Böyle bir sorunu ortaya atmakta olduğum dini ve tarihi rol ve işlevin ilgisini ortaya koymak içindir.
Din ve iman tarihi rol ve işlevi faydalı ve olumlu olmasını, bu minvalde vahyin hakikati, insanlık tarihine giren bilgi, değer ve ilkeler hakkında oldukça kısa bir açıklama getirmek gerektiğini düşünüyorum.
Bu konulardan bir tanesi Kürdistan ve Filistin sorunudur. İleriki zamanda imanın siyaset ve devletle olan ilişkisini ortaya koyacağız.
Ama konuyu olgularla ilişkin incelemek ve dini ve siyasi tecrübeyi mutlak anlamda ayrı değerlendirmek kaçınılmazdır.
Bu noktada olguların ilişkisini ortaya koymak gerekmektedir.
Uluslararası ilişkilerin ve yürüttükleri politika ve faaliyetler için ulusların ve diplomatların yaptıkları açıklamaların ikiyüzlülükle delindiğini kanıtlamaya belki de hiç gerek yok.
Ama eğer yine de bir kanıt isteniyorsa, Avrupa ve Amerika’nın benzer fakat oldukça farklı sorunları olan iki halka; Kürdistan ve Filistin’e ilişkin şu andaki tutumundan daha iyi bir kanıt olamaz.
Bir önceki makalemizde dile getirdiğimiz gibi Fransa; Suriye, Lübnan, Filistin’den oluşan Büyük Suriye’yi Kilikya’yı ve Musul petrol bölgesi dahil olmak üzere Osmanlı egemenliği altında olan Kürdistan’ını talep etmekteydi.
Fransa’ya göre yapılacak görüşmelerde sadece Fransız bölgesi çizileceğini bekliyordu.
Arap devleti kurulup kurulmayacağına hiçbir şekilde girilmeyecekti.
23 Kasım 1915 ilk görüşme Londra’da yapıldı.
Georges-Picot Fransa’nın taleplerini dile getirdiğinde İngilizler, Arapları yanlarına çekebilmek için onlara önemli vaatlerde bulunmak gerektiğini, Fransız taleplerinin Şerif’in olmazsa olmaz koşul olarak öne sürdüğü Humus, Hama, Şam ve Halep üzerindeki toprak talepleriyle bağdaşmadığını söylediler.
21 Aralık'ta ikinci bir görüşme daha yapıldı. Ancak “dört şehrin” Araplara verilmesi tavizini elde etmiş olan İngilizler bu kez de, Lübnan’ın doğrudan Fransız işgal bölgesi olmasına karşı çıkarken, Filistin’i kendi bölgelerine dahil etme ve Musul tartışmasını erteleme yönünde ısrar etmeye başladı.
Görüşmeler bir kez daha kesilmemesi için bu defa Georges-Picot’un uzlaşmaya varmak için Sir Mark Sykes ile görüşmesine karar verildi.
Hiç ara verilmeden her gün yapılan görüşme 3 Ocak 1916’ya kadar devam etti.
Filistin ile ilgili olarak taraflardan hiçbiri henüz son sözü söylememişken ve herkes 'uluslararasılaştırma'nın ancak geçici ve ehven-i şer bir diplomatik çözüm olduğunu biliyordu.
Nihai çözüm Georges-Picot, bölgenin Belçika mandasına verilmesini önerirken, İngiltere Yahudi kartını oynamaya karar verdi.
Yahudi sorunu ile Filistin’de kurulacak İngiliz protektorası arasında ilk bağlantı, 1915 yılının başında İngiliz hükümetinin Yahudi bir üyesi olan Sir Herbert Samuel’in kabineye Filistin’de bir protektora kurulması fikrini ortaya atan ve İngiliz hâkimiyeti altında Yahudi örgütlerine toprak satın alma, koloniler kurma vb. kolaylıkların tanınmasını savunan bir memorandum sunmasıyla kurtuldu.
(S.Yerasimos)
Daha önce ileri sürülen öneriler çok dikkate alınmasa da Georges-Picot, bir takım önerileri yeniden ileri sürerek, talepleri yeniden gündeme getirdi.
Foreing Office ile ilişki içindeki, Siyonist olmayan bir örgüt olan “Ortak Dışişleri Komitesi”nin sorumlusu Lucien Wolf, Yahudi taleplerini dile getiren bir teklif hazırladı.
Bu teklife göre savaş sonrasında Filistin, İngiliz ya da Fransız nüfus bölgesine dahil edilecek olursa, bu güçler Filistin’in Yahudi cemaatinin gözünde taşıdığı tarihi önemi dikkate almalıydı.
Yahudi halkının medeni, eşit siyasi, göç, yeni yerleşim kurma, yerleşimlerin yerel yönetimi ve bunlardan özgürce yararlana bilme ayrıcalıklarını tanımlıyordu.
Bu tekliler görüşülürken birkaç gün sonra Ruslar, Filistin’deki Ortodoks kurumların dini özgürlüklerini korunduğu sürece Adana-Diyarbakır, Amadiye hattının güneyinde alınacak kararların kendilerini ilgilendirmediklerini bildirdi. (Sazonov’dan Petrograd’daki İngiliz ve Fransız büyükelçilerine)
Arap rüyası ile Filistin, İngiliz çıkarlarına göre dizayn ediliyordu. Sykes’ın ilk hedefi, Fransızların uluslararası denetime bırakılan Filistin’de söz sahibi yapabilmekti.
Bunun için ilk önce Siyonistlerin yukarı Galile’yi Fransızlara bırakma ve Kudüs’ü uluslararası bir statüye geçirme konusunda ikna etmek gerekiyordu.
Süreç Fransa ve Rus Siyonistlerinin katılımıyla devam etti. Sonunda Fransız Hükümeti bir nota vererek “müttefiklerin himayesi altında Yahudi milletinin yeniden doğmaya” hakkı olduğunu açıkladı.
Sonrasında Fransa ve İngilizlerin ortak bir anlaşmaya imza atması gerekecekti. İşte bu Balfour Deklarasyonu'dur.
Süreç içinde Musul Fransızlara verilirken iki amaç güdülmekteydi:
Fransızların, Filistin üzerindeki taleplerini zayıflatmak ve kuzeyde Rus topraklarıyla güneydeki İngiliz nüfuz bölgeleri arasında tampon bir bölge oluşturmak.
İşte İngiltere tam da bu dönemde Kürdistan ve Kudüs’ü işgal etti. Bu durumda İngiltere artık Sykes-Picot Antlaşması'na uymak gibi bir kaygısı yoktu. İran’ın kuzeyini Ruslar doldurmaya çalıştı.
İngiltere artık Kürdistan petrol havzalarını kontrol eden gücü elinde bulundurduğu kesinlik kazanmıştı.
İngiltere, Kürdistan’da elde ettiği petrolleri korumak ve yeni petrol kuyularını açmak için bölgeyi tam bir kontrol altına alması gerektiği açıktı.
Kürdistan ve Kudüs üzerinde geliştirilen stratejik savaş hedefleri sınırların çizilmesi İngiltere’nin elinde kalması birinci amaçlar arasındaydı.
Bu süreçte Lord Curzon sözünü esirgemedi:
"Kürdistan ve Filistin’de, İngiltere’den başka bir güç olmadığını, bu konuda kapitalist veya emperyalist suçlamalardan da gocunmadığını" belirtti.
Bu açıklamalardan sonra Musul-Kerkük, İskenderun, Adana’ya kadar işgal etme emri verdi.
Bugüne kadar gelinen süreç ve uygulamalarda, söylem ve tarih konusunda, ciddi bir tekelcilikle bütünleştirildi.
Sorun tarih ve güncelle bütünleştirilmedi ve sorun çözümsüzlüğe sürüklendi.
Bu açık bir şekilde kasıtlıydı. Filistin sorunu çözülmek istenmiyordu, zira Kürdistan bu antlaşmaların ana merkezini teşkil ediyordu.
İslam dünyası bize Filistinlilerin kendilerine ait bir devleti olması gerektiğini anlatıyor.
Bunun gerekliliği çok açıktır. Filistin halkına yapılan tarihi haksızlıklar ve yıllardır çektikleri acılar başka hiçbir şekilde çözüme kavuşturulamaz.
Evrensel düzeyde kabul edilen ulusların kendi kaderini belirleme ilkesi de bunu gerektiriyor.
Gelecekte kurulacak olan bir Filistin devletinin sınırları veya yönetim sistemi tartışılabilir ama varlığı tartışılamaz.
Ürdün gibi bir Arap devleti çerçevesinde bir Filistin otonomisi düşünülemez.
Ve buna rağmen ne gariptir ki Kürtlerin kendilerine ait bir devletleri olmamalıdır.
Evrensel düzeyde kabul edilmiş kendi kaderini belirleme ilkesi bazı nedenlerle Kürtlere uygulanmamaktadır.
Kendilerine yapılan tarihsel haksızlık ve yıllarca çektikleri acılar federal bir Irak çerçevesinde onarılamaz.
Bu durum da sadece otonomi ile yetinmek merkezi ve Arap egemenliğinde olacak bir Bağdat hükümetinin rızasını almaya tabi olarak zorunda kalacaklardır.
Tam bir Kürt devleti düşünülemez. Bu da açık bir kanıt olarak değerlendirilmektedir.
Böylesine çelişen iki öneriye insanın yüzü kızarmadan eşit derecede nasıl inanılabilinir?
İslam dünyası diplomatları bu çelişkinin eğitimini mi görüyorlar?
Gece partilerinde çatalın nasıl tutulacağının dışında başka şeyler de öğrenmeleri gerekiyor. Şüphesiz ki gerçek daha az diplomatiktir.
Aslında bu antlaşma diplomasisi, ne Kürdistan’ı ne de Filistin’i umursamıyor. Ülkelerini, ittifakı, ulusal çıkarları, reel politikti önemsiyorlar.
Burada hesap çok acık, Filistinlilerin birçok dostu var. Ama Kürtlerin hiç dostu yok. Bu nedenle de yaşasın Filistin devleti ve kahrolsun Kürt devleti(!).
Kimsenin ilkelerle işi olmadığından ilkesel düzeyde Kürtlerin Filistinlilerden çok daha fazla bir devlet olma konumuna sahip olmaları bir tarafa bırakılabilmektedir.
Kürtlerin kendilerine özgü bir dil ve kültürleri var. Filistinlilerde bu yok.
Yüz yıllardır kendilerini ayrı bir halk olarak görme duygusuna sahipler.
Filistinliler değil, Kürtler ihanete uğramışlardır.
Oysa Filistinliler sadece Arap dostlarının ihanetine uğramışlardır.
Kürtler, İran, Türkiye ve Irak’ın elinde Filistinlilerin İsrail’in elinde karşılaştığından çok daha büyük kayıplara, daha çok zulme ve daha büyük ölçekte etnik temizliğe maruz kalmışlardır.
Karşılık vermede ise çok daha az acımasız olmuşlardır. Yine de salt reel politik temelinde bile Kürtlerin davası Filistinlilerin davasına oranla hatırı sayılır ölçüde daha güçlüdür.
Filistin devletinin aksine Kürdistan birinci körfez savaşında kazandıkları yarı bağımsızlıktan bu yana büyük bir siyasi olgunluk göstermişlerdir.
Bu konuda bütün raporlara göre Kürtlerin liderliği ekonomik olarak zenginleşen ve Arap dünyasında başka hiçbir yerde görülmeyen şekilde hak ve özgürlüklerini kullanabildikleri insani bir toplum yaratmıştır.
Irak yönetimi, İsrail ve bir Filistin devleti kurulmasını yüksek sesle savunan komşularının tümü Kürtlerin bağımsızlığına karşıdır.
Ürdün ve Suudi Arabistan gibi bazı komşu ülkeler ise yakın geçmişte başkaldırı gerçekleştiren büyük Kürt azınlıkların ve onların milliyetçiliklerinden korktukları için karşıdır.
Amerika, Irak’ın geleceği için bu ülkelerin desteğini almaya çalışıyor.
Amerika bağımsız bir Kürdistan kurulmasına karşı gelmiş olabilir. Ama reel politikada verilen sözlerden dönülebilmektedir.
Ürdün ve Suudi Arabistan’ın, Kürt devletinden korkmaları için hiçbir neden de kalmadı.
Suriye ve İran ise Kürtlerin, ülkedeki istikrarı bozması durumunda demokratik dünyanın umursamadığı ülkelerdir.
Geriye sadece Türkiye kalmaktadır.
Sormak gerekir: Bir Kürt devleti konusu, Avrupa Birliği ilişkileri, Türkiye için nasıl bir avantaj içeriyor?
Riyakar olmadan hem bir Kürdistan hem de bir Filistin devleti mümkün. Zaten başka çıkar da yok.
Riyakar olmadan Filistin devletinden yana olmak elbette mümkündür.
Ama Kürtlerin bir devleti olmasına karşı çıkarken “riyakar” olmamak mümkün değildir.
Bu aynı zamanda, bağımsız bir Kürdistan’ı da desteklemesi gereken Filistin taraftarlarının da bunu yüksek bir sesle söylemeleri gerekiyor.
Kürtlerin bağımsızlığına karşı çıkmak da dahası Suriye, İran, Türkiye, Filistin devletini desteklemek, Batı’nın elini güçlendiren bir tutumdur.
Sadece tutarlı olma adına da olsa hepsi İsrail’in Filistinlilere verilmesini istediklerini ki, -Filistinlilerin kendilerine ait bir “dilleri” yoktur ve sayıları Kürtlerin sayısından çok daha azdır- kendilerinin Kürtlere vermek zorunda olduklarını kabul etmelidirler.
Kürt bölgesinde bir istikrar feneri olarak Ortadoğu’da model görünmektedir.
Dünyanın bu bölgesinde çeyrek asırdır süren sükûnet ve gelişme küçümsenecek bir şey değildir.
Kürdistan bölgesi henüz daha maden zenginliklerinden tam yararlanmamışken durum böyle.
Buranın resmi olarak özgürleşmesi bu süreci daha da geliştirecek ve etkisi Ortadoğu'ya misal teşkil edecektir.
Irak’ın üç devlete bölünmesi yakınlaşırken dünya güçleri adalet adına olmasa dahi en azından istikrar adına komşu ülkelere bağımsız bir Kürdistan dayatmak isteyecektir.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish