Fransa’daki seçim sonuçları ilginç ve Türkiye’yi çağrıştıran yönler içeriyor.
Cumhurbaşkanlığı birinci tur seçimlerinde oyların yüzde 75’i ilginç şekilde üç adayda topladı. Macron yüzde 28, aşırı sağcı Le Pen yüzde 24 ve komünist Melenchon yüzde 22 aldı. Bu yoğunlaşma, gözlemciler tarafından, seçmenin “faydalı” oy kullanmak arayışına, oyun boşa gitmesin” mantığıyla oy kullanma eğilimine bağlanıyor.
Bununla birlikte bu durumun bir yönüyle toplumsal iradeyi tam yansıtma, farklı eğilimleri temsil bakımından kendi başına bir sorun oluşturduğu muhakkak. Ve bu, iki turlu seçimlerde sıkça görülüyor.
Söz konusu başkanlık seçimi olunca, çoğunlukçu bir öz içeren iki turlu seçim sistemi, seçmeni, karşısına konan iki seçenekten birisini tercih etmeye, plebisiter bir davranışa itiyor. Bu da demokrasinin özüyle çelişkili bir durum. Oy davranışı, isteneni seçmek kadar, kimi zaman ondan daha çok istenmeyeni engellemeye endeksleniyor. Hatta istenmeyen kişiye engellemek çabası, onun karşısında seçimi kazanacak aday arayışını asli siyasi faaliyet haline bile çevirebiliyor. Bizde ki İmamoğlu, Yavaş adaylığı tartışmaları bunun tipik örneği. “Erdoğan’ı yenecek güçlü bir isim olsun, kim olursa olsun, nasıl olursa olsun”, eğilimi siyasi davranışı kuşatma yolunda.
Fransa’ya dönelim…
Le Pen’in önderliğinde aşırı sağ partiler 2000’li yıllardan bu yana her seçimde artan oranda oy alıyorlar. Marine Le Pen, son iki seçimdir ikinci tura çıkmayı başarıyor. Bu seçimlerde merkez sağ, sol ve komünist ve çevreci seçmenler, Le Pen’i engellemek için karşısındaki adaya oy verdiler. Bu durum, seçimler bağlamında demokrasiyi bir bakıma “bertaraf etme davranışı, na indirgediğini söylemek yanlış olmaz.
Demokrasinin tadını kaçırsa da merkezi koruyan, bu mekanizma bu kez de böyle işleyecek mi? Seçim sistemi bu bakımından bumeranga dönebilir mi?
Bugün en büyük soru ve sorun bu.
Araştırmalar, ilk turda yüzde 33 oy toplayan aşırı sağ partilerin ikinci turda bu kez, oylarını yüzde 46 ila 49 arası bir seviyeye çıkarabileceğini söylüyor. Zira kutuplaşma mutlak ve destekler otomatik değil, bu kez Le Pen’e uzak eğilimlerin oylarını toplayarak bir sonuca varmak mümkün görünmüyor.
Nitekim önemli bir araştırma kuruluşu olan IPSO’ya göre, merkez sağ adayı Pecresse’in seçmeninin yüzde 35’nin Macron’a, yüzde 35’ Macron’a oy verecek, yüzde 35’i ise oy kullanmayacak. En payı yüzde 22’yle Melanchon’un olduğu toplamda 32’ye ulaşan sol parti seçmenin kafası çok net değil. İkinci turda yüzde 33 Macron’a, yüzde 23 Le Pen’e oy vereceğini söylüyor, yüzde 44’ü sandığa gitmeme niyetinde.
Türkiye için çok şey anlatıyor bu tablo…
Peki, neden böyle?
İki neden öne çıkıyor.
İlki, eksik ya da yanlış siyaset. Le Pen’i hiç istemeyen bir kesim Macron’u da siyasi tavrından ötürü istemiyor. Makron ve aşırı sağ karşısında tercih yapmak karışık bir sorun haline geliyor.
İkincisi, kimi gözlemcilerin “ilerici-ulusalcı” kutuplaşma iddiasına rağmen, iki kutup arasında artan oranda geçişlilik olması. Bu, Le Pen’in Fransa sathına yayılmasıyla, seçim coğrafyasıyla da ortaya çıkıyor, Fransız toplumunu kuşatan göçmen ve kimlik meseleleriyle açıklanıyor.
Bu nedenler de çeşitli biçimlerde Türkiye’yi düşündürüyor. “Muhalefetteki kurucu siyaset eksikliğini”, ve “toplumsal zeminin yeni girdilerini, göçmen meselesindeki ters hassasiyetin beslediği milliyetçi, içe kapanmacı bir tutumu” akla getiriyor.
Ayrıca, bugüne kadar “istemeyeni bertaraf ittifakları” üreterek “merkez siyaseti” koruyan Fransa’nın iki turlu seçim sistemi, başka bir açıdan da, yeni bir zaaf üreterek kullanım tarihinin sonuna yaklaşıyor gibi.
Bu zaaf, seçim sisteminin kişi merkezli bir referanduma dönme riski. Mesele artık sadece aşırı eğilim karşıtı ittifak değil, merkezi temsil eden kişiye yönelik referandum. İddia o ki, muhtemel bir anti-Macron iklimi ve bir referanduma dönmesi, Le Pen’i seçim kazanmaya yaklaştırabilir. Nitekim aşırı sağcı lider bunun üzerine oynuyor. Marin Le Pen şunları söylüyordu: “Macron tarafından küçük bir azınlık lehine olan adaletsizlik ve düzensizlik ile Fransızların sosyal adalet ve korunma etrafında toplanmaları arasında bir tercih” yapacak seçmen…
Demokrasinin ruhunu tahrip eden sadece kokuların, endişelerin, güven arayışının, göçmen ve ulusal kimlik meselelerinin siyasi alanda öne çıkması değil, aynı zamanda demokratik kurumların, seçim mekanizmalarının popülizan bir baskı altında anlam kaybetmeye başlaması..
Türkiye’de bu risk alanın tam göbeğinde…