Malum dün Hipokrat´ı mezarında ters takla attıracak bir kanun maddesi geçti meclisten sabaha karşı. Maddeden Sn. Ömer Faruk Gergerlioğlu´nun bana attığı mesajla bilgilendim. ?Gece yarısı her türlü zorbalıkla, uyduruk bir oylamayla, tamamen usulsüzlük içinde güya 5. maddeyi komisyondan geçirdiler. Tek bir vekilleri madde lehinde konuşamadı, yüzleri yoktu? dedi.
Buna göre adalet mekanizması değil kanun lafzı ile ?doktorlara doktor olamazsın? dendi. Foucault´nun cezaevi üzerine yazdıkları akla geldi kaçınılmaz. ?Ceza olmasa Cezaevi de olmaz? diyor Foucault. Ve ceza deyince akla gelen tabii ki dinin reva gördüğü ceza. Ceza kavramı ancak dinsel bir bakış ile anlaşıldığına göre ?cezaevinin oluşması için de sıkı dini kuralların geçerli olduğu bir toplum mümkündür? diyor.
Günümüzde hele ki Sn. Erdoğan´ın af tartışmasında açtığı başlık ele alındığında birebir hayat ile tevafuk eden bu tutum Sn. Erdoğan´ı da Foucault´nun sadık bir öğrencisi haline taşıyor. Kul hakkı öbür tarafa gitmez deyip sevgili ortağı Bahçeli´yi kırma pahasına ?af ancak devlete karşı işlenen suçlarda mümkündür? deyip kestiriyor.
Doktorlara doktorluk yaptırmamak da bir ceza ama bu defa cezaevine girmeden çekiliyor bu ceza. Devlete karşı işlenen suç aslında yukarıdaki kurguya uymuyor ama ceza memleketi koca bir cezaevi olarak bir meslek erbabına zindana çeviriyor. Belli ki siyasi iktidar kendine has oluşturduğu zihin kurgusunda teşekkül ettirdiği düzende cezayı da onun uygulamasını da ideolojik bir çerçeveye indirgiyor.
Doğrudan din ve diyanetle ilgili olmasa da iktidarın zihinsel kurgusu ile mütekabil olmayan her doktor için mesleğini icra şansı olmadan ve Sn. Temel Karamollaoğlu´nun ifadesi ile ?bir diri diri mezara gömülme? durumu hasıl oluyor. İnfaz belki hayatı sona erdirmiyor ama hayatı kazanmayı ilga ederek, dolaylı bir idamı teşbih ediyor.
Foucault´nun tarihi siyasetin yüksek mevkilerinin hikayesi olarak değil toplumun sıradan insanların başına gelenler olarak okuması herhalde en başta gelen katkıları arasında sayılmalı. Bu tarihin çerçevesini çizerken Foucault söyleme verdiği önemle de öne çıkıyor.
Söylem ya da tam tabirle Discourse denilen şeyi üç kısma ayırıyor. İlk planda söylenen herşey geliyor. Ardından bir konuda söylenen herşey söylemi katmanlıyor. Ve üçüncü katmandan söz hariç söylemi teşkil eden herşey geliyor. Davranışlar, ilişkiler, metinler, yazılar, görseller, ilanlar, reklamlar?
Foucault´nun söyleme dair kurgusunu günümüz Türkiye´sine teşmil etsek karşımıza nasıl bir tablo çıkıyor? Söylenen herşeyin içine giremeyen kavramların çokluğunu, söyleyemediklerimizi, söylendiğinde başı belaya sokan sözleri bir kenara koyduğumuzda söylenen şeylerin sınırlılığı kendini göstermiş oluyor. Hele ki öncelikle TV´ler olmak üzere görsel ve yazılı basının sansür ve oto sansür ile kendine koyduğu ketler. Söylenmeyen ve söylenemeyen şeylerin gayet fazla yer etmesi.
Belli bir konuda söylenen şeyler deyince ise karşımıza yine Foucault çıkıyor: Ajan, Dış Güçler, Yerli Milli, Cehape, Bayrak, Ezan, Hain, Muhalefet. Liste uzuyor.
Tüm bu başlıklar için söylenen herşey aslında büyük bir sözler öbeği olarak birbirini tamamlayan söylem zincirini oluşturuyor. Bu kavramları tanımlayan her söz kim tarafından ve hangi şartta ifade edilirse edilsin açıklama kabiliyeti içeriyor. Kimi zaman heyecan, kimi zaman sarkazm, kimi zaman şiddet, kimi zaman ikna, kimi zaman şiir, kimi zaman haber.
Ve bütün bu söylem ağını tamamlayan söze ihtiyaç duymayan tüm duruş, oluş ve yapagelişler. Asker uğurlamalarından, stad hoparlöründen yayınlanan türkülere, tek matbaadan çıkmış izlenimi veren gazetelere, göz korkutucu bir güvenlik histerisi ile temayüz eden araç konvoylarına, tekrar tekrar açılan metro duraklarından, havaalanlanlarına kadar sözsüz ama bangır bangır bir söylem bombardımanına maruz kalan bir toplum.
Ceza ve söylem alanından iktidarın kendini yeniden üretmesi olarak adlandırılabilecek Bioiktidar kavramına geçtiğimizde de yaşadığımız toplumla önemli korelasyonlar görmek bizi şaşırtmıyor. Bizatihi sosyal yardımlarla teşkil edilen bir bağla kadınları eve ve ev kadınlarını siyasi iktidara endeksleyen ve kendini sürekli yeniden üreten bir siyaset kurgusundan daha iyi bir bioiktidar örneği olabilir mi?
Eski başbakan Binali beyin ağzından ?evlilikten? bile imtina ettiklerini öğrendiğimiz bu kadınlardan müteşekkil seçmen ordusunun varlığı iktidarı bir yandan özgüvenle en sert rüzgarda dahi dik tutarken, diğer taraftan kendi kendini yeniden üreterek sonsuz bir hacıyatmazı terkip ediyor.
Bioiktidar için yapılan benzetme hep canlı kalmak zorunda olan bir bakteri ya da virüsün güç ve dayanıklılığı olarak yer alıyor. Bioiktidarı karın doyurmak gibi son derece biyolojik bir tanıma indirgese de siyasi iktidarın kavramın özüne muttali olmak konusunda sıkıntı yaşamadığı anlaşılıyor.
Foucault kavramlarını bugüne indirgeme konusundaki iddia ve cüretimi mazur görecek herkesin eleştirisine, bu konuda katkı yapacak herkesin de görüşüne yer vermeye hazırım.
Tarihin öncelikle sıradan insanların tarihi olarak öğrenilmesi ve anlatılması ise Foucault´nun başka hiçbir katkısı olmasaydı dahi bu yeterli olurdu.
2023-2053-2071 hedefleri ile Atatürk, Fatih ve Alpaslan üzerinden bir gelecek tahayyülü ne kadar iddia ve cazibe içerirse içersin, sıradan insanların açlık sınırının altında ücretlerle metrobüs kuyruğunda ezilme tehlikesi içinde geçirdiği sıradan günlere de acil deva içermediği takdirde eksik ve kadük kalacaktır.
Sıradan insanların tam da bugünden mutlu olacağı bir siyaset 2022, 2052 ve 2070 de de bir sonraki yılın hedeflerine ulaşılmasına imkan verebilecektir.