Tarih: 10.07.2020 17:51

Formel Mantıkta Dil ve Doğruluk Üzerine

Facebook Twitter Linked-in

Aristoteles’in formel mantığı, insan tarafından yapılan bütün tanım ve anlamlandırma faaliyetlerini “dil” kapsamı içerisinde değerlendirmektedir. Sözcüklerin ustaca kullanımı ve kendi içerisinde oluşturdukları anlamlı yapılar, bütün bir bilginin doğruluk-yanlışlık değeri üzerinde denge unsuru olur. Elbette bilginin doğruluk değeri, derece farkı olarak (yani asıl doğrulayıcı olarak) kendi içlerinden farklı veya aşkın bir öğreti sonucu gerçekleşmez. Çünkü formel mantıkta doğru ve yanlış bilgi “önermelerin” içerisinde bulunur. Önermelerin kendi içerisinde tabi tutulmuş olduğu niceliksel/niteliksel yapılar -basit, bileşik ve zincirlemeler- aslında birbirinden yalnızca yüklemler veya bağlaçlarla ayrılmaktadır. Cümleler üzerinde yapılan bu niceliksel farklılaşma, günlük bilgi değeri açısından her ne kadar önemli olsa da tecrübe dışında olan herhangi bir “yeniliği” açıklamaya ehil olmamıştır... Çünkü var olan bütün problem yalnızca dilsel kontekst bağlamındadır. Oradadır, hazırdır ve belki de Descartes’cı ifadeyle “açık ve seçiktir!” Tüm bunların ötesinde var ol(acak)an alternatif “anlama” sahip değildir...

Cümleleri/önermeleri kurmayı başaran insan için ontolojik problemlerin çözümü daha sonra çözülmesi gereken bir aşamasıdır. Burada gerçekten Klasik Mantığı anlamak zorlaşıyor. Çünkü cümlelerin içerisinde hazır bulunan doğruluğun başka bir tartışmasına yani “kavram” haline getirmeye çabalamak, aklın kabul edebileceği bir ilke(!) değildir. Aristoteles ve diğer Klasik Mantık içerisinde bu sıfatlama/kavramlandırma isteği aslında mümkün olduğunca politik bir argümanın ürünüdür. Politik, insanın Aristoteles için önemli bir vasfı(!)dır. Politik argüman, Politika kitabında geçtiği üzere sürekli bir tasnif ve gruplandırmayı getirir. Devletlerin, ideal yönetimlerin ve insanların... Tüm bu süreçler başta Aristo ve diğer Klasik Formel Mantık savunucularının oldukça işine gelmiştir. Çünkü iktidar(laşmak), yöntemlerin arasındaki en uygun olanı bulmuştur...

Kavramlar üzerine yapılacak olan mahiyet, keyfiyet, nelik vd. “anlamlandırma" faaliyetleri, felsefe tarihi içerisinde sürekli bir tartışma konusu olmuştur. Burada aslında insanın “kendisini” arayış faaliyeti bulunmaktadır. Varlığını anlamlandırmak için onlarca mucize ile karşılaşan insan, karşılaşmayı rastgelelik/tesadüften arındırıp, anlamlandırdığı zaman, o insani yürüyüşünün ilk adımını atmış olacaktır... Adem (as) cennetten düşüşünde mülkiyetin tanımını/kavramlandırmasını kendisine emredilenin haricinde, yani ona öğretilen isimlerin/kavramların dışında aramaya başladı. Beşeri(şeytani, balçık) olan bir akıl yürütme/kıyas sonucu yaklaşmaması gereken ağaca ulaşmış ve şeytan(i) aklın tanımına uymuştur. Buradaki “şeytani akıl”, Luther’in felsefe tarihi eğitiminden sonra tanımladığı beşeri iradeye dayalı olan “rasyonel akıl” türüdür. İşte insanda atası gibi sürekli olarak bir cehd kabiliyle, arayışa girmiş ve eşya, nesne kısaca “şeyler” üzerinde geçerli olacak kavramlandırmaya kendisini tâbi tutmuştur. Aslında kavramlandırmanın bu türü, Hegel için insan olmanın ilk şartlarından biridir. Tarih, Hegel için bir efendi bir de köle ilişkisinden başlar. İnsan olmak tüm bu serüveni “aklını kullanma cesaretini” gösterip değiştirmeye/dönüştürmeye bağlıdır... Hegel’e göre köle, efendiden bağımsızlığını kazanmak için tabiatla girdiği ilişkiden sonra kendi içerisinde bulduğu inşa etme ve isim vermenin ehliyetini görür. Aslında onun doğayı tanıma, inşa etme süreci beraberinde “kavramlandırma” gibi bir sonuç doğurur. İşte köle, bu kavramlandırma faaliyetinden sonra artık öz bilince ulaşmış olur. Bu da beraberinde efendiden yavaş yavaş arınmayı, ondan bağımsız olmayı getirecektir. İnsan da varoluşu itibariyle bazı ontolojik temellerin sorgulamasını yapar. Bu soruların cevapları kimi zaman onun önünde hakikat yani yürünecek bir yol olur. Sofistler dahi girmiş oldukları tartışmalarda, hakikati “insan her şeyin ölçüsüdür” ilkesi gereği insana ait bir “argüman(?)” kılarak esnekliğin ve göreceliliğin vurgusunu yapmış olsalar da yine de kavramlandırmaya gitmişlerdir. Yani hiçlik hiçi değil varlığı getirdi, ardından gidilecek bir yol bıraktı...

Yukarıda bahsettiğimiz üzere kavramların kökeni üzerinden felsefe tarihinde sürekli tartışmalar yaşanmıştır. Bunun en bilineni ise, Platon’un idealar çevresinde kurmuş olduğu bilgi öğretisidir. Platon’a göre kavramlar ve tanımanın aslı bu dünyaya ait empirik veya Kant’ın sandığının aksine kritik süreçlerden ibaret değildir. Hakikat elbette ki yalnızca aşkın olanda da değildir. Zihinsel bir süreçtir ve bu süreç yalnızca belirli kişilerin yaptığı hakikat-mahiyet-hüviyet tanımları içerisindedir. Yani bu kavramlandırma faaliyetlerinin beşeri aklın yapmış olduğu doğruluk yanlışlık tartışmalarından farklı bir boyutu vardır. Aristoteles, hocasına kavramların tanımında doğruluk-yanlışlık değerinin olduğu konusunda katılmıştır. Ama aksine bunların aşkın[1] olan bir boyuta hapsedilmesine kesinlikle karşıdır. Doğruluk buradadır, çünkü Aristo doğa ve insan üzerine sayısızca inceleme yapmıştır. Bu incelemelerin sonucu olarak belki de kendisinin öncelikle tümevarımcı bir yöntem kullanıp doğruları bularak, hipotetik-tümdengelimci bir Akıl Yürütme yoluna geçtiğini söyleyebiliriz. Bu daha sonra İbn Rüşd ile zirveye ulaşacak bir yöntem olmuştur. Bu yöntem, Formel Mantık içerisinde asıl faktör olan dil ve düşünme üzerinde duruyor. Yapılan bütün tanım, kıyas, önerme türleri hep dil içerisine hapsolmuştur, yeni bilgi denilen şey söz konusu olamaz.

Hakikat, mahiyet ve hüviyet aslında Aristoteles’in “kategoriler ve önermelerde” söylediği üzere, dil içerisine hapsolur ve insan tüm dilsel söylemlerini oradan çıkar. İnsan, bir kavramı zihninde çağrıştırdığı anda onu muhakkak bir şey ile bağlayacaktır, yani onu aslında tanıdığını fark edecektir. Eğer bu kavramın somut olarak karşısında bir örnekliği varsa insan direkt olarak formel mantık’ın temel düsturu olan “ya-ya da” ilişkisine geçecek ve Aristo’nun ayrıca Kant’ın koyduğu “ilkeler” prensibine göre onu direkt bir sınıflamaya tabi tutacaktır. Örneğin “zümrüdü anka kuşu” denilen soyut/aşkın bir kelime karşımıza çıktığında onu fiziksel bir yol kullanarak somut bir benzetmeye/anlolojiye tabi tutmak isteriz. Tanrı, özgürlük gibi kelimelerin ise somut delillendirmeleri olmadığı için onların hakikatini aşkın bir boyuta taşırız ama bu taşıma orada öylece noktalanmaz. Tanrıça diye bir kelimeyi  daha sonra duyduğumuzda önce kurduğumuz Tanrı kavramıyla ilişki kurmamız kaçınılmazdır. Kuraclı/tasnifçi/tashihci formel mantık bu kavramı da dil ve yazı içerisine sokarak ona muhakkak bir hüviyet ve mahiyet ile “yasak” koyacaktır. Doğru olan bunlardır, bunların dışındakiler ise kendi koydukları “ilkeler”/principles dışında kaldığı için Wittgenstein’ın metafizik söylem üzerine yapmış olduğu gibi “gereksiz” kabul edilir. Formel mantık, hapseder, yaşatmaz... Anlamı köreltir, her şeye bir dil faaliyeti tayin ederek... Dünyayı tanımadan geleceği dahi bilmeden bugün ile yetinerek 18.yy’da sosyal bilimlerin yıktığı “an içerisinden/yaşanılan içerisinden” tüm bilgileri değerlendirmek ister. Oysa tüm bu işlemleri yapacak olan Yalnızca insan ve anlam üzerinde mutlak hakikati barındıran Tanrı’dır. O, ne aşkın ne de içkindir. Mutlak faaldir...  

Bahsettiğimiz yöntemler ile hakikati(!) bulan insan kavradığı bu bilgiye elbette ki –Formel Mantığa göre(!)- gerçeklik ve kimlik tayin etmek isteyecektir. Burada da yine felsefe tarihindeki temel soru olarak karşımıza “kavramların gerçekliğinin kökeni” tartışması çıkar. Burada iş/yüklem kavramın zihinde taşıdığı pozisyona göre değerlendirilir. Eğer kavramımız zihinde bir çağrışımla kolayca varlık kazanıyorsa, formel mantıkta zihin-içi bir boyuta sahip olur. Eğer ki kavramımız zihin dışındaysa, gerçekliği orada aranır. Bu sürece ister rasyonalist isterse de empirik olarak yaklaşalım yine iş insanın zihninde bitmektedir. Kavramı tanıdığı kadar insan için “geçerliliği” vardır. Bu geçerliliğin ise başka bir doğruluğu olamaz.(!) Ona gerçeklik kazandırmak için zihin, daha öncesinde girmiş olduğu tümevarımcı veya anolojik yöntemlerle kolaylıkla bir yer bulacak ve zihnin dar kalıplarına hapsedecektir. Bu süreç insanın anlama ve doğrulama işleyişinin bir parçasıdır. Aslında çöküşüdür...

Gerçekliği de tanıyan insan bu kavramına zihinsel bir süreç olarak kimlik tayin etmek isteyecektir. Bu da elbette ki tek geçerli yöntem olan önce zihinsel süreç ardında da dil kurallarına göre oluşacaktır. İnsan zihninde yine kendi dar kalıplarına göre tayin ettiği diğer kavramlandırmaların sonucuna göre her şeyin diğerinden bir parça da olsa ayrı bir tarafının bulunduğunu görmüştür. Bu süreç yukarıda da belirttiğimiz üzere başlayıp biten bir yapıda değildir. Süreklilik halindedir. Bunun en büyük örneği Aristo’nun yapmış olduğu ortak kesişim alanıdır. Adalet tanımını yeryüzünde tanıyarak bulabileceğimizi söyleyen Aristo, tüm adil veya adalet ifadesinin uygun bulunduğu bireyler/şeyleri toparlayarak onları adalet kümesine dahil eder. Böylece adalet kendi dışındaki kavramlardan ayrı bir kimlik kazanmış olur... Böylesine yanlış bir yorum insanı körlüğe sürükler. Gazzali, İslam düşüncesinde formel mantığı bu yüzden kabul etmiştir. Her şeyin artık tamam olduğunu bildirince ictihad kapısını kapatarak, hakikat-nelik-gerçekliği değişmeyen donuk kalıpların içerisine yerleştirip, bilinci adeta törpülemiştir. Kavramlandırma faaliyetlerinin hüviyeti, yani gerçekliğine ve doğruluğuna ulaştığımız bu yeni bilginin kimliği eğer insanın zihninde önceden yer tutmuş olan bilgilerle bir ilişkiye girebiliyorsa, onlarla diyalektiğin içerisine girecek ve sentez olarak yeni bir bilgiye ulaşacaktır. Böylece insanın çöküş alanı olan “dilin” hapsine girecektir.

Heidegger, dil varlığın evidir, derken aslında Platon öncesi döneme ait yazılı kültürün tam olarak felsefe yaptığını söylemiştir. Aynı şekilde Nietszche, Platon Öncesi Filozoflar kitabında, Platon’un yazılı kültüre geçtiğini ve yazılı kültürün felsefe için bir cinayet olduğundan bahsetmiştir. Oysa kendisi yanılıyor, çünkü Platon 9.Mektuplar adlı eserinde hiçbir felsefi eserinin bulunmadığını ve felsefenin yazıyla öğretilmeyeceğini belirtmiştir. Bunun içinde eserlerini trajedi türünde canlandırma ile oluşturmuştur. Aslında tüm bu anlamlandırma faaliyetlerinin asıl katili olan Aristoteles ve onun formel mantığıdır. Gördüğü her şeyi sistematikleşmiş, donuk kalıplara sığdırmış olan Aristo, bilincin işleyişini önünü kesmiş ve insanın İlahi dokunuşu hayatından çıkarmasına vesile olmuştur. “Ya, ya da” mantığıyla her tanımın önünü ilkeleriyle tıkayan Aristo, üçüncü halin imkansızlığıyla bilinci felç etmiş anlamayı insanın düşünme boyutundan çekip almıştır.

 

 

[1] Aşkınlıktan kasıt bilinmeyen bir öte dünya veya nesnenin en mükemmel hallerinin göründüğü bir ütopya değildir. Dünya içerisinde zihnin bizzat kendisinde var olan bir ideadır bahsedilen. 




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —