İslam’da iman, ahlak ve hukuk hepsi birden bir bütündür, her birinin zımnında diğeri de vardır. En basit misaliyle ideal bir toplumda kırmızı ışıkta durmak hem ahlakın hem hukukun hem de imanın gereğidir. Çünkü ulü’l-emrin Allah’ın ahkâmına aykırı olmayan kanunlarına riayet etme, aynı zamanda Allah’ın emridir ve her müslüman kötülüğe/münkere karşı koymakla görevlidir. Çoğunluğu bu üç özelliği de kendinde taşıyan bireylerden oluşan bir toplumda mesela kırmızı ışık ihlalleri düz bir mantıkla bugünkünün üçte birine düşer, hatta çok daha aza ineceğini söyleyebiliriz.
Ne var ki, hiçbir zaman hiçbir suç tamamen ortadan kalkmaz, çünkü iyiler ancak kötülerle bilinir. Dünya cennet değildir, kötülüklerle iyilikler harmanlamasında iyilikleri galip kılma savaşının arenasıdır. Müminler bunu başarmakla imtihan edilmektedirler. Resulüllah’ın toplumunda bile her türlü suç işlenmiştir, orada da herkes Ebubekir ya da Ali (ra) olmamıştır. Aksi takdirde hukukun bir anlamı kalmazdı. Önemli olan iyiliğin yani imanın, ahlakın ve hukukun kötülüğe galip ve hakim olmasıdır. Bu terbiye ile yetişmiş bireylerden oluşan bir toplumun oluşturulmasıdır. Bunun ilmini, irfanını, kültürünü ve düşünce zeminini hazırlamaktır.
Kuranıkerim’de bugünkü anlayışla bazı salt hukuki olaylar zikredildikten sonra hukuki cezalardan önce işin ahlaki ve imani boyutuna vurgu yapılır. Mesela miras taksimindeki paylar bildirildikten sonra şöyle buyrulur: ‘İşte bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır. Kim Allah’a ve resulüne itaat ederse Allah da onu zemininden ırmaklar akan cennetlere kalıcı olarak koyar. Büyük kazanç da budur. Kim de Allah’a ve resulüne itaatsizlik eder ve O’nun sınırlarını aşarsa, Allah onu da kalıcı olarak ateşe, horlayıcı bir azaba sokar’ (Nisa 13-14). Görüldüğü gibi burada hukuka uymanın imani yaptırımından söz edilmektedir. Ayrıca Allah’ın koyduğu miras taksimatını kabul etmeyenlerin O’na isyan etmiş olacaklarına işaret edilir.
Ayrıca bu ayetlerden açıkça anlaşılacağı gibi imani yaptırımın da terğib ve terhib olmak üzere iki boyutu vardır. Bunlar teşvik/özendirme ve inzâr/kötü akıbetle korkutma demektir. Bu durum şu ayetlerde de açıkça görülür:
‘Ey iman edenler! İçki, kumar, kutsanan taşlar ve fal okları sırf şeytan işi birer pisliktirler. Bunlardan uzak durun ki, iflah olabilesiniz. Şeytan, içki ve kumar ile aranıza düşmanlık ve nefret sokmak ve sizi Allah’ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçersiniz değil mi? (Mâide 90-91). Oysa bu suçların aynı zamanda dünyevi cezaları da vardır.
Bazen hukuk ile iman ve ahlak birbirine o kadar girmiş olur ki, meselenin hangisinden sayılacağı ayırt edilemez. Mesela Bakara 280’inci ayette ‘borçlu darda ise bir kolaylık buluncaya kadar ona mühlet verin. Hatta bilseniz, tamamen bağışlamanız sizin için daha da hayırlıdır’ buyrulur. Bu ayeti kerimeyi yorumlayan bazı fıkıhçılar, ödemekte gerçekten zorluk çeken borçlusuna alacaklının sadece ahlaken değil, hukuken de mühlet vermek zorunda olduğunu söylerler.
Karaborsacılık/ihtikâr haramdır. Bunun hukuki sınırı, bir tacirin temel ihtiyaç maddelerini satışa arz etmeden kırk gün bekletmesidir. Yani henüz on gün, yirmi gün önce satın aldığı böyle bir maddeyi deposuna koymuş olmakla bir tacire hukuken karaborsacılık suçu isnat edilemez. Ama bu niyetle koymuş olması onu ilk gününden itibaren Allah nezdinde karaborsacı yapar ve günahkâr kılar. Bu iman önemli bir yaptırımdır ve beşeri hukukta bunun bir karşılığı yoktur.
Faiz yasağını koyan ayetler, onun dünyevi cezasından önce uhrevi cezasından söz eder. ‘Faiz yiyenler kabirlerinden şeytan çarpmış gibi kalkacaklar… Faizi terk etmeyenler Allah’a ve resulüne karşı savaş açmış sayılacaklar’ gibi. Ama bunlar onun dünyevi bir cezasının bulunmadığı anlamına gelmez.
Bundan dolayıdır ki, fıkıh dilinin Kuran’ın anlatımına uygun olmasının daha güzel olacağı söylenebilir. Çünkü fıkıh salt hukuk değildir, Kuran’ın bir bütün olarak anlaşılmasıdır, iman, ahlak ve hukuk bütünüdür. Tamamen fiziki olarak görünen, mesela yağmur gibi, olayların dahi Kuranıkerim’de imanla, istiğfarla, Allah’ın rahmetiyle ilişkisi kurulur.