği mevzu herkesten çok gazetecileri alarma geçirmesi gereken bir duruma işaret ediyor: Örgüte göre bu kriz, “medyaya karşı duyulan şüphe ve hattâ nefretin büyümesi”. Yeni otoriter rejimlerin, parlamento denetimi ve hukuk kurumuna darbe vurmadan bile önce kalkıştıkları ilk iş, bağımsız basını yok etmek oluyor. Çünkü propagandanın tasavvurları için hayatî olduğunu biliyorlar. İnsanların akılla mantıkla değil “sembollerle” harekete geçirildikleri, Sigmund Freud’un -kitabının müsveddelerini okuyan- yeğeni Edward Bernays ve onunla birlikte “Halkla İlişkiler”in kurucu babalarından sayılan Ivy Lee tarafından özel maksatla formüle edileli, bu yaklaşım, Joseph Goebbels başta, Nazilerin elinde ölümcül bir kitle seferberliği mekanizmasına dönüşeli, fazlasıyla azıyla, yüz yıl kadar zaman geçti. İktidarların propaganda aygıtına dönüştürdükleri sahte basın, şüphesiz sahici gazeteciliğin varoluşuna yönelmiş bir katil kemirici. Gazetecilerin 1980’lerden beri artan ölçüde, alttakilerle değil üsttekilerle aynı sınıftan görülmesi, çoğunun kendini de böyle görmesi, devletten düzenden sorumlu sayması, sesi çıkamayanın sesi olma vasfını terk etmesi zaten toplumsal faaliyet olarak gazeteciliğe yönelik yaygın şüphe ve güvensizlik doğurmuşken, otokrat özentilerinin yarattığı ortam sahiden ölümcül sonuçlar yaratabilir.

“Kaliteli gazetecilik” parasız yürümüyor

Ve son olarak, basınla ilgili sorunlar konuşulurken çoğu defa arka plana itilen ekonomik-malî meseleler. Yani ekonomik kriz. Korona virüsü salgınının yaratacağı söylenen dünya ekonomik bunalımı değil burada sözü edilen. Özel olarak, RSF’nin tanımıyla “kaliteli gazeteciliği göçerten, medya ekonomisi krizi. Her şeyin “bedavaya” elde edilebildiği sanal âlem insanlar arası iletişimin esas kanalı ve kaynağı haline gelmişken, haber alma amacıyla tek kuruş harcamaksızın, isteyen herkes dünyadaki her şeyden haberdar olabiliyorken, doğru dürüst haber toplama-aktarma organizasyonları kurmak zorunda olan düzgün yayın organları hayatını nasıl sürdürebilecek? Cevabı henüz bulunmamış bu sorunun işaret ettiği durum, şüphesiz, bağımsız gazeteciliği yok etmek isteyenlerin gireceği zahmeti büyük ölçüde azaltıyor. Bu soruna doyurucu, garantili bir çözümün henüz bulunmadığını da hatırlatayım.

RSF gibi kuruluşlara çok şey borçluyuz. Bu defa da, sorunlarımız ve geleceğimize dair derli toplu düşünebilmemiz için önümüze böyle bir tesnifi koyduğu için. Tabiî “basın özgürlüğü endeksi”nin yanısıra.

 

P24 Blog