Japonya´nın Osaka kentinde iki gün süren G-20 Zirvesi´nin sonunda belki ev sahibi ülkenin Başbakanı Shinzo Abe başarılı bir toplantı süreci geçirdiklerini iddia edebilir. Ancak ABD-Çin ticaret savaşlarının olanca şiddetiyle devam ettiği, dünyanın en zengin ülkelerinin insanlığı ilgilendiren temel problemlerle ilgili ortak bir tavır geliştiremedikleri bir ortamda başarı ifadesi altı boş bir temenniden öteye geçemiyor.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin´in zirve öncesi ?liberalizmin sonu? ile ilgili ortaya attığı iddialar ise Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk´ın tepkisini çekmiş ve Tusk ?günümüz toplumlarının içine kapanıp tek tipleşmesinin otoriterleşmeye? sebep olacağını ifade etmişti. Putin´in bu sözleri aslında daha önce bu köşede anlatmaya çalıştığımız dünyanın evirildiği yeri göstermesi açısından önemlidir. Şimdi uluslararası ilişkileri aslında iki ana başlık belirliyor; birincisi güvenlik endişesi, ikincisi ise gıdaya ulaşım. Diğer sorunlar artık tartışmaların merkezinde değil. Yani ortada bir problem olduğu açık ancak ne Tusk´ın temsil ettiği Batı dünyasının, ne de Putin´in liberalizme alternatif olarak sunduğu teklifin çözüm olamayacağı da ortadadır.
Hem G-20 gibi tabiri caizse ?Zenginler Kulübü? üyesi olup hem de sadece kendi ülkesinin çıkarlarını her şeyin ama her şeyin üzerinde görmek anlaşılır bir yaklaşım değildir. Benzer şekilde İsviçre´nin Davos kentinde toplanan Dünya Ekonomi Forumu davetlileri genellikle dünyanın geri kalanını nasıl daha iyi sömürebileceklerini tartışırlarken, aynı günlerde Brezilya´nın Porto Alegre kentinde dünyanın çok farklı ülkelerinden gelen sivil toplum kuruluşlarının katılımı ile Dünya Sosyal Forumu toplanarak daha adil ve demokratik bir dünyayı inşa etmenin imkânı üzerine tartışmalar yapıyorlardı.
Artık liberalizm ya da son dönemlerde daha çok kullanılan tabirle neo-liberalizmin cılız da olsa tartışmalara konu edilmesi kısmen de olsa ekonomik gelişmeler ile ahlak arasındaki ilişkileri gündeme getirmektedir. Belki de bu sebeple ?ekonomi politik? gibi deyimlerle ekonominin sadece üretim, ticaret veya fiyatların belirlenmesi gibi hususlara indirgenmemesi hatta ekonomi ile kültür arasında yakın bir ilişki kurularak teknolojinin nasıl bir tarz üretimi desteklemesi gerektiğine karar verilmelidir. Bilindiği gibi ahlak-ekonomi veya kültür-ekonomi, artık salt üretim ve para kazanma amaçlarının ötesinde nasıl bir ekonomi politikası izlenmesi gerektiğini irdelemektedir. Putin´in iddia ettiği gibi liberalizm sorgulanabilir belki ama liberal politikaların nasıl bir ekonomi düzeni oluşturması gerektiği çok daha önemli bir hale gelmiştir. Ekonominin bu değişen yüzü dünyada giderek siyasetin ?büyüsünün bozulmasına? sebep olmakta ve devletleri farklı tedbirler almaya yöneltmektedir. İnsanlık tarihinin belirli dönemlerinde yaşanan iktisadi, siyasi veya sosyal krizler toplumları içinde yaşadıkları şartları değiştirmeye yöneltmekte ve eğer tek başlarına mücadele edemeyecekleri zorluklarla karşı karşıya iseler onları benzer toplumlarla işbirliği ve dayanışmaya yönlendirmektedir. Şimdiye kadar dünyaya dayatılan bir ezber olan ekonomi ile siyasi güç arasındaki ilişki artık eskisi kadar dile getirilmemektedir. Zira sağlam ve dayanıklı ekonomilere sahip olmak aynı zamanda kendi vatandaşları arasında toplumsal bir barışın sağlanmasıyla beraber daha anlamlı hale gelmektedir. İşte bir önceki yazıda değinmeye çalıştığımız D-8´in amacı sadece ?Kalkınmada İşbirliği? değil, aynı zamanda toplumların refahını artırarak onları ?İtibarlı Ülkeler? ülkeler haline getirmekti. Bu doğrultuda günümüzde ticari şirketlerin bile kriz zamanlarında kazanç kaybına uğramamak için halkla ilişkiler konsepti altında geliştirdikleri ?İtibar Yönetimi? devletler için çok daha ciddi bir önem arz ermektedir. Kendi içinde barışı, demokratikleşmeyi, insan haklarını, şeffaf bir yönetim tarzı ve rekabete dayalı liyakat prensiplerini sağlayamayan ülkelerin itibar kaybetmesi kaçınılmazdır. D-8, küresel anlamda birbirleriyle dayanışma içinde olmayı sadece para kazanma hedefiyle değil, tüm dünyaya ?örnek bir Müslüman toplum? oluşturabilmek gayesiyle yola çıkmıştı. Bunun da yolunun adalet duygusunun kuvvetlendirilmesi, kendi içinde ve başka toplumlar arasında çeşitli alanlarda işbirliği imkânlarının artırılması, karşılıklı diyalog kurularak barışın hâkim kılınması ve toplumun her kesiminin eşit şartlarda temel insan haklarına sahip örnek toplumlar oluşturmaktan geçtiğini görerek ilk adımını atmıştı. Ancak D-8´in ortaya koyduğu bu ilkeler hayata geçirilirse modern dünyanın dayatma ve zorbalıklarının üstesinden gelinebilir. Yoksa bütün dünya Osaka´da olduğu gibi havanda su dövmeye devam eder.