Filistin’i enternasyonel mücadele Merkezi Haline Getirmeliyiz

Filisitin'in ve ürdün vadisinin ilhak edilmek istendiği bir ortamda, mes'eleyi daha anlamak için, Özgüm İrade Dergisi 2020 Şubat sayısında, konu ile ilgili olarak yayımlanan röportajı 'yeniden' yayımlıyoruz...

Filistin’i enternasyonel mücadele Merkezi Haline Getirmeliyiz

Açık Oturum: ORTADOĞU’DA SAVAŞ

Ortadoğu’da öteden beri süre gelen işgal, savaş, katliam ve kaos ortamına yönelik ve birde İran özelinde, bölgeyi, hemen herkesin bildiği üzere Şii hilali ekseninde, görünür planda İran’ın hem mezhep ve hem de ‘Fars ulusçuluğu’ bağlamında hareket eden Kasım Süleymani’in ABD tarafından katledilmesi, bölgede derin çatlaklar oluşturmuştu. Bu olaydan sonra, ABD’ye yönelik bir öfkenin, eskisinden daha büyük bir noktaya ulaşacağı düşünülebilirdi. Ortadoğu ‘için, için’ kaynıyordu. Bir yanda ABD tarafından İran’ın var olan alanını daraltılması, bir yanda İran’a bağlı kitlelerin kendi ülkelerinde süre gelen rahatsızlıkları, diğer yanda İran dahil tüm Müslümanları ilgilendiren Filistin ile ilgili olup Filistin’in İsrail adına ilhakını öngören sözde “yüzyılın barış planı” senaryosu Ortadoğu’yu, dünkünden daha da önemli konuma yükseltmişti. Ki bölge dünyanın en önemli ve zorlu alanı olmaya devam edecekti.
Biz de Özgün İrade Dergisi olarak, Şubat sayımızda, konuya vakıf ‘değerli’ kalemlerin yazılarını, dosya içerisinde okuyucularımıza sunmaya çalıştık. Birde, konu bağlamında, Ümit Aktaş’ın moderatörlüğünde; Prof. Dr. Berdal Aral, Abdülaziz Tantik ve İslam Özkan’ın içeriğine görüşleriyle katkı sunduğu bir açık oturuma dergi sayfalarında yer verdik.
Yararlanacağınızı umarız…

Ümit Aktaş: Bölgemizde cereyan eden son olayları değerlendirmek maksadıyla yapılan oturuma hoş geldiniz. Katılımınız için teşekkür ederiz. Türkiye ve etrafındaki coğrafya oldukça sorunlu bir coğrafya. Dünyanın en karmaşık bölgelerinden birisi. Elbette bunlar bildiğimiz şeyler ama zaman zaman bu karmaşa daha da artıyor, içinden çıkılamaz hale geliyor. Şu anda içinde bulunduğumuz süreç, herhalde başlangıç olarak 80’li yıllara kadar dayanan, Amerika’nın biraz belki Sovyetler sonrasının dizaynıyla ilgili olarak biraz erken bir başlangıç yaptığı bir dönem. İran devrimi ile başlayan, dolayısıyla bölgesel denklemlerin altüst olduğu ve akabinde Afganistan’ın işgaliyle oluşan duruma, Türkiye’de 12 Eylül ihtilali’nin yapılması, Suudi Arabistan’da bugün içinde bulunduğumuz Amerikan ittifakı’nın güçlendirilmesi ve selefi hareketleri desteklemeye yönelik sürecin başlaması, İsrail faktörünün etkinleştirilmesine yönelik olarak bölgenin jeopolitik haritasının yeniden teşkiline dair ABD merkezli bir süreç. Böylece Sovyetlerin dağılması, dolayısıyla da iki kutuplu dünyanın sona ermesi ve İslam dünyasının artık bir karşı dünya olarak ilan edilmesiyle birlikte daha da yükselen bir ivme oluşmuştu. Tabi ki bölgede petrolün olması değil sadece sorun. Bu bölge hakikaten her açıdan dünyayı her şeye rağmen belirleyen güçlere, etkinliğe sahip. O nedenle de büyük güçler tarafından boş bırakılmıyor.

Ama durum düşünüldüğü gibi gitmedi. Tabir caizse kartlar yeniden karıldı ve son süreçte Avrasyacılık eksenli bir Şanghay Beşlisi etrafında oluşan aslında Sovyetlerden daha güçlü bir ittifakla birlikte yeni bir durum, adeta bir karşı denge ortaya çıktı. Amerika’nın da burada kendi gücünü artırması ve bunun için 1993’teki Irak işgali ve daha sonra 2000’li yıllarda tekrar onu destekleyen ikinci bir harekât sonucu şu anda Irak hemen hemen sömürgeleştirilmiş durumda. En sonunda da Irak’taki Süleyman Kasımî operasyonuyla birlikte ilişkiler ve dengeler artık iyice karışmış durumda.

Oldukça karmaşık bir durumu kısaca özetlemeye çalıştım ama tabii işin içinde çok farklı farklı etkenler de var. Tüm bunları birlikte değerlendirmeye çalışacağız. Bölgemizde tam olarak ne oluyor ve gelişmeler gelecekte nereye doğru gider? Önce sizden başlayalım Berdal hocam; buyurunuz:

Berdal Aral: Evet bir kere zaten “Ortadoğu” kelimesi sorunlu bir kelime bildiğiniz gibi. Çünkü 20. Yüzyıl başlarında İngiliz sömürgeciliğinin zirvede olduğu bir dönemde ortaya çıkan bir kavram. İngilizlerin kendi sömürgeci yönelimlerini ifade etmek için kullanılan, tamamen İngiltere’nin ortaya attığı yapay bir kavram; coğrafi bir kavram, ideolojik ve siyasi bir kavram aslında. O günden bugüne aslında Ortadoğu hâlâ, bizim “Ortadoğu” dediğimiz, bu hususta daha eleştirel tutum alan başkalarının Ortadoğu demediği –Mesela Hindistan’da bir konferansa katılmıştım; orada kimse “Ortadoğu” kelimesini kullanmadı; insanlar “Batı Asya” diyorlar oraya genellikle– dolayısıyla bizim bunu kullanmamız problemli bir şey. Bizim de bakış açımızda bir problem olduğunu gösteriyor bence.

Ümit Aktaş – “Küçük Asya” diye bir kavram da kullanılıyor.

Berdal Aral: Küçük Asya daha çok Anadolu için kullanılıyor.

İslam Özkan – Hamaney de aynısını kullanıyor.

Berdal Aral: – Ne diyor Hamaney?

İslam Özkan: – Batı Asya.

Berdal Aral: Yani belki aslında kavramlardan başlamamız lazım öncelikli olarak.  Ne yazık ki işte Ortadoğu dediğimiz bu coğrafya Ümit Bey’in bahsettiği gibi hakikaten çok karmaşık  ve sürekli sorunlarla boğuşmak zorunda kalan bir coğrafya. En büyük sorunlarından birisi bölgenin halklarının kendi kaderlerini kendilerinin tayin edememesi. Ben tabii uluslararası hukukçu  olduğum için bunu daha çok “uluslararası” kavramlarla ifade etmeyi seviyorum. Sorun, burada self-determinasyon hakkının hakiki manada hayata geçirilmemiş olması. Benim tezim şu Arap dünyası ile ilgili: Filistin kitabımda[1] da bundan bahsettim. Arap dünyası self determinasyon hakkını hala hayata geçirmiş değil aslında.  Çünkü bölük pörçük bir sürü küçük devletlere bölünmüş olduğu için bir bakıma ulus-altı bir siyasi yapı içinde yaşıyorlar şu anda. Aslında en doğal olan durum onların, “onlar” derken özellikle Mezopotamya bölgesi, Maşrık bölgesi, Körfez bölgesi ve Mısır birlikte bunların federatif bir yapı içinde bir araya gelmesi self determinasyon hakkının hayata geçirilmesi açısından çok makul bir seçenek olacaktır. Bu hususta ben öznel  gözlem ve görüşlerimi ifade etmiş oluyorum. Burada en büyük sorunlardan birisi, ne yazık ki, uluslararası sistem içinde Ortadoğu büyük ölçüde marjinalize edilmiş, jeopolitik dışlanmaya maruz kalmış durumda; aslında İslam dünyası bir bütün olarak  jeopolitik dışlanmaya maruz kalmış bir dünyadır. Ama Ortadoğu sanki bu sorunların daha yoğun yaşandığı bir bölge gibi görünüyor. Bir tür Teksas gibi, bir tür uluslararası sistemin rahatlıkla at oynattığı ve uluslararasıcılıktan ziyade daha çok ideolojik ve hegomonik kaygılarla bölge halklarının iradesine set çekmenin söz konusu olduğu bir coğrafya. Aslında biz bunu Arap Baharı’nda da gözledik bildiğiniz gibi. Arap baharına uluslararası hukuk açısından baktığımız zaman şöyle bir tablo karşımıza çıkıyor: Her halk kendi geleceğini belirleme hakkına sahiptir ve her halkın demokratik yönetim altında yaşamaya hakkı var. Yani self-determinasyon kavramının içerdiği haklardan birisi de bu aslında. Yani her halk –halk derken yani bir devletin vatandaşları anlamında herkes– kendi ülkesinde özgür ve demokratik bir sistem içerisinde yaşama hakkına sahip. Bundan çıkan sonuç, ille de liberal demokratik bir sistemin kurulması değil; bunu kastetmiyoruz tabii ki. Burada kast ettiğimiz aslında her halkın seçimlere dayanan, halkın iradesini yansıtan, yargının bağımsız olduğu, iktidarın seçimlerle el değiştirdiği bir yapı içinde yaşama hakkı. Bu anlamda, mesela, askeri darbeler veya otoriter rejimler,  seçime bağlı olmayan otoriter rejimler ya da totaliter rejimler hiçbir şekilde İslam dünyası açısından, ve genel olarak dünyadaki herhangi bir topluluk açısından makul bir seçenek değil aslında. Self determinasyon hakkının ihlal edilmesidir bu aslında. Dolayısıyla Arap halklarının 2010’dan itibaren patlak veren bu kalkışmalarının uluslararası hukuk açısından anlamlarından birisi bunların self-determinasyon haklarının hayata geçirilmesi yani gerçekten demokratik yönetim altında yaşama hakkı; kendi iradelerini siyasi yapıya yansıtma hakkı;  baskı altında olmama; , siyasi seçkinlerin karar verme sürecinde halkın belirleyici olması;  dış politikada daha özgün ve onurlu bir duruş beklentisi; adalet beklentisi. İşte bütün bunlar tabii self determinasyon hakkı ile ilişkili aslında. Bu anlamda baktığımız zaman bir taraftan, demin dediğim gibi, uluslararası sistemin içinde önemli söz sahibi olan güçler açısından, devletler ve uluslararası örgütler açısından baktığımız zaman Ortadoğu bölgesinde devletlerin politikalarının büyük ölçüde emperyalist güdülerle şekillendirildiğini, burada eşitler arası ilişkinin olmadığını görürüz. Yani bir asimetrik ilişki var aslında. Buradaki yönetimlerle hegemonik güçler arasında asimetrik bir ilişki var. Hegomonik güçlerden kastım, tekrar söylemek gerekirse, emperyalist politikalar güden devletler. Bunlar içinde en başta ABD var; ama Rusya’nın da bundan çok farklı olduğunu söyleyemiyoruz. Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği, IMF, Dünya Bankası vs. tüm bu uluslararası örgütlere  baktığımız zaman, genel olarak bunlarla ilgili politikaların aslında bölge halklarının ve bölgedeki yönetimlerin iradesine saygıdan ziyade onları manipüle etme, bir şekilde küresel sistemin isteklerine uygun davranmasını sağlama yönünde olduğunu söylemek mümkün. Burada ciddi sıkıntılar var.

2013’te biliyorsunuz Mısır’da bu ülkenin seçilmiş cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi’ye karşı askeri bir darbe yapılmıştı. Askeri darbe kendi başına o halkın iradesine yönelik bir saldırı niteliğindedir. Günümüzde uluslararası hukuk ve uluslararası sistemin öne çıkan en temel kavramlarından bir tanesi nedir? “İnsan hakları” kavramı değil mi. Şeffaflık, halkın iradesinin yönetime yansıması, insan hakları gibi kavramlar; bunların hepsi büyük ölçüde Mısır’da darbe sonrasında tamamen iğdiş edilmiş kavramlar haline gelmiştir. Buna karşın uluslararası sistem içindeki hegomonik güçler, devletler ya da uluslararası örgütler bu utanç verici darbeye karşı ciddi bir tepki göstermediler. Hatta büyük ölçüde Sisi rejimi ile işbirliği yaptılar. Yine Arap Baharı’nın büyük ölçüde “sonbahar”a döndürülmesi sürecinde yine bu halkların iradesinin bastırılması için küresel güçlerin büyük çaba gösterdiklerini söylemek mümkün. Bu anlamda baktığımız zaman Ortadoğu coğrafyasının uluslararası ilişkilerinin çok sorunlu olduğunu söylemek gerekiyor. Bunlardan bir tanesi tekrar etmek gerekirse, Ortadoğu halklarının iradesini yansıtan siyasi rejimlerin ortaya çıkmasına izin verilmiyor oluşudur. Hegomonik güçlerin müdahalesi burada çok önemli. Tabii bunlarla işbirliği yapılan rejimler var büyük ölçüde ve aslında Ortadoğu coğrafyasında şu anda bile, Arap devrimleri sonrasında bile, bu bölgede yönetimlerin büyük çoğunluğunun aslında halkın iradesi yansımadan çok uzak olduğunu belirtmek gerekiyor. Bunların büyük çoğunluğu baskıcı otoriter rejimlerdir. Ayrıca self-determinasyon hakkının bölgede Arap dünyası açısından hayata geçirilmediğini söylemek gerekiyor. Bölük pörçük ve birbiriyle sürekli olarak didişme halinde olan küçük devletçiklere bölünmüş olan Arap dünyası, ne yazık ki, kendi sorunlarını çözme potansiyelinden büyük ölçüde yalıtılmış durumdadır. Arap dünyasının kendi içindeki sorunlar bile genellikle üçüncü güçlerin, daha çok hegemonik güçlerin, “müdahalesi” ile “çözülüyor”. Aslında çözülmüyor ama sorunlar daha da derinleştiriliyor. Irak’ın işgali bunun bir örneği; Irak-Kuveyt sorunu bunun bir örneği;  Irak-İran sorunu bunun bir başka örneği; Suriye iç savaşı bunun bir örneği; Lübnan’ın bitmeyen krizleri bunun bir örneği; darbecilerin yönetimindeki Mısır bunun bir örneği. Bu anlamda aslında hala Ortadoğu coğrafyasının küresel sistem içinde hakkaniyetli bir pozisyona sahip olmadığını ve adil bir muamele görmediğini söylemek gerekiyor kanaatimce.

Ümit Aktaş: Teşekkür ediyoruz hocam. İhsan hocam, Irak’taki bu gelinen nokta tabii biraz Suriye ile de bağlantılı. Süleymani bildiğimiz gibi Suriye’deki çatışmanın İran lehine dönmesinde ve Esad rejiminin kurtarılmasında önemli işlevler gördü. Bir bakıma ABD’yi de Suriye denkleminden uzaklaştıran belki Süleymaniye’nin içinde bulunduğu güçlerin çabaları idi. Tabii burada Süleymaniye’nin hedef alınmasında bunun etkisi vardır belki ama bunun yanında tabii ki İran’a bir ders vermek, Irak’ı ve Suudi Arabistan’ı İran’dan uzaklaştırmak, İsrail’i rahatlatmak gibi farklı amaçlar da güdülmüş olabilir… Sizin de bu konularda önemli çalışmalarınız var. Değerlendirmeleriniz nasıl acaba?

İslam Özkan: Ben de Berdal hocama katılıyorum. Halkların self determinasyon ya da halk iradesinin ortaya çıkması, Ortadoğu’da ya da Batı Asya’da artık nasıl kavramsallaştıracaksak gerçekten küresel hegemonya tarafından ciddi anlamda engelleniyor. Bunun temel sebebinin ben küresel hegemonya güçlerinin başta ABD olmak üzere demokrasi gibi karmaşık, ne tür sonuçları ortaya çıkacağı belli olmayan riski rejimler yerine genelde daha risksiz daha problem siz daha yalın ve basit mekanizmalarla ölçümleyebileceği, belirleyebileceği rejimleri tercih ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla bu anlamda Amerika’nın Sisi darbesini desteklemesi kendi mantığı açısından gayet tutarlı. Küresel ölçekte yani neden Müslüman kardeşler ya da Müslüman kardeşler’den daha radikal bir islamcılığın oraya gelmesi ya da daha batı karşıtı bir rejimin her an iş başında olmasını istemezler. Ama otoriter rejimleri ikna etmek bir şekilde mümkündür. Burada iki tür kavramsallaştırma ben önereceğim. daha üstten bakış anlamında… Birincisi soğuk savaş bittikten sonra bütün dünyada yeni bir uluslararası sisteme geçildiği halde -Berdal hocam daha iyi bilir onun uzmanlık alanı- Ortadoğu’da böyle bir sistem kurulmadı. Yani Doğu bloku ülkeleri küresel sisteme intibak etti, orda demokrasiler Batı’ya yakın ya da Batı tipi rejimler ortaya çıktı ve sistemli bir şekilde entegrasyon gerçekleştiği halde, Ortadoğu hala soğuk savaş dönemini yaşıyor bir anlamda diyebiliriz. Dolayısıyla bundan sonraki süreç sanki Ortadoğu’ya veya Batı Asya’ya artık ne derseniz deyin ya da Mena bölgesine ne tür bir uluslararası sistemin yerleşeceği ve bu bölgesel entegrasyon sisteminin küresel sistemle nasıl bir şekilde kaynaşacağı, nasıl uyumlu hale getirileceği üzerinde bütün bu karmaşalar bütün bu ayaklanmaların son dönemde ikinci Arap baharı dalgasından bahsediyorum, birincisi de o yönde ama özellikle ikincisi, bu sisteme nasıl intibak edecek ve nasıl bir sistem Ortadoğu’da henüz bu sistem oturtulabilmiş ya da kurulabilmiş değil, birincisi bu. İkinci ayak ise ABD’nin bence Çin ile yaptığı savaşla ilgili yani Ortadoğu’da. Ben New York Times’dan bir çeviri yaptım “İran’la ilgili değil Çin’le ilgili” diye. Robert Kaplan diye bir yazar, kendisi meşhur bir uluslararası ilişkiler teorisyeni. O da kitabında ve o makalesinde aslında İran’la yaşanan çatışmanın aslında büyük ölçüde bölgesel olarak İran’la değil Çin’le ilgili olduğunu söylüyor ve burada da tabii Irak’ta yaşanan olayların da aslında Çin’le; Çin ve Amerika ilişkileri arasındaki, yani Çin ve Amerika arasındaki çatışma ile çok yakından alakası var. O alakayı da kısa bir şekilde kurmak gerekirse Kasım Süleymani suikastıyla ilgili şöyle enteresan bir bilgi var. İtalyan bir gazeteci bunu önemli bir internet sitesinde yayınladı, birtakım bilgileri ve birtakım belgeleri. Irak Başbakanı Abdulmehdi, Süleymaniye suikastından önce Çin’e gidiyor. Pekin ile çok büyük bir anlaşma yapıyor milyarlarca dolarlık. Yapılan anlaşma şu çerçevede tabii bundan önce şu bilgiyi vermek lazım. Irak’ta üretilen petrolün tamamı Washington’daki bir bankada bir Amerikan bankasındaki hesaba yatırılıyor ve şu anda o hesapta 35 milyar dolar para var petrol geliri. Zaten %90 dan fazla yani yüzde yüze yakın üretim tamamen petrole dayalı Irak’ta ve doğalgaza kısmen, oraya yatırılıyor ve Irak parasının nasıl harcayacağını ABD karar veriyor. Son dönemde yaşanan protestolarla beraber hükümet o kadar köşeye sıkışıyor ki yapacak, bir adım atacak bir restorasyon çünkü altyapı berbat edilmiş. ABD atadığı sömürge valisi üzerinden ve Irak’a olan müdahaleler üzerinden hiçbir şekilde Irak’ta restorasyon yapılmasına altyapının imar edilmesine Irak’ın yeniden imarına DAİŞ sürecinden sonra özellikle asla izin vermiyor sürekli müdahaleleri ile. Çareyi Çin ile anlaşma yapmakta buluyorlar. Bakıyorlar ki ABD bu sürece izin vermiyor Çin’e yakınlaşıyorlar Çin ile görüşmeler yapıyorlar. Ben bu noktada İran’ın da arabuluculuk yaptığını düşünüyorum ya da Çin’e yönelmesini kolaylaştırdığını düşünüyorum. Rakamı yanlış hatırlamıyorsam 110 milyar dolarlık petrol karşılığı yeniden restorasyon anlaşması yapılıyor. Yani hiç para ödemeyecek direkt nakit ödeme olmayacak. Çin’e zaten epeyden beri petrol ihracatı gerçekleştiriyor Irak. Bunu nakit yerine Çin’in orada yapılan satışı doğrudan imar ve restorasyon ve altyapı… ve bunu çok hızlı bir şekilde yapmayı planlıyorlar. Üç beş yılda bütün Ira’ı imar edecek bir Çin anlaşması ortaya koyuyorlar fakat hemen Amerikan faktörü devreye giriyor ve Abdulmehdi’yi tehdit ediyorlar. Bunun çok ayrıntıları var. Mecliste konuşmasını engellemekten tutun da doğrudan Abdülmehdi’nin kendisinin tehdit edilmeleri ve kısaca o İtalyan gazeteci diyor ki -bu iddiaları da t24’te Akdoğan Özkan diye bir gazeteci de aktardı, ben hatta paylaşmıştım- Adil Abdulmehdi’nin kendisinin öldürülmesi çok büyük bir yani ona bir suikast düzenlenmiş olsaydı çok büyük tepki alacaktır ve meşru, seçilmiş, parlamento tarafından belirlenmiş bir başbakanın öldürülmesi Amerika’nın imajını yerle bir edecekti ve bütün dünya belki de Amerika’ya karşı birleşecekti. Bunun önüne geçmek için Irak Abdulmehdi’nin elini güçlendiren, sürekli Irak’a müdahaleleri ile ABD’nin elini zayıflatan Kasım Süleymani’nin ortadan kaldırılması, aynı anda birkaç kuşu vurma anlamında Amerika açısından stratejik bir sonuç yaratacaktı ve kısmen de yarattı da. Hem Abdulmehdi’ye ve Iraklılara mesaj göndermiş oldular: Bak İran’la çok fazla yakınlaşmayın sonunuz Kasım Süleymani gibi olur, İran’a da ayrıca bir mesaj göndermiş oldu yani Irak’a müdahale ederseniz bizim elimizi Irak’ta zayıflatmaya çalışırsanız olacağı budur. Yani başka yetkililerine ortadan kaldırılmasını bekleyin şeklinde. Dolayısıyla şunu söylemek gerekir aslında Amerikan-Çin savaşı yeni başlamış değil. Clinton döneminden, Obama döneminden beri Amerika’nın Çin’i kuşatma projeleri stratejileri yavaş yavaş peyderpey bazen el altından bazen açıkça tahkim edilmeye, konsolide edilmeye çalışılıyor. yani Tayvan eski adı milliyetçi Çin olarak ifade ettiğimiz Tayvan silahlandırıldı, çok ciddi silahlar hava gücü anlamında çok ciddi silahlarla donatıldı. Onun dışında Japonya ve Güney Kore’nin Çin’i kuşatması sağlanmaya çalışıldı. Onun dışında Çin’in her ne kadar şu anda doğrudan bir silah şeyi yok ise de, yani uluslararası küresel askeri anlamda bir tehdit doğrudan şu an için arz etmiyor olsa bile bu ekonomik büyümeyi yani % 10 civarında ortalama yıllık ekonomik büyüme gerçekleştiren Çin, eninde sonunda ekonomik çıkarlarını korumak için askeri seçeneğe yönelmek zorunda kalacak. Amerika bunu görüyor. Yani bir 20 sene sonra bir 30 sene sonra ya da 50 sene sonra Çin dünyanın tek hakimi olma ve ABD’nin küresel hegemonyasını tümüyle kaybetme Pax Amerikana’nın tamamen ortadan kalkma riski var. Bu şeyi önceden Amerika gördüğü için bu vizyonu, sürekli olarak Çin’in büyümesini engelleyici Çin’in ticaretini Çin’in Amerika ile ve diğer ülkelerle yaptığı uluslararası ticareti engelleyici şeyler ortaya koymaya kalktı. Trump’ın yaptığı bir takım, aldığı bir takım kararların da sanki bir takım salt kendisinin aldığı şahsi birtakım kararlar gibi yani bilgiler konusunda başka konularda aldığı kararların şahsi kararlar gibi yansıtılmaya çalışıldığı halbuki aslında ABD’nin sürekli olarak Çin’i kuşatma Çin’i köşeye sıkıştırma ve Çin’in ekonomik olarak sürekli olarak büyüme trendi gösteren bu eylemini ketleme noktasında aslında alınmış kararlara bir katkı niteliğindeydi Trump’ın bu kararı. Dolayısıyla bu şeyin devam ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla İran’la yaşanan sorunlar da yani İran şimdi direniş ekseni diyoruz, Yemen’de Husiler diyoruz, Filistin, Suriye, Irak, aslında temel çatışma İran ile Amerika arasında görünüyor olsa da bunun tabii ki ideolojik olarak böyle bir çalışmanın olmadığını söyleyemeyiz. Yaşananların tiyatro olduğunu söylemek de çok büyük bir komedi ve uluslararası ilişkilerle, hiçbir sosyal bilimlerle şeylik arz etmiyor ama netice itibari ile İran sınırlı bir ülke, sınırlı bir güce sahip ülke. Amerika’ya tek başına kafa tutacak bir güce sahip değil ama İran Amerikan karşıtı tutumuyla bölgede Çin’in ve Rusya’nın elini güçlendiren ama özellikle de Çin’in elini güçlendiren bir stratejiye sahip. Dolayısıyla ABD’ye vurduğu zarar kadar…

Ümit Aktaş: İran’ın stratejik bir gücü var yani.

İslam Özkan: -Var tabi, mesela Husiler…

Ümit Aktaş: Yani daha çok ideolojik/mezhebi bir etki. Beri yandan Avrasya grubu içerisinde…

İslam Özkan: -Ama bütünüyle Amerikan askeri gücü ile mukayese edildiğinde bunun Amerika ile baş edebilecek bir güce sahip olmadığını görüyoruz ama eğer bir savaşa girilecekse girildiği takdirde o zaman İran ciddi zararlar verebilir Amerika’ya. Eğer iş o raddeye gelirse ama yani hiçbir zaman Amerika’yı mağlup edemez, hiçbir zaman ABD karşısında ona başat bir güç olamaz.

 

Ümit Aktaş: Yani savaşlar biraz da stratejik savaşlar olarak sürdürülüyor. Kritik bir eşikte tutuluyor ve sıcak bir savaşa doğru çok evrilmiyor. Bir de tabii senin de söylediğin gibi Çin önemli bir faktör. Zaten Amerika’nın sömürgeci veya emperyalist vesayeti devraldığı İngilizler, ilk önce Çin ile savaşarak, o meşhur Afyon savaşlarıyla Çin’i bertaraf edebilmişti. Çin, 17. yüzyıla kadar her şeye rağmen dünyanın en büyük gücüydü yani…

Berdal Aral: Hatta bir şey ekleyelim mi burada Ümit hocam. Mustafa Özel’in iddiasına göre 1874’e kadar dünyada en fazla mal ve hizmet üreten devlet, Çin dünyada.

Ümit Aktaş: Jack Goody’nin bir kitabı var, “Tarih Hırsızlığı”, orada özellikle bunu vurguluyor. Çin, 1700’lü yıllara kadar dünyanın en büyük gücü; teknoloji açısından, bilim açısından en büyük gücü olduğunu ve İngilizlerin ancak afyon yoluyla, afyonu Çin’e sokarak, ticaretini destekleyerek, o yolla Çin’i çökertmeye çalıştığını ve çökerttiğini. Ancak ondan sonra orada hegemonyasını kurabildiğini… Şu anda aynı süreci bir bakımı ABD sürdürüyor.

Şimdi Abdülaziz Tantik hocama dönelim. Sizden de özellikle bu Arap Baharı sonrasına dair bir değerlendirme istirham edeceğim. Belki bölgenin kaderini değiştirmek açısından veya Berdal hocamın söylediği gibi halkların kendi kaderini belirlemesi, self-determinasyon veya otoriter rejimlerin tasfiyesi, katılımcılığın, siyasal sürecin başlaması açısından hepimize umut verdi. Ama maalesef gerek Mısır’daki darbe, gerekse Arap baharının sirayet ettiği en son yer olan Suriye’nin içerisinde bulunduğu durum, umutlarımızı bitirdi. Belki Irak’ta da buna benzer şeyler başlamıştı aslında ama şu anda artık görünen oldukça iç karartıcı bir durum var; umutlarımız ve hayallerimiz sona erdi gibi bir açıdan. Gerçi hiçbir zaman bu çabaların sonu gelmez ama bir türlü bu coğrafyadaki halk mücadeleleri bir sonuca ulaşmıyor. Bu konulardaki siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Abdülaziz Tantik: Ben farklı bir çerçeve çizilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Aşağı yukarı 68 kuşağının başlattığı eylemler süreci ile birlikte 1971 gibi bir tarihlendirme ile uluslararası sistemin, yani soğuk savaş döneminin bittiği söylenir. Bunun görünür oluşu ise 1989 da Rusya’nın Perestroika ve Glastnost’u ilan etmesiyledir. Yeni bir sistem kurulmadan eski sistemin devre dışı kaldığı bu süreç kaosun başlangıç noktası olarak kabul edilir.

2001 de İkiz Kulelerinin vurulması yeni bir başlangıcı izah eder. Yeni bir arayışın Amerin tarafından ilan edilmesi gibidir. Bunun bir iç bir operasyon olduğu ilk günden beri konuşulup tartışılan bir şey.  Sonradan bir operasyon olduğu konusunda haklı olduğumuz çok açık bir şekilde ortaya çıktı. 1989-1990’lı yıllarda- NATO komutanı Willy Casey,  o dönemde İngiltere Başbakanı, açık bir şekilde yeni düşman konseptini İslam; yani yeşil renk olarak ilan ettiğini söylemişlerdi. O günden bugüne olup bitenlerin bu yeni durumla ilişkisini unutmadan tartışmalıyız…

2001’de başlayan süreç yeni bir sistem arayışının tezahürüydü. Orada ’yeni dünya düzeni’, Amerikan’ın egemen olduğu tek dünya hayali kuruldu ve bu hayal  aslında 2008 ile 2011 arası Amerika’nın ciddi ekonomik bir kriz bir yaşadığı dönemle birlikte bir başkalaşım ortaya çıktı. Artık dünya sistemi ‘çoklu güç’ teorisine göre iş görmeye başlıyordu. Bu tam bir kaos demekti. Uluslar arası sistem, yeni duruma adapte olmakta zorlanıyor. Amerika bu yeni durumu içine sindiremiyordu. Fakat, İslam düşman olarak tanımlanmıştı. Ortadoğu bu yeni duruma göre belirlenecekti. Tarihin Sonu ilan edilmiş, Medeniyetler çatışmasından, medeniyet içi çatışma evresine girilmişti. İslam’ın modernliğin projesi karşısında yenilgiye uğratılması veya ılımlı, boyun eğer hale dönüştürülmesi gerekliydi…

Zaten Arap baharı da ondan sonra ortaya çıkıyor ağırlıklı olarak. Şimdi burada benim iki tane temel kavramım var: gösteri/şov ve artırılmış gerçeklik… Birincisi -ben tam İslam Özkan gibi düşünmüyorum-  aslında bütün bu yaşadığımız yani 2009’dan 2010’dan itibaren yaşadığımız dünyayı tanımlayacak olursak, bir gösteri dünyasının öne çıktığı bir zaman. Bunu besleyen en temel unsurlardan bir tanesi de artırılmış gerçeklik zeminidir. Şimdi geriye yaslanarak düşünmeye başlayalım:  çatışma alanları çoğaltılmış, oluşan sorunlara uluslar arası sistem çözüm bulamamaktadır. Farklı güçlerin karşılıklı hamlelerini izlemekteyiz. Karşılıklı gerilim noktaların yükseltilmesi ve geriletilmesi bir film karesi izler şekilde dünyanın gözü önünde olup bitmektedir. İnsanlar, nefeslerini almaktan çekinerek bu çatışma alanlarını izlerken bir film karesindeki aksiyon sahnesi keyfi almaktadır.  Amerika, Avrupa, Kuzey Kore, Güney Kore, Rusya, Çin, Ortadoğu, İran, Türkiye vesaire… Artırılmış gerçeklik ile bütün bu ülkeler arasındaki çatışma alanları öyle köpürtülerek öne çıkartılıyor ki işi ciddiye alanlar, uyku uyuyamıyorlar. Halbuki gerilimin tepeye tırmandığı bir noktada sabah kalkıyorsunuz, gerilim aşağıya düşüvermiş. Bu durum, batı aydınları arasında da tartışma yaratmıştır. Körfez savaşları için bu tanımlama yapılmıştır. Canlı yayınla bir halkın katledilmesi ve bir kentin başına bombalar düşürülmesinin ahlakiliği o dönemde de tartışılmıştı. Olup bitenlerin ‘gizli bir el’ tarafından dizayn edildiği hissi çok güçlü bir şekilde ortaya çıkıyor…

Berdal Aral: Siz buna inanıyor musunuz yani? Tek bir el olayı buraya kadar getirebiliyor mu? Bu kadar basit mi bu iş? Siz öyle mi düşünüyorsunuz yoksa böyle düşünenler mi var?

Abdülaziz Tantik: Aslında inanmak ile bilmek arasında bir fark olduğu gibi bilmeyi kesinlik düzeyinde ortaya koymakta mümkün değil. Ancak bu konuyu yazan, çizen, tartışan ciddi bir kesim var. Meseleye biraz da olup bitenin nasıl oluştuğu üzerine fikir teatisinde bulunduğunuzda açıklığa kavuşan bir durum söz konusu… Meselenin birden fazla yüzü vardır. Ayrıca kaosu yönetecek bir akla olan ihtiyaç izahtan azadedir.  Dünyada sistemin yeniden kurulması aşamasında sermaye ve güç gruplarının kendi isteklerini gerçekleştirme konusunda bir arkaplana sahip oldukları tezi akla aykırı olmasa gerek…

Rusya, Çin  ve Avrupa dengelerindeki değişimi örnek verebiliriz. Kendi iç çatışmalarında da bu aklın izleri bulunabilir. Ayrıca Ak Parti,  CHP, sol hareketlerin HDP örneğini verebiliriz. yani her hareket kendi genleri ile ne kadar örtüşebiliyor. Dolayısıyla burada sosyolojik gerçekliği çok iyi kullanan bir yapı var, bir akıl var ve bu akıl, tek bir akıl değil. Kendi içlerinde çatışan, ancak ayrıca uzlaşıyı da içeren bir akıl olarak düşünüyorum ben.

Berdal Aral: Bunu niye yaptıklarını da açıklarsan…

Abdülaziz Tantik: Aslında bunun yapılmasının temel sebeplerinden birisi şu: yeni bir dünya ve yeni bir insan ile birlikte yeni bir yaşam arayışı vardır. Ve bu arayış geride bırakılmış felsefi birikimi ve dinleri araçsallaştırarak kullanmaya açıktır. Felsefi olarak gündeme getirilen temel kavramlardan bir tanesi “transhumanizm”dir. Yani artık ‘insanlık çağı’ bitti söylemi… Yeni bir çağa geçiş yapıldığının iz düşümlerini gözlemlemek mümkün haldedir. Bu yeniçağ’da artık insan merkezi özelliğini kaybediyor. Dolayısıyla insanın merkezde olmadığı yeni bir sisteme doğru geçiş yapacağız. Birincisi bu… “Posthümanizm”, “Transhümanizm” gibi kavramların söylediği temel gerçeklik; insan çağının bittiği ilanıdır.

Berdal Aral: Bakın egemen küresel sistemin kavramlarını kullanıyorsunuz; yani bir yandan onları eleştiriyorsunuz, bir yandan da onların kullandığı kavramlar üzerinde olayları okumaya çalışıyorsunuz.  Bu kavramların hakikatle örtüştüğünü düşünmek biraz zor… Dikkat etmemiz lazım buna.

Abdülaziz Tantik: O kavramları kullanmam, mevcut durumu analiz ederken ve tasvir ederken başka türlüsünün imkansız oluşuyla ilişkilidir. Meselenin Hakikat ile örtüşmesi ‘reel gerçeklik’ zemini ile ilişkilidir. Yani şu an mevcut reel gerçekliği ve kavramlarını da bizim gerçekliğimiz ve kavramlarımız üretmemiştir, ortaya koymamıştır. Dolayısıyla bütün bu olup bitenler aslında modernlikle başlayan süreçte modernliğin post modernliğe, post modernliğin de post sekülerliğe taşınan o kavramsal süreç içerisinde gerçekleşti ve biz sadece bunun izleyicisiyiz aslında. Hatta bir adım öteye geçerek artırılmış gerçeklik üzerinden meselelere baktığımız zaman; yani AK Parti’nin İslamcı bir müktesebattan post Kemalist bir sıçrama yapması, CHP’nin de tam tersi Kemalizm’den gelerek post İslamcılık diyebileceğiniz bir kavramsallığa, sol hareketlerin, -buna Kürt sol hareketleri de dahil- anti emperyalist çizgiden küreselleşme siyasetinin uygulayıcılığına başka türlü izah getirmek mümkün değil! Hem kendi müntesiplerini buna rağmen elde tutmalarının bu artırılmış gerçeklik zemini ile ilişkisini tartışmadan geçemeyiz…

Ümit Aktaş: En son konuşmasında Kemal Kılıçdaroğlu biz kendi muhafazakârlığımızı bir türlü aşamıyoruz gibi bir ifade kullandı.

Abdülaziz Tantik: Bu da doğrudur. Muhafazakârlığı kendi geleneğine yüklemiş oluyor bu sözüyle… Yani bütün bunlar bize meselelere daha farklı bakmamızı işaret ediyor. Bu meselenin temel noktalarından bir tanesi Özgün İrade dergisinin 2. sayısında ‘sivil demokratik tercüme ettiğimiz bir metin vardı. O metinde İslam dininin nasıl anlaşılması gerektiğine dair bir projenin ayrıntıları ana hatları ile izah ediliyordu. Bütün hikâye aslında İslam’ın/ İslamcılığın radikal unsurlarından arındırılarak sivil, demokratik bir çerçeveye oturmasını sağlamaya matuf çalışmalar olduğu gerçeğidir.

Ümit Aktaş: Yani bunlar iyi niyetli çalışmalar mı? Arap dünyasına demokrasi gelsin sistem daha rahatlasın falan gibi bir amaç mı güdülmekte yani?

Yok… Aslında meselenin özü şu: -anlayabildiğim kadarıyla tabii bu benim bakışım-  1610-1640 Avrupa iç savaşı Avrupa’daki sekülerleşmeyi güçlendirerek Avrupa aydınlanmasını ve Fransız devrimini doğurduysa, Ortadoğu’daki son gelişmeler ile birlikte artırılmış gerçeklik zemini ile birlikte bir İslam aydınlanması arzusu vardır.  Yani el-Kaide ve DAİŞ İslamcılığın kendi müktesebatından hareketle üretilebilecek bir olgu ve bir duruma sahip değil. Ama birileri tarafından üretildi, sosyolojik olarak destek sağlandı, önü açıldı ve parlatıldı. Dikkat ederseniz kelle kesme sahnelerinin toplamı 20’yi geçmez zannedersem. Fakat öyle bir algı üretildi ki, öyle bir şiddet sarmalı inşa edilerek pompalandı ki, sanki İslam, İslamcılar, Radikal İslam sadece kafa kesen, şiddet üreten, insanları öldüren, yok eden, bomba patlatan vesaire. Bu algı doğal olarak zihniyeti dönüştürdü. Demokrasi küfürdür diyenlerden demokrasiden başka çaremiz yok demeye… Daha ötesi şu anda 8-10 sene önce oturup İslamcılık yaptığımız arkadaşların önemli bir kısmı artık sekülerliği savunuyorlar. Yani İslam dediğimiz şey aslında insanın vicdanına has olmalıdır, sosyal hayata hiçbir şekilde müdahale etmemelidir ki bu aslında İslamcılığa ihanet değil mi? Hâlbuki İslamcılığın temel tezi hayatı Müslümanlaştırmaktı. Bu yeni süreç tam da Ortadoğu’da olup bitenlerin Müslüman zihni belirlemesi ile ilişkilidir. Bu çerçeveden bakıldığı zaman aslında adamlar istediklerini alıyorlar, aldılar da…

Buna bizim niçin cevap üretemediğimiz meselesi şuradan kaynaklanıyor: Kendi sınırlarımıza yani kendi gerçekliğimize, sosyolojik gerçekliğimize takılı kalıp, onu ideolojik bir angajmanla savunmaya başladığımız zamandan itibaren bir araya gelmelerimiz bile aslında sanal oluyor, yapay oluyor. Sağlıklı bir araya gelme olmuyor. Gözlemlenen şey şu: Bir güç, bir araya gelmesi gerekenleri bir araya getiriyor. Ama o güç, düşman kaybolup iktidar meselesi gündeme girdiği andan itibaren pat birbirinize giriyorsunuz: Suriye’de ve Irak’ta bunun örneklerini görebiliriz. Türkiye’de bunun örnekleri görebiliriz, ya da dünyanın herhangi bir yerinde bunun örneklerini görebiliriz. İkincisi de bu olup bitenlere anlam veremeyip uzak duran kesimlerin, aslında İslamcılığı bir dava şuuru ile taşıyan insanların kahir ekseriyetinin yardımlara, sosyal yardımlara yönlendirilmesidir. Üretilen enerjiyi/dinamizmi/hareketliliği içeride kullanacağınız yerde uzaklarda tüketmeye başlayarak asıl yapılması gerekli olandan uzak düşüldü.  Düşünce, fikir üreteceğinize, yeni bir siyasallık üreteceğinize, bir dünya görüşü ortaya koymanız gerektiği halde Arakan’a gidiyorsunuz, Filistin ile ilgileniyorsunuz, Irak’la ilgileniyorsunuz, Suriyelilerle ilgileniyorsunuz, şurayla ilgileniyorsunuz, burayla ilgileniyorsunuz, Bosna’dan Çeçenistan’a, Çeçenistan’dan Afganistan’a vesaire..

Birikebilecek bir enerji, İslami düşüncenin geliştirilmesi veya Müslüman’ca bir düşünme perspektifini üretecek zemini kurması gerekirken harcayarak heba ediliyor. İslamcılık bağlamında düşündüğümüzde meseleleri doğru bir şekilde yorumlayacak bir aydınımız, entelektüelimiz ve âlimimiz yok denecek kadar az… Meseleyi ya uluslararası sistem açısıdan değerlendiriyoruz ya benim gibi felsefi düzlemden hareketle olup bitenlerin neye tekabül ettiğini anlamaya çalışarak aslında onların kavramlarını kullanarak değerlendiriyoruz.  İran paktında duruyorsunuz, direniş diyorsunuz. Türkiye’nin paktında duruyorsunuz, Türkiye’yi ekseni alan ulusal çıkarları önceleyen bir yaklaşım üzerinden yorumluyorsunuz. Hâlbuki Müslüman aydın, bizzat ümmetin safında durarak, ne İran’ı, ne de Türkiye’yi dikkate almadan, bütün bu olup bitenleri kendi müktesebatı bağlamında neye tekabül ettiğini anlamlandırmak için bir çaba içerisinde olması gerekmiyor mu? Olması gereken bu aslında. Ama maalesef ortaya konan bütün düşünme biçimleri; farklı akımları ya da farklı bakış açılarına mahkûm kalmaktadır. O zaman öneri şu: gerçekten bir noktaya varmak isteniyorsa öncelikli olarak her şeyden Özgürleştirecek Müslüman olmanın bizatihi kendisine sahip olmanın imkânını aramak gerekiyor. Yani Müslüman neye tekabül eder, şeylerden bağımsız o saf haliyle ve orada da durarak aslında olup bitenin neye tekabül ettiğini anlamak gerekir. Süreç içerisinde muhtemelen yeni siyaset arayışlarında sekülerlik ön planda olacaktır. İran’ı iyi kötü takip etmeye çalışıyoruz. İran’da Şebüsteri den Melikyan’a kadar o düşüncenin en önemli entelektüelleri de, şu anda açık bir şekilde sekülerliği savunuyorlar. Abuzer Dışkaya, Melikyan a ait yeni bir kitabı tercüme etti mesela “Tedbir ve Takdir Arasında İnsan” diye, baktığımızda aslında adamın tek tezi var. Yani sekülerliğin İran’da da siyasallığın temel mihenk noktası olmasını savunmak. Dolayısıyla Türkiye’de de bu zaten açık bir şekilde tartışılıyor. Yani İslamcılar da artık bunu çok rahat bir şekilde savunabiliyorlar.

Ümit Aktaş: Bir sonraki aşamada tekrar bu konuya gelelim. Ama şimdi tekrar Berdal hocama sözü verelim. Berdal hocam bu arada, bütün bu gürültü içerisinde bizim çok temel meselemiz aslında Filistin sorunu ve İsrail. Onlar sanki unutulup gitti gibi. Bu konuda ne diyorsunuz

Bedal Aral: Filistin sorunu, aslında konuştuğunuz zaman, insanların en hassas olduğu konulardan bir tanesi. Bugün de, İslam dünyasında Filistin konusunda hassas olmayan insanları görmek pek mümkün değil açıkçası. Benim çevremde dindar olmayan epeyi insan var. Onlarla da Filistin meselesini konuştuğum zaman, onların da hassas olduklarını görüyorum.

Geçen gün şeyi düşündüm: Bizi toplum olarak bir araya getiren şey nedir diye düşündüm ve kendimce bir sonuca vardım. Galiba Türkiye’de şuradan başlamamız lazım: Anti-emperyalizm. Aslında bizi bir araya getiren, toplum olarak farklı dünya görüşüne sahip insanlar olarak bir araya getiren şey, anti emperyalizm. Çünkü Osmanlı’nın çöküş süreci bir tür emperyalist müdahale olarak görülebilir aslında. Tabii savaşı kaybetmiş vs. ama, aynı zamanda Osmanlı’nın son döneminde Osmanlının yarı-sömürge durumuna düşürülmüş olması, yani sömürgeciliğin de mağdur olması; ayrıca Osmanlı’nın dağılışı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecindeki milli mücadele yabancı işgale karşı,  hegomonik emperyalist güçlere karşı yapılan mücadeleye baktığımız zaman; Atatürkçülerin milli mücadeleyi ilk anti-emperyalist kurtuluş mücadelesi olarak görmeleri önemli; bu anlamda Türkiye’de kendisini ‘sol’da görenlerin çok önemli antiemperyalist bir damarı var aslında. İslamcıların zaten var; onu söylemeye gerek yok. Ama Türkçülerin de var aynı zamanda, çünkü onlar da Rusların esareti altında yaşayan Türklerden geçmişte hep bahsettiler. Turan ideali… Yıllarca solcular, bazı İslamcılar “Rus empeyalimi”ne karşı Turan idealini çok anlamsız, aptalca bir serüven olarak görürler aslında; ama böyle bir damar var yani. Ve genç Türkiye Cumhuriyeti’ne dışarıdan göç etmek zorunda bırakılan çok insan olmuştur. Bunlar genelde emperyalizmin mağduru olan insanlardı: Ya Rusya emperyalizminin ya da Batı emperyalizminin ya da kimi zaman Balkanlardaki aşırı milliyetçin,  ırkçı milliyetçiliğin mağduru olan bir sürü muhacir, Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı. Türkiye toplumunu aslında bir araya getiren şeylerden bir tanesi anti-emperyalizmdir. Bu bağlamda tabii Filistin sorunu Türkiye’deki tüm farklı kesimlerin ve genel olarak dünya Müslümanlarının sorunudur. Ama tabi devlet düzeyinde acaba şu anda Filistin’e verilen destek yeterli mi? Aslında hiçbir zaman yeterli olmadı; zaten bunu söylemek lazım. Ben Bitmeyen İhanet kitabımda bunu da ele aldım. Arap dünyasının İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra oluşturduğu bir Birlik var biliyorsunuz: 1945’te kurulan Arap Birliği. Arap Birliği’nin hedeflerinden bir tanesi de Siyonst harekete ve ardından İsrail’e karşı topyekûn mücadele etmekti. İsrail 1945’te henüz kurulmamıştı. Üye devletlerin hedefi Siyonizm’e karşı işbirliği yapmak, ortak bir ordu oluşturmak ve sömürgeciliğe karşı birlikte mücadele etmek ve henüz bağımsız olmayan Arap toplumlarını desteklemek idi; amacı buydu. Ama maalesef bildiğiniz gibi bu mücadelede başarılı olamadılar.

Bunun en büyük nedenlerinden birisi işte ulus-devlet mantığı çerçevesinde Arap dünyasının bölünmüş olmasıdır. Bu, I. Dünya Savaşı’ndan bu yana böyle. Önce manda rejimleri olarak, sonra tabii kendi içinde bütünlük sağlayamamış Arap dünyasını bütüncül göremeyen parçalanmış ulus-devletçikler olarak. Günümüzde hakikaten sömürgecinin ve emperyalizmin, “yeni sömürgecilik” diyelim isterseniz, hiç olmadığı kadar kendini tahkim etmiş durumda Ortadoğu’da ve İslam dünyasında.  Bu durum Ortadoğu’da daha yoğun olarak gözlenebilen bir şey. Bunun nedenleri de zaten biliniyor. Ortadoğu’nun tabii kaynakları açısından zengin olması, örneğin petrol ve doğalgazın bol olması, bölge halklarının dinamizmi, bölge insanının çok güçlü tarih bilincinin olması, jeopolitik konum olarak Ortadoğu’nun dünyanın en önemli geçiş bölgelerinden  birisi olması, önemli su yollarının bu bölgeden geçiyor olması çok önemli. Bütün bunların yanı sıra,  tabii ki İsrail faktörü çok önemli. Şu anda görünen o ki, İslam dünyasının dağınıklığı ve Arap dünyasının dağınıklığı nedeniyle hegemonik güçler başta ABD olmak üzere Filistin sorununu bölük pörçük adacıklardan oluşan ve gerçekte bağımsız olmayan bir “sahte devlet” kurarak çözmek istemektedir. Yani tarihi Filistini bütünüyle  ortadan kaldırmak istiyorlar. Bu da tabii çözüm değil, Filistin’i ortadan kaldırmayı hedefleyen bir yaklaşım tarzı. İsrail’in Filistin’e yönelik olarak Soğuk Savaş sonrasında da saldırılarına devam etti bildiğiniz gibi. 11 Eylül terör saldırılarından sonra ise İsrail Filistin’in kendisine karşı  vermiş olduğu mücadeleyi bir “teröre karşı savaş” olarak adlandırma kurnazlığını yaptı. Aslında bunu yalnızca İsrail yapmadı. Hindistan da Keşmirlilere karşı bu söylemi kullandı. Rusya Çeçenlere karşı bu söylemi kullandı. Dolayısıyla, bu, hegomonik güçlerin İslam dünyasına ve kendi içlerindeki Müslümanlara yönelik saldırgan politikalarını meşrulaştırmayı hedefleyen bir politikaydı. Bu güçlerin büyük ölçüde hedeflerine ulaştıklarını söylemek de aslında bugün mümkün. Çin de mesela Doğu Türkistan bağlamında bu söylemi kullandı. Bu çerçevede İsrail 11 Eylül terör saldırısı sonrasında Hamas’ı bir terör örgütü olarak kabul ettirme çabasında önemli mesafeler aldı.

Gazze biliyorsunuz 2006’da yapılan seçimler sonucunda Hamas’ın kontrolüne geçti. Buna karşılık, 2006 seçimleri sonrasında Batı Şeria’da yönetime FKÖ geldi. Bu bölük pörçük olma durumu önemli bir sorun oluşturdu; ama asıl sorun tabii bunun ötesinde aslında, çünkü asıl sorun İsrail’in saldırgan politikaları konusunda dünyanın ciddi bir tutum almaktan imtina etmiş olması. Soğuk Savaşta kendisini solda gören birtakım yönetimler vardı Arap dünyasında:  Suriye,  Irak,  Nasır dönemi Mısır’ı,  Cezayir, Libya v.s. Soğuk Savaştan sonra bu durum sol yönelim bu ülkelerde bir ölçüde törpülendi. Yani kendisini büyük ölçüde sola nispet eden Arap milliyetçileri ve sosyalist eğilimli yönetimler ideolojik olarak genelde geri adım attılar, bazıları ABD ile yakınlaştı. Bunlar umumiyetle ideolojik iddialarını yitirdiler ve/veya kendi despotik rejimini korumayı ana hedef olarak belirlediler. Öte yandan, İslamcı güçlerin Arap dünyasında önemli bir muhalif güç olarak temayüz etmesi, bu ülkelerdeki yönetimlerle küresel hegomonik güçler arasında enteresan bir geçişkenlik, kimi zaman gizli irtibatlar ya da en azından karşılıklı anlayış birliği oluşturdu. Bugün de devam eden bir süreç bu. Örneğin şu anda Suriye’nin Filistinlileri yeterince  desteklediğini söylemek pek kolay değil. Irak’ın da Filistinlilere bugün yeterince arka çıktığını  söylemek kolay değil. Mısır zaten askeri darbe sonrasında zaten Mübarek dönemindeki fonksiyonlarını yeniden ihya etmiş oldu. Yani İsrail’e yakın ilişki içerisinde. Hatta Filistin hareketini ortadan kaldırmaya hedefleyen bir konumda. Daha doğrusu Hamas’ı güçsüzleştirmeyi hedefleyen, Filistin’in bütünleşmesini de kağıt üstünde desteklemekle birlikte fiilen aslında çok da destek vermeyen bir konumda Mısır. Şimdi burada BM örgütünü de masaya yatırmak gerekiyor aslında. Mesela Gazze’ye yönelik 2008-2009’da biliyorsunuz çok büyük bir saldırı oldu İsrail tarafından. Yaklaşık 1400 insanı katlettiler, binlerce insanı yaraladılar. Her türlü savaş suçu işlendi burada bu saldırı sırasında. BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı karar bir ay sonra İsrail işini bitirdikten sonra çıktı. Ve İsrail’i kınamaktan ziyade tarafları ateşkese çağıran bir karar çıktı; iki tarafa da hitaben işte “sivillere zarar vermeyin” gibi hiçbir anlamı olmayan bir Güvenlik Konseyi kararı çıkardılar. 2014’te yeni bir saldırı olduğunu biliyorsunuz Gazze’ye yönelik olarak İsrail tarafından. Yine korkunç bir saldırı idi; yine insanlık suçu ve savaş suçları işlendi. Burada her türlü yasak silahları kullandılar. 2200’e yakın insanı katlettiler bu defa. Yine binlerce insanı yaraladılar. Fakat size şunu söyleyeyim, bu savaş sürecinde Güvenlik Konseyi toplanmadı bile. Güvenlik Konseyi’nin fonksiyonu nedir? Uluslararası barış ve güvenliğe zarar veren herhangi bir gelişme olduğu zaman, bir saldırı olduğu zaman a devreye girmesi beklenen bire kurumdur. Girer veya girmez o ayrı bir şey, ama devreye girmesi beklenebilir çünkü BM kurucu antlaşmasının VII. bölümü bunu öngörüyor 39.  maddeden itibaren. Bu yapılmadı; 2014 Gazze saldırısında toplanmaya gerek bile görmedi Güvenlik Konseyi. Arsızlığı, densizliği, utanmazlığı bu noktaya kadar vardı. Ve şöyle bir formül bulundu: İsrail ve Amerika’nın desteği ile Mısır arabulucu oldu taraflar arasında ve ateşkes sağlandı “Mısır’ın sayesinde”, tırnak içinde. Hangi Mısır bu? Tabii Sisi Mısır’ı. Çünkü Sisi Mısır’ı öne çıkarılmaya çalışılıyordu uluslararası düzeyde. Belirli bir prestij sağlamaya çalışıyorlardı bu mahut rejime. Şu anda şunu söyleyebiliriz: Arap dünyasındaki rejimlerin önemli bir bölümü için Filistin Sorunu artık “sorun” olmaktan çıkmış durumda; bunu söylemek durumundayız ne yazık ki. Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Mısır gibi ülkeler için yani.  Filistin sorununun bütünleşmiş ve yaşayabilecek ve Hamas’ın da güçlü olduğu bir formül içerisinde ortaya çıkacak bir Filistin devleti çerçevesindeki çözümünü aslında Arap dünyasındaki rejimlerin önemli bir bölümü istemiyorlar gördüğümüz kadarıyla. Hatta Hamas’ı mümkün olduğu kadar marjinalize etmeye çalışıyorlar; bunu görmek mümkün. En başta Körfez ülkeleri ile Mısır’ın İsrail ile ilişkileri son dönemde çok yoğunlaştı biliyorsunuz. Şimdi “normalleşme” süreci yaşıyorlar. Son on yıldır normalleşme süreci epeyi mesafe almış durumda birçok Arap ülkesi ile İsrail arasında. Hani eskiden gizli saklı ilişkiler kurulurdu ama şimdi iş öyle bir noktaya vardı ki, artık dostluklarını gizleyemez hale geldiler ve bu “ilişkilerini”ni çeşitli yollarla meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Tabii soru şu: Filistin halkı bu gelişmeler karşısında nerede duruyor? Filistin halkının mücadelesinin devam ettiğini söylemek gerekiyor aslında. Ben zaman zaman Filistinlilerin düzenlediği konferanslara katılıyorum. Sohbetlerimizde ve sunulan tebliğlerde şöyle bir temanın çıktığını söyleyebilirim:  Filistinli entelektüel ve akademisyenlerin genel kanaatine göre FKÖ ve Mahmut Abbas yönetimi Filistinlileri mağdur etti, İsrail’le kendi halkları hilafına işbirliği yaptı. Bu kişiler bunlara çok kızgınlar; hatta şunu söyleyeyim, bu kişilere göre Filistin’in geleceğinde yönetici seçkin olarak bu eski isimlerin  hiç bir şekilde yerleri yok;  özellikle Oslo sürecine katkı vermiş müzakerecilerin hiçbirisini karar verici olarak görmek istemiyorlar bundan sonra.

Filistinliler arasında yeni bir strateji de gelişti, onu da söyleyeyim ki kitapta da ben bu konuyu ele aldım. Daha önce FKÖ ve genel olarak İsrail’le “uzlaşma” yanlısı olan grupların Filistin’e dair temel hedefleri şuydu: 1967 sınırlarında bağımsız bir Filistin devletinin kurulması. Bu da işte iki devletli bir çözüm olacaktı; müzakere süreci olacaktı, . Oslo’nun amacı buydu biliyorsunuz. Ama 1993’te başlayan Oslo “barış süreci”  2001’de fiyaskoyla bitiverdi. Nedeni, İsrail’in saldırgan politikalarını devam ettirmesi, yasadışı yerleşim yerlerinin artması, İsrail’in zaman zaman Gazze’ye saldırması, Mescid-i Aksa’nın basılması gibi faktörlerdi. 2001’de yönetime gelen Şaron hükümetinin hiçbir şekilde Oslo müzakere sürecinin gerektirdiği askeri çekilme harekatı’nı yapmaması ve hatta daha da saldırgan bir politika izlemeye başlaması nedeniyle Oslo süreci 2001’de sona ermiştir. Şimdi dolayısıyla yeni strateji şu Filistinlilerde: Artık iki devletli çözümden ziyade Filistin meselesinin bir sömürgecilik meselesi olarak ortaya konması; yani bütün Filistin toprakları İsrail sömürge yönetimi tarafından gasp edilmiştir ve o nedenle aslında mücadelenin zemini tüm Filistin’dir. Başka bir deyişle, İngiliz manda yönetimi altındaki Filistin’in bütünü bağlamında sömürgecilik-karşıtı bir mücadele vermek gerekiyor İsrail’e karşı. Çünkü öbür türlü mücadele kapsamında tartışmanın zemini 67 sınırları, uluslararası insani hukuk kuralları ile sınırlı oluyor. İşte, İsrail işgalci güç olarak oradan çekilsin, savaş kurallarına uysun, yasadışı yerleşim yerleri kurmasın, güvenlik duvarını -bizim utanç duvarı dediğimiz- inşa etmekten vazgeçsin türü stratejiler vardı. Tabii, 67’de işgal edilen o toprakların tümünden İsrail’in çekildiğini varsaysak dahi, aslında oralar tarihi Filistin topraklarının % 22’sini oluşturuyor sadece. İsrail’in buradan çekilmeye zaten niyeti yok da; hadi diyelim çekildi, Amerika baskı uyguladı ve diyelim yasadışı yerleşim yerlerinden de çekildi İsrail. Güvenlik bölgelerinden, bir takım tahkimatlardan da çekildi diyelim. Ama buralar tarihi Filistin topraklarının sadece %22’si. Dolayısıyla şimdi mücadele, Filistin’in sömürge yönetimi altında olan bir toprak parçası olduğu vurgusunun genel kabul görmesi ve buna ilişkin stratejiler geliştirilmesi.  Bir başkası da sistematik ırkçılığı esas alan apartheid rejiminin tüm Filistin’de uygulandığı argümanı. Yani sadece Batı yakasında yaşayan Filistinliler değil, aynı zamanda İsrail vatandaşı olan Filistinlilerin de aslında apartheid yönetimi altında olduğu, sistematik ırkçılığa maruz bırakıldığı argümanı. Gazze’ye yönelik saldırılar, burada işlenen insanlık suçları, ölümcül ambargo ve hem Gazze’de hem de Batı Yakası’nda işlenen savaş suçları ekseninde İsrailli yetkililerin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne sevkini sağlama çabası da bu mücadelenin bir parçası.  . Zaten şu anda Ceza Mahkemesi Savcısı İsrail’in işlediği savaş suçları ile ilgili bir inceleme başlatmış durumda. Dolayısıyla mücadelenin zemini hem uluslararası bağlamda daha fazla güçlendi, hem de özellikle BM bağlamında İsrail’e yönelik yaptırım çabaları ivme kazandı. Filistinliler artık “iki devletli çözüm” tiyatrosu oynamak istemiyorlar. Tabii bu da Mahmut Abbas yönetiminin aslında hiç bir toplumsal ve siyasi temelinin kalmadığını gösteren bir durum kanaatimce. Dolayısıyla, tabiri caizse, burada “direniş” stratejisi devreye girmiş durumda. Tabii soru şu: İslam dünyasını temsil eden güçler acaba bu direniş formülasyonuna destek verecekler mi? Çünkü bunun için de İslam İşbirliği Teşkilatı’nın bir araya gelip İsrail’e toplu ambargo uygulaması gerekiyor. En başta Türkiye, İsrail ile çok yakın ekonomi ilişkisi olan bir devlet. Dolayısıyla söylem ile eylemin mutlaka örtüşmesi gerekiyor.

Ümit Aktaş: –Şu anda zaten İslam İşbirliği Teşkilatı’nın da birlikteliği ve işlevselliği yok.

Berdal Aral: -Aslında şunu da söyleyeyim; lafı uzatmadan bir iki nokta ile bitireyim. Bugün küreselleşmeden sıkça bahsediyoruz değil mi? Yani ulus-devlet formülasyonu içinde zaten ekonomik ve siyasi istikrar oluşması kolay görünmüyor günümüzde;  çünkü iç-dış ayrımı, dahili-harici ayrımı önemli ölçüde ortadan kalkmış durumda. Dolayısıyla bu da İslam dünyasının karşısına bir seçenek olarak çıkıyor. İslam dünyası mutlaka Avrupa Birliği türü bir uluslarüstü yapılanma içine girmek durumunda. Bugün İslam dünyası o kadar dağınık durumda ki; Müslüman aktörler ne yazık ki hegomonik güçlere karşı birlikte mücadele veremiyorlar; Müslüman ülkelerde bir sürü yapay sorunlar var; İslam coğrafyasında yönetimlerin de pek çoğu aslında halka yabancı, azınlık rejimleri. Müslüman ülkeler genelde birlikte çalışmayı değil, çatışmayı çok seviyorlar. Dolayısıyla,  İslam İşbirliği Teşkilatını, belki o yapıdan da yola çıkarak, belki onun bünyesinde bir tür Avrupa Birliği türü bir ekonomik ve siyasi entegrasyon  yapılanması ortaya çıkarmak gerekiyor. Bu çerçevede mesela ortak parlamentonun kurulması, ortak pazarın, mal ve hizmet ticaretinde gümrüklerin tedrici olarak ortadan kaldırılması, çalışanlara serbest dolaşım hakkının sağlanması çok önemli. Bunun yanı sıra, mesela, siyasi konularda bir mekanizmanın ortaya konulması, ortak dış politikaya yönelik bir yapılanmanın sağlanması çok yararlı olacaktır.  Bütün bunların hemen olacağını söylemek istemiyorum tabii; yanlış anlaşılmasın. Ama süreç içerisinde tedrici olarak bunların hayata geçirilmesi mümkün. Eğer böyle bir süreç içerisine girerlerse, bu zaten küreselleşmeyle uyumlu bir girişim olacaktır. Ulus-devlet yapılanması İslam dünyasına iyi gelmedi, onu söylemek lazım;. zaten İslam dünyası olarak yeterince hastalığımız vardı; bu yapı mevcut  hastalıklarımıza daha büyük acılar eklemiş oldu.

Ümit Aktaş: Ulus devlet değil aslında Ulus altı devlet demek lazım…

Berdal Aral: İslam dünyasında gerçekten “devlet” olarak kabul edebileceğimiz  siyasi yapılar çok az. Türkiye gibi, İran gibi belki Endonezya falan gibi. Dolayısıyla Avrupa Birliği türü bir uluslarüstü entegrasyon ve belki ileride ortak bir ordunun kurulması da gündeme gelebilir. Ama tabii bu yakın vadede olabilecek bir şey değil. Filistin sorununa çözüm ile ilgili şöyle bir noktaya gelmiş oluyoruz: Bir direniş seçeneği var Filistinliler açısından. Filistin halkının büyük çoğunluğu gördüğüm kadarıyla bu seçeneğin tek seçenek olduğunu düşünmeye başlamış durumda. İsrail’i bir sömürgeci devlet olarak görmek gerekiyor; bölgeye yabancı, Amerikan emperyalizminin güdümünde olan saldırgan ve ırkçı devlet olarak tanımlamak gerekiyor. İsrail’in suçlarının farkında olmak gerekiyor. İsrail’in insanlık suçlarının faillerinin mutlaka uluslararası mahkemelerde yargılanması gerekiyor..Bunun yanı sıra, Filistin’in mücadele zemini sadece 67 sınırları değil ama manda yönetimi altındaki Filistin bölgesi olarak karşımıza çıkıyor.  Bu noktada İsrail’e karşı önemli bir stratejik tercih, olarak bu ülkeye karşı uluslararası yaptırım kararlarının alınması çabasına girmek gerekiyor. Burada iki farklı aktörün yaptırımları söz konusu olabilir: BM Güvenlik Konseyi bağlamında olabilir ama tabii ki ABD buna karşı çıkacak; bunun farkındayız; ama alternatif seçenek var: o da BM Genel Kurulu. Bu kurumun böyle bir yetkisi var; istenirse burada devletlerin üçte ikilik oy çokluğu ile İsrail’e karşı kapsamlı yaptırım uygulanmasını isteyen bir “tavsiye kararı” alınabilir. İslam İşbirliği Teşkilatı da bu bağlamda yine İsrail’e karşı toplanarak bir ambargo kararı alabilir. Buna karşılık iki devletli seçenekten hâlâ bahsetmek, 67 sınırlarındaki bir devletten bahsetmek, muhtemelen yaşanan trajedinin ortaya koyduğu gerçeklerin ışığı altında herhalde çok anlamlı bir yaklaşım olmaz. Bu türden yaklaşımlar gerçek sorundan kaçışı temsil eden yaklaşımlardır diye düşünüyorum.

Ümit Aktaş: İsrail’e karşı en önemli mücadeleyi veren güçlerden birisi de Hizbullah idi bölgede ve dolayısıyla Lübnan. Hala da o gerilim sürüyor bir taraftan ama öbür taraftan da bu Suriye meselesinden ötürü Hizbullah’ın da gücü epeyce azaldı belki. Lübnan da şu anda diğer ülkeler gibi bir bunalım içerisinde. En son herhalde bir hükümet kurma çabası falan oldu. Genel olarak Lübnan’da Hizbullah’ın durumu, bölgedeki etkileri ne olabilir?

İslam Özkan: Bu bağlamda şimdi Berdel hocamın söylediği önemli İsrail’e karşı gerçekten bir yaptırım Müslümanların hatta ezilen mustazaf kesimleri de yanına alarak böyle bir şey uygulaması mümkün. Ama bunu devletlerden beklemek özellikle az önce eleştirdiğimiz ulus-devletler yani halkına yabancılaşmış, halkın talepleriyle bütünleşme arz etmeyen, farklı ajandalara hizmet eden ulus-devletlerin bu noktada bir beklenti içerisine girmenin çok da mümkün olduğunu düşünmüyorum. Ayrıca Türkiye’de İslamcı olarak nitelendirilmesi bile İslamcılara yakın bir yönetim İsrail ile her sene rekorlar kıran üst üste rekorlar kıran ticari ilişkiler içerisine giriyor yani. Bırakın yani yaptırım uygulamayı… İsrail farklı yöntemler keşfediyor zaten yani kendi ürünlerini sanki mesela Ürdün’de üretilmiş gibi gösteriyor üzerine Arapça birtakım şeyler basıp oradan farklı ülkelere dağıtıyor ama Türkiye’de açık açık İsrail ile ticaret yapan ve bu konuda kendisine hiç özeleştiri yapma ihtiyacı hissetmeyen bir iktidar var. Böyle bir ulus devletten yani Filistin ile ilgili şampiyonluğu kimseye kaptırmayan bir yönetim bile İsrail ile bu kadar ticari ilişkilerini geliştirmekte seneden seneye rekorlar kırmakta bir beis görmüyorsa Abdulfettah Sisi yönetiminden İsrail’e bir yaptırım uygulamasını beklememeliyiz. Ama bir BDS örneği var karşımızda ve başarılı olmuş kısmen. Eğer geliştirilirse, derinleştirilirse daha başarılı olabilecek bir örnek. Dolayısıyla ulus-devletlerden değil ama Müslüman halkların da içerisinde bulunduğu sivil bir örgütlenme ve organizasyon üzerinden BDS modelini takip ederek…

Ümit Aktaş: Bu konuyu biraz açar mısınız?

İslam Özkan: BDS hareketi akademik ve kültürel alanda İsrail’e kitlesel yaptırımlar uygulamaya çalışan bir hareket… Ve bu alanda çok önemli başarılar elde etti. Örneğin Filistinlilerin evlerini yıkan İsrail rejimine iş aletleri, araç gereçler satan şirketlere boykot uyguladı. Boykot Amerika’da ve Avrupa ülkelerinde o kadar etkili oldu ki söz konusu satışı yapan ve İsrail ile işbirliği yapan birçok şirket geri adım atmak zorunda kaldı. İsrail, güvenlik şirketinin aynı zamanda Mekke ve Kâbe’nin güvenlik ihtiyacını karşıladığı ortaya çıktı, bu alanda birçok uluslararası firma veya yönetime geri adım attırmayı başardı. Yaptırımları ilk önce akademik ve kültürel anlamda örgütledi. Çok önemli bir desteğe sahip oldu. Özellikle öğrenciler, sonra akademisyenler ve aydınlar içerisinde. Tabii burada Noam Chomski ve rahmetli Edward Said’in katkılarını da, bağımsız aydınların katkılarını da unutmamak lazım. Çok ciddi destek verdiler ama Amerika bu örgütlenmeyi kırmak için özellikle Trump döneminde çeşitli önlemler aldı ve BDS’ye üye olmayı belli konularda suç unsuru ya da birtakım ekonomik işlemler ya da birtakım kayıt işlemleri yapmanın önünde engel haline getirerek BDS ile mücadele etmeye çalıştı. Tabii ABD sistemi ile çeliştiği için bu yaptırımları çok daha genişletip BDS’nin bütün faaliyetlerini durdurması ya da yasaklaması mümkün değil çünkü tamamen düşünce özgürlüğü içerisinde gerçekleştirilen bir etkinlik ve insanların gönüllü olarak katıldığı bir şey. BDS’nin bu modeli örnek alınarak İslam dünyasına yaygınlaştırılarak İsrail işgal rejimine yönelik devasa bir yaptırıma dönüştürülebilir. Dolayısıyla İsrail’i bölgeden atmanın ilk adımını bu şekilde atmış olabiliriz. İsrail’in kolunu kanadını kırarak etkisizleştirmenin yolunun böyle bir mücadeleden geçtiği kanaatindeyim. Bu arada şunu da ifade etmek lazım, ne Hamas ne Hizbullah ne diğer Filistinli örgütler tamamen Yahudilerin denize dökülmesini hedeflemiyor. Böyle bir hedefleri yok. Amaç İsrail faşist siyasal yapılanmasına bir sonvermek. Bir de Yahudilerle Siyonizm’in arasını ayırmak gerekiyor. Anti Semitizm ile anti Siyonizm’i ayırt edebilen bir dil üretmemiz gerekiyor.

Ümit Aktaş: Hatta Yahudilerden de Filistin’e destek veren kesimler var onlarla işbirliğini geliştirmek isteyen…

İslam Özkan: Kesinlikle öyle. Onlar da bizim müttefiğimiz zaten. O anlamda onların da entelektüel çabalarından, bilgilerinden, deneyimlerinden istifade edilebilir. Gelmek istediğim nokta ulus-devletlerden ve mevcut Arap rejimlerinden çok fazla bir şey beklemenin bir anlamı yok. İsrail, BM Güvenlik Konseyi’nin kararlarıyla kurulmuş ve tanınmış bir ülke. Dolayısıyla İsrail’i kendi kararıyla doğudan bir uluslararası kurumlardan da bir şey beklememek lazım. Uluslararası Ceza Mahkemesi vs. gibi kuruluşlar nezdinde elbette ki hukuki mücadele sürecektir. Ancak kurumlar düzeyinde ve uluslararası aktörler düzeyinde uluslararası siyasetten de bir şey beklenmemesi gerektiği kanaatindeyim. Müslüman sivil haklar olarak Müslüman olmayan ama ezilenlerden yana halklarla bir araya gelip sivil bir dayanışma çerçevesinde İsrail yaptırımlara maruz bırakılabilir.

Berdal Aral: Bir de şunu da farkında olmak lazım. Filistin sorununu Rusya’nın çözmek gibi bir niyeti yok. Yani Çin’in ya da Hindistan’ın hakiki manada “Filistin” diye bir derdi yok; bir kere bunu bilmek lazım. ABD’yi suçluyoruz haklı olarak tabii ki.  ABD Filistin sorununu İsrail ile tamamen aynı düzlemde görüyor. Hindistan’ın Çin’in ya da Rusya’nın da sorunu çözmek gibi bir niyeti yok. Onlar çözümü en iyi ihtimalle belki 67 sınırlarında, epeyi bir kısmı İsrail’e terk edilmiş olan, kantonlardan oluşan bir Filistin devletinin kurulması ekseninde görebilir. Böyle bir projeye karşı çıkmayabilir. Yani bu güçler kendi ayaklarında duramayan bir Filistin devletinin kurulması konusunda bir katkı sağlayabilir, ama hakiki manada sürdürülebilir, egemen, makul bir Filistin devletinin kurulması konusunda ekstra bir çaba göstermezler. Rusya ve Çin gibi devletler sadece tarafları barış sürecine davet edeceklerdir, müzakere diyeceklerdir, barış diyeceklerdir ama bunların hiçbir anlamı yok aslında. Bunu da görmek lazım.

İslam Özkan: Bence bütün aktörleri aynı kefeye koymamak lazım. Öncelikli olarak İslam ülkelerinin güçlü olması gerekiyor. Filistin konusunda duyarlı ülkeler güçlü ve kararlı bir duruş sergilemedikleri taktirde uluslararası aktörlerden bir şey beklemenin pek bir anlamı yok. Öte yandan İslam dünyasında Cemalettin Afgani’nin ortaya koyduğu bir konfederasyon projesini bir hedef olarak ortaya koyabiliriz. Böyle bir konfederasyonel yapı uluslararası düzeyde ciddi bir uluslararası güç haline gelirse Amerika’ya baskı yapmak ya da onu ikna etmek mümkün olabilir. Hindistan için söyledikleriniz doğru. Öncesinde de kısmen vardı ama Modi’nin iş başına gelmesinden sonra Hindistan, İsrail’e Netanyahu ile çok ciddi bir yaklaşma içerisine girdi ama Çin için aynı şeyi söyleyemeyiz. Çin, özellikle ulusal Filistin kurtuluş mücadelesine çok ciddi katkılarda bulunmuş bir ülke. Özellikle Mao döneminde, el-Fetih ve Yaser Arafat 1972 yılında Mao’ya gidiyor. Orada birebir heyet halinde görüşmeler yapıyor milyonlarca dolarlık silah doğrudan FKÖ’ye, el-Fetih’e gönderiliyor. Filistinli gruplara yardımlar yapılıyor. Aynı şey Soğuk savaş döneminde SSCB için de geçerli. Sovyetler Birliği’nin de çok ciddi yardımları oldu. Mısır Nasır döneminde ve Sedat döneminde Sedat İsrail’e karşı 1973 Savaşı’nı Sovyet silahları ile kazanmıştır. Eğer Sovyet yardımı olmasaydı mesela savaşları kazanamazlardı. Bunları savunmak anlamında değil, tarihsel gerçeklerin hakkını teslim etmek anlamında. Maocu çizgide olan/olmayan bütün gruplar İsrail’e karşı mücadele ettiler. Zaten Filistin mücadelesi enternasyonal bir dayanışma mücadelesidir bunu görmek lazım. Japon Kızıl ordudan Avrupa’daki birçok fraksiyonlara kadar bunlar Filistin kamplarında Türkiye’deki solun bir kısmı burada eğitim gördüler sadece burada eğitim görmediler doğrudan İsrail’e karşı mücadeleye katıldılar.

Berdal Aral: Bir konferans için bulunduğum sırada Çinliler bana burada Maoizm diye bir dersin Çin’deki tüm üniversitelerde okutulduğunu söylediler. Bu bana Türkiye’ye dair bir şeyi hatırlattı. Sordum onlara: hakikaten Mao’nun fikirleri şu anda önemseniyor mu? Ne dediler biliyor musunuz: “Eğer şu anda yaşıyor olsaydı, ziyadesiyle radikal olan düşünceleri nedeniyle herhalde  bugün onu hapse atardık.”

İslam Özkan: O zamanki Filistin’e Mao’nun yaptığı yardımlar kadar Filistin’e yardım şu anda kimse yapmıyor ama netice itibarıyla…

Berdal Aral: Bir de o dönem soğuk savaş döneminde ulusal Kurtuluş mücadeleleri çok önem taşıdı dünyanın siyasi yapısını değiştirdi yani bağımsızlaşma süreci…

İslam Özkan: Çin yine de o noktada İsrail-Filistin çatışmasında Filistinlilere daha yakın bir yerde duruyor söylemek istediğim şey…

Berdal Aral: Bunun sonucu ne olacak?

İslam Özkan: Demek istediğim şu. İslam dünyası Filistin konusunda ne kadar duyarlı? Filistin için yapılanları ne kadar takdir ediyor? İran, Filistin Hamas dahil bütün Filistinli aktörlere silah dahil her türlü yardımı yapıyor. İslam dünyasında bunun bir karşılığı var mı? İran’ın Filistin’e olan bu desteği takdir görüyor mu İslam dünyasında. Görmüyor… Hamas liderlerinden İsmail Heniyye, Kasım Süleymani’nin cenazesine gitti. İran bir ulus devlet olarak yanlışları eleştirilebilir ama doğrularını desteklemeyeceksek nerede kaldı bizim objektifiliğimiz, nerede kaldı Müslümanlığımız. Netice itibarıyla söylemeye çalıştığım şey şu: Filistin’i bir enternasyonel mücadele merkezi haline getirmeliyiz. Müslümanıyla gayrimüslimi ile. İslam dünyası Müslüman halklar sivil bir irade ortaya koymalı. Ben Filistin merkeziliğini çok önemsiyorum şu açıdan: İslam dünyasındaki Şii-Sünni veya Müslüman-Hıristiyan, seküler-İslamcı, Türk, Kürt, Arap, Fars bütün bu ayrımları yatay kesen bir dava Filistin davası. Az önce Türkiye ile ilgili söylediğimiz Filistin meselesinin merkezi bir öneme sahip olması ve her kesim tarafından sahiplenilmesi meselesi  uluslararası mücadele düzeyi için de geçerli. Aynı şeyi biz enternasyonal sahaya taşıyabiliriz. Dolayısıyla Filistin nasıl ki tarihsel süreç içerisinde Selahaddin Eyyubi döneminde bir taraftan Müslümanları diğer taraftan Müslüman’ı, Hristiyan’ı, ve diğer azınlıklarıyla doğu halklarını yeniden birleştirdiyse, oradaki haçlı işgalinin ortadan kalkmasını nasıl ki islam ümmetinin yeniden Selahattin Eyyubi önderliğinde birleşmesine yol açtıysa, Şii-Sünni ayrımı ortadan kaldırdıysa, Türk-Kürt ayrımı ortadan kaldırdıysa benzeri bir şekilde tarihi tekerrür ettirebiliriz.

Dolayısıyla Filistin temelinde bir konsolidasyonu böyle bir öneme sahip olduğunu görüyorum. Ama bunu da ötesinde tabii Filistin meselesi bence salt bu yönüyle de değerlendirilmemeli. Analiz açısından baktığımız da ise benim dediğim Çin faktörü, Rusya faktörü yani küresel güçlerin aslında Ortadoğu ve İslam dünyası üzerindeki çatışmalarının arenaya dönüştürdüğü bir yapı, bir jeopolitik bölge. Dolayısıyla Filistin meselesinin aynı zamanda jeopolitik bir boyuta da taşındığını uluslararası aktörlerin bir çatışma alanı olduğunu da ortaya koymak lazım. Salt orada İsrail’in güvenliği değil aynı zamanda enerji hatlarının güvenliğini de sağlamaya çalışan bir küresel güç bir hegemonya, bir emperyalizm söz konusu. Bu iki noktada ne İsrail’in güvenliğinden taviz verir ne de enerji hatlarının güvenliğinden.

Ümit Aktaş: Çok da İsrail’e emanet edilecek bir şey değil. Ben yine soruma döneyim onu merak ediyorum. Hizbullah’ın Lübnan’da hükümete desteği ve hükümetin bu konudaki tutumu ne?

İslam Özkan: Lübnan’da aslında kriz sadece Lübnan’a ait değil, bölgesel bir kriz söz konusu. Türkiye’nin de etkilenmiş olduğu bu krizin hem iç hem de dış faktörlerden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Fakat Lübnan’ın özel krizi şuradan kaynaklandı: Lübnan çok fazla bir şey üretmeyen hatta kendi ihtiyaçlarını da üretimden karşılayamayan bir ülke. Bir anlamda biraz kara para aklama biraz finansal birtakım ayak oyunlarının yaşandığı ve dolayısıyla uluslararası kanunların gevşek uygulandığı süreçte bu gevşeklikten küresel ekonomik düzen içerisindeki boşluktan yararlanabilen ve bunu refaha dönüştürmeyi becerebilen bir ülke Lübnan. Suudi Arabistan-İran çatışmasına sahne olduğu süreç içerisinde Suudi Arabistan, bu çatışmadan mağlubiyetle ayrıldı, hatta bir dönem büyükelçiliğini kapattı. Şu anda yeniden o büyükelçilik açıldı ama temsil düzeyi düşürüldü. Suudi Arabistan’ın desteklediği el-Müstakbel Partisi’nin kaybetmesi ve Hizbullah kadar etkili bir aktör olamamasından dolayı Suudi Arabistan buradan çekildi. İran da yaptırımlar nedeniyle çok ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıyaydı. Dolayısıyla İran da eskisi kadar oraya finansal alanda şey yapamadı. Uluslararası ekonomik yapılanmadaki o gevşekliği tam ortadan kaldırdı ve yaptırımları da Lübnan bankaları üzerinden iyice sıkılaştırınca demin bahsettiğim o finansal biraz legalite alanın dışına çıkan o finansın beraberinde getirdiği o refah da ortadan kalktı. Dolayısıyla bölgesel kriz Lübnan’da çok daha sert bir şekilde hissedilmeye başlandı. Çünkü İran da, Suudi Arabistan da, büyük paralar akıtıyordu ve bunun dışında da ayrıca Lübnan finansal bir takım kolaylıkların sağlandığı bir yerdi. Lübnan bunu da kaybedince küresel ekonomik kriz çok daha şiddetli ve sert bir şekilde hissedilir hale geldi. Bundan bütün siyasal aktörler etkilendi, Hizbullah da etkilendi, diğerleri de etkilendi, birçok medya kuruluşu kapandı, kapanmak zorunda kaldı. Bu kriz, gösterileri tetikledi. Gösterilerde milyonlarca insan sokaklara çıktı. Burada da çok güzel bir dayanışma sergilediler. Şii-Sünni ayrımına gitmeden. Yani Şiilerin yoğunlukta bulunduğu Güney Lübnan’da da çok ciddi gösteriler oldu. Bir süre olayların gelişimini izleyen Emel-Hizbullah önce müdahale etmedi ama sonraki süreçte taraftarları içerisinde bağımsız hareket eden grupların kendileri inisiyatif alıp kısmi müdahalelerde bulundu. Gösterilerin ilerleyen aşamalarında Nasrallah, Hizbullah’ı destekleyenlerin meydandan çekilmesini istedi. Onların kaygısı da şuydu: Lübnan çok kırılgan bir ülke, -Nasrallah’ın kendi ifadesi- buradaki gösteriler bir süre sonra kontrolden çıkabilir. 70’li yıllarda yaşanan iç savaşa dönüşebilir dolayısıyla bu riski göze alamayız Lübnan bunu kaldıramaz, Hizbullah da kaldıramaz. Dolayısıyla bu gösterilerin bir an önce bitirip yeniden istikrarlı bir şeye ulaşması gerekiyordu. Çünkü birkaç sene yönetimsiz, hükümet kuramadan Lübnan idare edildi. Zar zor bir hükümet kurulmuştu. Göstericilerin ise talepleri çok radikaldi. Göstericiler komisyon oluşturmayı reddetti, yönetimle müzakere yapmayı mümkün kılacak bir komisyon oluşturmayı reddetti, hükümetin bütün üyelerinin istifa etmesini ve teknotratlardan kurulu, daha önce hiçbir siyasi geçmişi olmayan, hiçbir siyasi makamda görev almamış kişilerin iş başına geçmesini, dolayısıyla bunların yürüttüğü bir ulusal geçiş hükümetinin bir yıl boyunca, dünyanın karmaşık denklemine dayanmayan mezhep ve etnisitenin ön planda olmadığı tamamen ihtisas alanları üzerine yoğunlaşmış, ekonomiden anlayan ama siyasette yer almamış birileri olsun dendi. Göstericiler teknotratlar hükümetini dayattı ve asla bunu pazarlık konusu yapmadı. Çok fazla uzatmak istemiyorum son süreçte nihayet bir hükümet kuruldu ama bu hükümetin çok kalıcı olmayabilir, kırılgan bir yapı arz ettiğini ifade etmek istiyorum. Yakın bir sürede bozulabilir. Şu anda gösteriler nispeten zayıflamış ve eski gücünü yitirmiş durumda. Hükümet göstericilerin isteğine uygun olarak kuruldu aslında. Yani taleplerinin tamamı yerine gelmese de büyük bir bölümü yerine getirildi. Örneğin altı kadın bakan var altısı da daha önce hiç bir siyasi görevde bakanlık ya da üst düzey siyasi görevlerine bulunmamış insanlar. Diğer bakanlar da öyle tek istisnası Başbakan Hasan Diyab. Daha önce Milli Eğitim Bakanlığı yaptı. Çok başarılı bir eğitim bakanı mıydı? Değildi, ayrı mesele, ama netice itibarıyla herkesin üzerinde ittifak ettiği bir başbakan Sünni ama siyasi olarak Hizbullah’a yakın bir başbakan. Eğer bu deneyim başarılı olmazsa yani Hasan Diyab hükümeti talepleri karşılayamazsa bir daha hükümet kurulabilir mi Lübnan’da ondan çok emin değilim. Yani bir daha hiç hükümet kurulamama riski vardır Lübnan’da. Bu da Lübnan’ı büyük bir kaos içerisine sürükleyebilir. O yüzden bu fırsatın iyi değerlendirmesi gerektiğini düşünüyorum. Göstericilerin talepleri, aslında tamamen haklılık içeriyor. Gerçekten insanlar çok zor bir durumda, işsiz, parasız, evsiz binlerce insan var. Yani Lübnan bir de şu açıdan çok farklı bir ülke. Hiçbir sosyal hizmet yok, toplu taşıma araçları yok, bir tane metro yok. Diğer toplu taşıma araçları son derece yetersiz ve sayı olarak az, ihtiyacı karşılamıyor.. Lübnan halkının ulaşım ihtiyacını karşılayacak böyle bir süreç yok. Emeklilik,  SSK gibi haklar yok, daha doğrusu devlet yok aslında. Böyle bir devlette ekonomik kriz çok daha vurucu olur, çok daha acımasız olur. Çünkü az çok Türkiye’de insanlar hastaneye gittiğinde bir takım hizmetler ile karşılaşıyor ilaçları karşılanıyor falan filan. Az çok hayatlarını idame ettirebiliyorlar. Lübnan’da böyle bir imkan da yok. Yani devlet okulları çok kötü, özel okullar çok pahalı. Devlet okullarına gönderirseniz çocuğunuza yazık edersiniz, özel okullara gönderirseniz ocağınızı söndürürsünüz. İnsanlar borç-harç bulup krediler çekip çocuklarını okula gönderiyorlar. Bu sürecin sonunda Hizbullah askeri alanda bir şeyini kaybetmedi ama çok kötü bir pozisyonda kaldı. Eğer bu hükümet kurulamasaydı gösteriler ülkeyi kaotik bir sürece sürükleyebilirdi. Medyada Hizbullah ve Emel sempatizanlarının göstericilere saldırdığı şeklinde haberler çıktı ki bunlar kısmen doğru ama eksik haberlerdi. Müdahaleler gösteri yaptıkları için değil; erzak taşıyan, su taşıyan, benzin taşıyan tankerlerin geçişine engel olduğu için yapılıyordu. Yolları kapatmasalardı böyle bir müdahale olacağını düşünmüyorum, ama bunun garantisini veremeyiz tabii. Ve böyle bir saldırı da her halükarda yanlıştı. Yollar kapatılsa bile yanlıştı. Oradaki yolların kapatılması, yanlışı ortadan kaldıracak güç polis teşkilatıdır, çok olağanüstü durumlarda ordudur. Dolayısıyla burada Hizbullah ya da Emel taraftarlarının müdahale etmesini tasvip etmiyorum açıkçası. Ayrıca protestolar çok haklı temellere dayanıyor. Bu noktada çok kırılgan bir şey ile karşı karşıya kaldı Hizbullah. Haklı protestolar karşısında sanki bu protestolar kendisine karşı yapılıyormuş gibi bir algı oluştu. Kendisi de bu algıya zaman zaman katkıda bulundu. Kendisine yakın insanların yaptığı bazı eylemlerden dolayı. Dolayısıyla böyle bir şey şimdilik atlatılmış görünüyor. Bu hükümet Lübnan’ın son şansı gibi bir durum söz konusu diyebiliriz.

Ümit Aktaş: Peki teşekkür ediyoruz. Abdulaziz hocam, az önce bıraktığınız yerden devam edebiliriz. İran’dan bahsetmişsiniz; sekülerleşme meselesinden. Benzeri bir tablo hani belki İran’daki kadar yüksek değil ama Türkiye için de söz konusu. Aslında İran’daki İslam devrimi süreci ile Türkiye’deki Milli Görüş hareketinin iktidarlaşma süreci birbirlerine çok benziyor. Bu süreçler, hem İran hem Türkiye için nereye gider. İslamcılık bu konuda neler yapmalı?

Abdülaziz Tantik: Şimdi şöyle bakmakta yarar var sanırım. Bu Saddam’ın devrildikten sonra orada bir açıklama yapıldı: bu süreç 30 yıl/ 40 yıl sürebilir gibi açıklamaları en üst düzeyden yapıldı. Şimdi biz biliyoruz ki tüm bu Ortadoğu’da Arap baharı ile başlayan süreçte aslında tam da o kastettiğimiz 1610- 1640 arasındaki Avrupa iç savaşına yakın bir zihinsel dönüşüm gerçekleştirmeye matuftur. Dolayısıyla kendileri bunun adına “Yaratıcı Kaos” diyorlar zaten. Yani bir “yaratıcı kaos” var: İslam dünyasındaki her ülkede çatışma alanları oluşturuluyor. Bu çatışma alanları da zaten doğal olarak var. Yani insanlar belli fikir akımlarına sahipler, onları harekete geçirmek için hafif bir omuz verdiğinizde zaten bu çatışmalar devam ediyor. Fakat burada en çok zarar gören bizatihi İslamcılığın ya da dinin kendisi. İran devrimi kısa bir sürede değişime uğruyor. Devrim kendi çocuklarını yemeye başlıyor, sonu deist ve sekülerliğe çıkıyor. Dünün İslamcıları bir bakıyorsunuz sekülerliği savunan bir değişim yaşıyor. Türkiye aynı kaderi paylaşıyor. Ama belki ondan önce Arap baharı ile başlayan süreçte kazananı gibi görünen ihvan hareketinin Arap Baharı’nın hitama ermesiyle ya da bir kaosla karşı karşıya kaldığı süreçte olup bitenler. İhvan hareketi,  neredeyse etkin olduğu bütün ülkelerde geriledi. Mısır’da kaybettiler, Tunus’ta kaybettiler, Cezayir’de zaten çok fazla sesleri çıkmıyordu, Yemen’de ciddi bir baskı altındalar, Sudan’da bölündüler, parçalandılar ve aslında ağırlıklarını kaybettiler. Suriye ve Irak’taki İhvan zaten şu anda paramparça durumda bir şey yapamıyor, Türkiye’de bunun uzantısı olabilecek milli görüş hareketi ve benzeri hareketlerin geldiği nokta aslında Kemalizm’e dayandı. Dolayısıyla burada bir çökme başladı. O yüzden İhvan hareketinin çökertilmesi demek İslam açısından bakıldığında, Müslümanlar açısından bakıldığında dini düşüncenin de operasyonu açık hale gelmesi ile ilişkilendirilebilir bir durumu ifade ediyor. Peki, burada işte diyelim ki Türkiye açısından baktığımız zaman niçin sekülerlik ön plana çıkıyor? Bunun en temel noktası şu sanırım; insanlar inandıklarını iddia ettikleri değerleri kendi yaşam pratiklerinde ortaya koyamadılar.  Kendi ellerine güç geçtiğinde, iktidar olduklarında o iktidarlarını inandığı değerler çerçevesinde harekete geçiremediler. Değerlerine uygun davranamadıklarında izleyici olan insanlar tarafından şöyle bir hal oluşuyor: O zaman bu insanların değerlerinde bir problem var demek ki kendi inanmadıkları değerleri bizlere söylüyorlar ama ona uygun hareket etmiyorlar. Doğal olarak bir çözülme başlıyor: bu bazen dışarıdan bir propaganda yoluyla gerçekleşiyor.  Örneğin, DAİŞ ve el-Kaide örneğinde abartılarak yapılıyor. Mesela benzer bir şey Türkiye’de tersinden FETÖ hareketi üzerinden gerçekleştirildi. Yani 15 Temmuz’dan sonra sokağa çıkan bütün İslamcılar darbeye var güçleri ile karşı çıktılar, mücadele ettiler. 2-3 gün sonra televizyon programlarında bir baktık ki cemaatlere, vakıflara, derneklere,  İslami faaliyetlere saldırı var. Ne üzerinden? FETÖ üzerinden…

FÖTÖ dindar bir cemaat, dolayısıyla 15 Temmuz’u yaptı, insanları öldürdü vesaire üzerinden ters bir propaganda ile aslında ciddi anlamda zihinleri dumura uğrattılar. Savunacak adamlar da savunamadılar veya savunmadılar. Dolayısıyla kafalar doğal olarak zihnî kabul oluştu. Bu zihnî kabul üzerinden Müslüman entelektüeller ya da aydınlar da ‘İslamcılar’ da – kendilerini öyle tesmiye ettikleri için söylüyorum, yoksa artık İslamcılıkları falan kalmamış da- öyle söylüyorlar. Yani biz demokrasiyi, insan haklarını, özgürlüğü ya da işte sekülerliği öne çıkarmamız lazım. Yoksa hangi cemaat gelirse hepimizi keser gibi bir algı üretimi ile karşı karşıya bırakıldık. Bu da inanılmasa bile, prim yapıyor. Sekülerliğe yaptığınız her övgü iktidar tarafından taltif edilebilecek bir şeye dönüştü doğal olarak. Böylece kendinizi dincilikten kurtarmış oluyorsunuz, böyle bir bakış açısı da var, bu çok tehlikeli. Ta 1850’lerden itibaren başlayan modernlik ile doğru bir hesaplaşmayı gerçekleştiremediğimiz için modernliğin istesek de istemesek de gücü, iktidarı, ekonomiyi, siyaseti, kültürü, sanatı, sinemayı vesaire elinde tuttuğundan dolayı da herkesi etkiledi. Bu etkileşim üzerinden doğal olarak o tarafa doğru kayma başlandı. Bugün bütün çatışma alanlarında genel kabul gören görüş: ‘Bizim demokrasiden başka çıkış yolumuz yok, ancak demokrasi bizi bir araya getirir’ görüşüdür. Zaten beklenen şey de aslında buydu. İslam dünyasını demokrasiye ram etmek ve onun üzerinden sekülerleşmeyi sağlamak; dinin yani İslam’ın modern dünya karşısındaki alternatif olma (potansiyel anlamda) hüviyetini de yok etmeye çalışmaktı. Bence bu noktada istedikleri sonucu elde ettiler. İslamcılık bir gelecekte tasavvuruna sahip olabilir mi?

Bu bence çok temel bir soru, asıl konuşulması gereken temel noktalardan bir tanesi. Fakat bunu gerçekleştirebilmenin imkânı ya da yolu; mevcut karmaşanın, kaosun dışına çıkabilecek bir zihni iradeye sahip olmakla ilişkilidir. Bütün bu olup bitenlerin aslında zaten bir kurgu olduğunu kabul etmek ve bu kurgunun dışına çıkarak bir Müslüman olarak bütün bu kurguya ya da bu kurgu içerisinde olup biten gerçekliklere nasıl tepki vermem gerektiği sorusunu sormaya başladığım andan itibaren İslamcılık yeniden kendisini restore edebilir. Bu imkân da vardır, hâlâ da genlerinde vardır. Şimdi üstad diyor ya: Anti-emperyalist bir bakış, aslında İslamcılığın genetiğinde bu var zaten. Anti-emperyalist olma, muhalif olma tutumu temeldir. Özgürlüğü savunması yani buradaki zaten bağımsızlık vurgusu aslında emperyalizmin karşısında kendi varoluş koşullarını sağlamaya matuf bir inancı, bir umudu ifade etmesi ile ilişkilidir. Dolayısıyla burada İslamcılığın geleceğinden bahsedeceksek, benim kanaatim mevcut siyasal arenanın dışına çıkabilecek bir zihni iradeye ihtiyaç var. Düşüncemizi bu çatışmanın, bu kaosun dışında yeniden kurarak dışarıdan içeriye yönelik yeni hamleler gerçekleştirmek lazım. Geldiğim son nokta şu: İslamcılık kendi doğrularının gerçeklik zeminlerini kendisi kurabildiği ölçüde var olacaktır. İslamcılık modern düşüncenin ürettiği gerçeklik zeminini veri olarak kabul ettiği sürece de aslında kendi hitamına yani sonuna doğru yürüyüşünü sürdürecektir. İslamcılar olarak bir tercihle karşı karşıyayız şu an. Bu tercihte kimin nerede duracağını da süreç içerisinde zaten zaman bize gösterecek diye düşünüyorum…

Ümit Aktaş: Peki, çok teşekkürler. Gerçekten çok önemli değerlendirmeler yapıldı. Sözlerimiz değerini koruduğu sürece, umudumuzu da sürdürebiliriz. Umutlarımızın yeniden yeşereceği bir dünya dileğiyle oturumumuzu sona erdirelim. Okurlarımıza da selam ve saygılar…