Reklam Görüntülerine Tıklayarak Kitap Siparişi Verebilirsiniz

Fukuyama ısrar ediyor: “Tarihin sonu: Bu sefer daha fazla kanıtımız var”

serbestiyet.com’da “ÇEVİRİ | Fukuyama ısrar ediyor: “Tarihin sonu: Bu sefer daha fazla kanıtımız var”” başlıklı bir yazı yayınlandı.

Fukuyama ısrar ediyor: “Tarihin sonu: Bu sefer daha fazla kanıtımız var”

Geçtiğimiz on yılda küresel siyaset, büyük ölçüde güçlü devletler tarafından şekillendirildi. Bu devletlerde liderler, yasalar ya da anayasal denetim ile kısıtlanmamakta.  Gerek Rusya gerekse Çin, liberal demokrasilerin uzun vadede düşüşe geçeceğini ve bu demokrasilerin politika yapma hususunda yetersiz olduğunu iddia etti. Öte yandan her ikisi de kendi otoriter hükümetlerinin kararlı bir şekilde hareket edebilme kapasitesini koruduğunu ve işleri yoluna koyabildiğini savundu. Bu iki ülke, Myanmar’dan Tunus’a, Macaristan’dan El Salvador’a kadar, dünya genelinde demokratik kazanımları tersine çeviren çok daha büyük bir otoriter dalganın öncüsü oldu. Ancak geçen yıl boyunca, böylesine güçlü olan bu iki devletin özünde ciddi zayıflıkları olduğu ortaya çıktı.

Bu zayıflıklar iki şekilde cereyan ediyor. Birincisi, gücün tepedeki tek bir liderin elinde toplanması, düşük kalitede bir karar verme sürecine kapı aralar ve zamanla gerçekten feci sonuçlar doğurur. İkincisi, “güçlü” devletlerde kamusal tartışma, müzakere ve herhangi bir hesap verme mekanizmasının olmaması, lider desteğinin oldukça sığ olduğu ve bir anda aşınabileceği anlamına gelir.

Liberal demokratlar, demokrasilerin kaçınılmaz bir düşüşte olduğu yönündeki Rusya ve Çin merkezli algıyı kabul eden bir kaderciliğe teslim olmamalı. Modern kurumların uzun vadeli ilerlemesi ne doğrusal ne de otomatik bir süreçtir. 1930’larda faşizm ve komünizmin yükselişi ya da 1960’ların ve 70’lerin askeri darbeleri ile birlikte, yıllar içinde liberal ve demokratik kurumların ilerleyişinde büyük aksaklıklara ve tökezlemelere şahit olduk. Bütün bunlara rağmen liberal demokrasi, alternatifler çok kötü olduğu için dayanabildi ve tekrar tekrar geri geldi. Çeşitli kültürlerdeki insanlar diktatörlük altında yaşamaktan zerre haz etmezler ve buradan hareketle de bireysel özgürlüklerine değer verirler. Hiçbir otoriter hükümet, uzun vadede liberal demokrasiden daha çekici bir toplumsal tasavvur sunmaz. Bu yüzden liberal demokrasi tarihsel ilerlemenin amacı veya bitiş noktası olarak kabul edilebilir. Yoksul, yozlaşmış veya şiddete meyilli ülkelerden yeni bir hayat için ayrılmak isteyen milyonlarca insan tercihini Rusya, Çin veya İran’dan yana değil; liberal ve demokratik Batı ülkelerinden yana kullanıyor.

Hegel, tarihsel ilerlemenin yöneldiği hedef veya yön olarak liberal devletin Fransız Devrimi içinden ortaya çıkışına atıfta bulunmak için tarihin sonu ifadesini türetti. Bundan sonraki onlarca yıl boyunca ise Marksistler Hegel’in bu kavramını ödünç alacak ve tarihin gerçek sonunun komünist bir ütopya olacağını iddia edeceklerdi. 1989’da bir makale, 1992’de de başlığında bu ifadenin bulunduğu bir kitap yazdığımda, Marksist tarihin sonu anlatısının açıkça yanlış olduğunu ve liberal demokrasiden daha güçlü bir alternatifin görünmediğini belirtmiştim. Son 15 yılda liberal demokrasinin ilerleyiş sürecinde oldukça korkutucu gerilemelere şahit olsak da bu aksilikler, altta yatan anlatının yanlış olduğu anlamına gelmiyor. Ortaya atılan alternatiflerin hiçbiri daha iyisini sunuyor gibi gözükmüyor.

“Güçlü” devletlerin zayıflıkları Rusya’da apaçık ortada. Ülkede tek karar mercii Başkan Vladimir Putindir. Doğrusunu söylemek gerekirse Eski Sovyetler Birliği’nde bile parti sekreterinin politika önerilerinin incelenmek zorunda olduğu bir politburo bulunmaktaydı. Putin’in COVID korkusu nedeniyle savunma bakanını bir uca, dışişleri bakanını da bir uca oturttuğu uzun bir masadaki görüntülerini hepimiz gördük. Putin o denli yalıtılmıştı ki son yıllarda Ukrayna ulusal kimliğinin ne kadar güçlü bir yapıya büründüğü yahut başlattığı işgalin ne kadar şiddetli bir direnişe yol açacağı hakkında hiçbir fikri yoktu. Bununla bağlantılı olarak, kendi ordusunda yolsuzluk ve beceriksizliğin ne kadar derinde olduğuna, geliştirdiği modern silahların ne kadar berbat çalıştığına veya kendi subay birliklerinin ne kadar kötü eğitildiğine dair konularda da hiçbir bilgiye sahip değildi.

Rejime olan desteğin sığlığı, 21 Eylül’de “kısmi” seferberlik ilan edildiğinde genç Rus erkeklerinin sınırlara akın etmesiyle iyice ayyuka çıktı. 700.000 kadar Rus Gürcistan, Kazakistan, Finlandiya ve diğer başka ülkelere göç etti. Bu sayı seferberlik sonucu askere alınanlardan çok daha fazla. Zorunlu askerliğin pençesine düşenler, savaş konusunda yeterli eğitimi veya ekipmanları olmadan doğrudan savaşa itiliyorlar. Bunun neticesinde de doğal olarak  cephede savaş esiri olarak boy gösteriyorlar. Putin’in meşruiyeti, vatandaşlara siyaseten pasif olmaları karşılığında istikrar ve bir nebze de olsa refah vaat eden bir toplumsal sözleşmeye dayanıyordu ancak rejim bu anlaşmayı bozdu ve şu an sonuçlarını hissediyor. 

Putin’in kötü kararları ve bununla beraber gelen sığ destek, mevcut hafızamızdaki en büyük stratejik hatalardan birini yarattı. Geldiğimiz noktada “ihtişamını” göstermekten ve imparatorluğunu geri almaktan uzak bir Rusya ile karşı karşıyayız. Öyle ki, Rusya bugün küresel bir alay konusu haline geldi ve önümüzdeki haftalarda Ukrayna tarafından daha da fazla aşağılanmak durumunda kalacak. Ukrayna’nın güneyindeki tüm Rus askeri birliklerinin çökmesi muhtemel ve dahası Ukraynalılar 2014’ten bu yana ilk kez Kırım Yarımadası’nı kurtarmak için gerçek bir şans elde ettiler. Sürecin Rusya’nın aleyhine işlemesi Moskova’da ciddi hoşnutsuzluklar doğuruyor ve buradan hareketle de muhalefeti daha da sertleştiriyor. Putin’in olası bir askeri yenilgiden sağ çıkıp çıkamayacağı ise hala üzerine düşünülmesi gereken bir soru olarak karşımızda.

Her ne kadar Rusya’daki kadar ciddi olmasa da benzer bir şey Çin’de de yaşanıyor. Deng Xiaoping’in 1978’deki reformları ile Xi Jinping’in 2013’te iktidara gelişi arasındaki dönemde Çin otoriterizminin ayırt edici özelliklerinden biri, rejimin kurumsallaşmasındaki dereceydi. Kurumların varlığı, yöneticilerin kurallara uyması gerektiği ve bundan dolayı da her istediklerini yapamayacakları anlamına gelir. Çin Komünist Partisi kendisi için birçok kural koydu: parti kadrolarında belli bir yaşın üstündeki kişiler için zorunlu emeklilik, işe alımlarda ve terfi süreçlerinde liyakat standartları ve hepsinden önemlisi parti liderliğinin 10 yıllık bir görev süresi ile sınırlanması. Deng Xiaoping, son derece vahşi Mao Zedong tecrübesinin de gösterdiği üzere tek bir liderin egemenliğinden kaçınmak için bir çeşit kolektif liderlik sistemi kurdu.

Bu reformların çoğu Xi Jinping döneminde tasfiye edildi. Kolektif liderlik yerine Çin, başka hiçbir üst düzey yetkilinin Xi’ye meydan okumaya yaklaşamayacağı kişisel bir sisteme geçti.

Siyasi otoritenin tek bir adamda toplanması, zayıf bir karar verme sürecine yol açtı. Parti, teknoloji sektörünü sekteye uğratarak ekonomiye müdahale etti. Ayrıca Çinli çiftçilerin para kaybetmesine neden olacak uygulamalara da yeltendiler. Dahası, COVID nedeniyle ülkenin ekonomik büyümesine ket vuran bir tam kapanma sistemini uygulamaya koydular. İki yıl önce COVID’i kontrol etme doğrultusunda uygulamaya konulan politikalar başarı gibi görünse de son kertede uzun süreli bir fiyaskoya dönüştü. 

Tüm bunlar, Çin’in ekonomiyi canlı tutmak için gayrimenkulde yüklü miktarda devlet yatırımına dayanan büyüme modelinin getirdiği başarısızlıkla eş zamanlı oldu. Temel ekonomi, bu yapılanın kaynakların yanlış bir biçimde kullanımından başka bir şey olmadığını söylüyor.  İnternete girin ve Çin’de havaya uçurulan binaları arayın. Göreceğiniz şey, içinde daire satın alacak kimse olmadığı için dinamitlenen devasa konut kompleksleri olacak.

Otoriter rejimlerdeki bu başarısızlıklar Çin ile sınırlı değil. İran, Mahsa Amini’nin ahlak polisi tarafından öldürülmesinin ardından haftalarca süren protestolarla sarsıldı. İran bugün geldiği nokta itibariyle korkunç bir durumda: Bir bankacılık kriziyle karşı karşıya, suyu tükeniyor, tarımda büyük düşüşler gördü ve uluslararası yaptırımlarla boğuşuyor. İran bir çeşit parya statüsüne rağmen, üniversite mezunlarının çoğunluğunu kadınların oluşturduğu iyi eğitimli bir nüfusa sahip. Yine de rejim, modası geçmiş küçük bir grup yaşlı adam tarafından yönetiliyor. Rejimin şu anda devasa büyüklükteki bir meşruiyet sınavıyla karşı karşıya kalması şaşırtıcı değil. İran’dan çok daha kötü yönetilen tek ülke, son on yılda dünyanın en büyük mülteci akınına neden olan başka bir diktatörlük: Venezuela.

Böylesine “güçlü” olan otoriter rejimlerin yükselişine ve liberal demokrasilerin ise gerilemesine dönük kutlamalar tam da bu nedenle henüz çok erken. Liberal demokrasi, tam olarak siyasal gücü etkili bir biçimde dağıttığı ve yönetilenlerin rızasına dayandığı için, küresel olarak birçok insanın düşündüğünden hala çok daha iyi bir durumda. İsveç ve İtalya’daki popülist partilerin son zamanlarda elde ettiği kazanımlara rağmen, Avrupa’daki çoğu ülke hala güçlü bir toplumsal uzlaşının tadını çıkarıyor.

Bu meseleye dair eğer büyük bir soru işaretinden bahsedeceksek, o da ne yazık ki Amerika Birleşik Devletleridir. Seçmenlerinin yaklaşık yüzde 30 ila 35’i, 2020 başkanlık seçimlerinin çalındığına dair bu yanlış anlatıya inanmaya devam ediyor. Bu Cumhuriyetçi ekip ülkenin çoğunluğunu temsil etmiyor ancak önümüzdeki Kasım ayında en azından Temsilciler Meclisi’nin kontrolünü ve muhtemelen 2024’te cumhurbaşkanlığını yeniden ele geçirmeleri muhtemel. Partinin varsayılan lideri Trump, giderek daha da derinleşen bir komplo teorisi ağının içine düştü. Kendisinin cumhurbaşkanı olarak göreve iade edilebileceğine ve halihazırda ölmüş biri de dahil olmak üzere, seleflerinin cezai yaptırıma tabi tutulması gerektiğine inanıyor. 

Yurtdışındaki otoriter devletlerin başarısı ile içerideki popülist siyaset arasında yakın bir bağ var. Fransa’da Marine Le Pen ve Éric Zemmour, Macaristan’da Viktor Orbán, İtalya’da Matteo Salvini ve tabii ki ABD’de Trump gibi politikacıların hepsi Putin’e sempati duyduklarını ifade ettiler. Kendi ülkelerinde uygulamak istedikleri “güçlü liderlik altındaki yönetim” ideali için onu bir rol model olarak alıyorlar. Putin ise bu popülistlerin yükselişinin, Batı’nın Ukrayna’ya verdiği desteği zayıflatacağını umuyor.

İnsanlar onun adına mücadele etmeye istekli olmadıkça, liberal demokrasi asla geri gelmeyecektir. Burada sorun şu: barışçıl ve müreffeh liberal demokrasilerde büyüyen pek çok kişi, içerisinde yaşadıkları hükümet biçimini cepte görmeye başladılar. Gerçek bir tiranlığı yaşamadıkları için altında yaşadıkları demokratik olarak seçilmiş hükümetlerin haklarını ellerinden almaya çalışan şeytani diktatörlükler olduğunu hayal eder vaziyetteler. Öte yandan tam da burada gerçekle yüzleştiler: Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile başlayan süreçte roketler ve tanklar, özgür bir toplumu yok etmeye çalışan gerçek bir diktatörlüğü gözler önüne seriyor.  Belki de bu yaşananlar, mevcut kuşağa neyin tehlikede olduğunu hatırlatmada işlevsel bir rol oynayabilir. Ukraynalılar, Rus emperyalizmine direnmek suretiyle görünüşte güçlü bir devletin özünde var olan ciddi zayıflıklarını ifşa ettiler. Ukraynalılar özgürlüğün gerçek değerini kavramış bir vaziyetteler. Dahası, bizim adımıza hepimizin katılımını ve desteğini gerektiren daha büyük bir savaş veriyorlar. 

Kaynak: https://www.theatlantic.com/ideas/archive/2022/10/francis-fukuyama-still-end-history/671761/

Çeviri: Hasan Ayer

 

Kaynak: farklı bakış

 



Uyarı! Yapmış olduğunuz yorumlar incelendikten sonra onaylanacaktır onaylandıktan sonra gözükecektir


YAZARLAR

Resimlere Tıklayarak Kitap Satın Alabilirsiniz

HABERLER